• arkadaşlar merhaba. sizinle sabah saatlerinde başımdan geçen sürreal olayı paylaşmak istiyorum. hala tam olarak etkisinden çıkmış sayılmam ancak bu olayı detayları hafızamdan silinmeden bir yere not almam lazım. biliyorum gidecek çünkü şu an bile kafa gidip geliyor… bari sözlük kırk yılın başı bir işe yarasın.

    çok ayrıntıya girmeden anlatmak istiyorum ama hikayenin bütünlüğü açısından bazı detayları vermem gerekiyor. aslında her şey bana bir gece anlamsızca beylikdüzü’nden ev alma isteği gelmesi ile başladı. sözlüğe girdiğim nadir entryleri düzenli olarak okuyan 7 kişinin bileceği üzere bir süredir amerika’da ikamet ediyorum. orada dolar kazanmanın ve yeni emlak kredilerinin verdiği finansal özgüven sayesinde bu çılgın projeye atıldım: hem çankırı’da kirada oturan babamlara beylikdüzü’nde denize nazır güzel bir ev alacak, hem de bu bahaneyle türkiye’ye gelip yıllardır görmediğim arkadaşlarımla hasret giderecektim. plan mükemmeldi. bayram tatiliyle birlikte türkiye’ye geldim ve uygun ev bakma işlemlerine başladım.

    birkaç gün çankırı’da aile evinde kalıp bu sırada beylikdüzü’nde gezilecek evleri ayarladım. plan kusursuzdu, birkaç gün avcılar’da oturan lise brom aytaç’ın evinde kalacak, hem adamla hasret giderecek hem de evin yakınlığından istifade beylikdüzü’nde 3 farklı villa gezecektim.

    bayramın son günü çankırı’dan istanbul’a yola koyuldum. türkiye’den uzak kaldığım yıllar sadece istanbul’u değil aytaç’ı da çok değiştirmişti. lise yıllarında kişilik temellerini beyaz futbol, iddaa ve serenay sarıkaya etrafında kuran aytaç bol batik tişörtü, dövme dolu kolları ve bucket hat tarzıyla ben artık yeni biriyim diye bağırıyordu. ilk görüşte bu yeni tarzı yadırgasam da aytaç’ın farklı kimlik arayışında olmasını olumlu karşıladım. modern hippi olmak okul kantininde rasim ozan kütahyalı taklidi yapmaktan iyidir sonuçta…

    aytaç sağolsun motoruyla beni otogardan alıp avcilar’daki evine getirdi. evde ilk dikkatimi çeken şey salon duvarının tamamını kaplayan saykodelik poster oldu. bundan bir önceki odası fem dershane yurdu olan birinin salonunda uzay vadilerinde meditasyon yapan yeşil renkli çıplak bir adam görmek iddialı gelse de yine bu değişimi çok olumsuz karşılamadım. aytaç’la birkaç bira devirip gece 3’e kadar lise yıllarından sohbet ettik.

    hikayenin bu noktasında bugünün sabahına, kaotik olaylar dizisinin başına geliyoruz. önceden konuşup anlaştığım emlakçı mustafa bey ile saat 9’da beylikdüzü’ndeki ilk evde görüşmek üzere randevulaşmıştık. sabah, dün gece hafiften demlenmiş olmanın verdiği mahmurlukla saat 8 gibi uyandım. kahvaltı yapmaya vaktim yoktu, hızlıca ağzıma atabileceğim bir şey bulmak için aytaç’ın buzdolabını açtım. hayatımda gördüğüm en ilginç buzdolabına bakıyordum. dolabın içinde birkaç kutu süt, yumurta dört sürahi su ve yaklaşık 20 kalıp çikolata vardı. kim dolabında 20 kalıp çikolata saklar ki? şimdi çantaya atsam temmuz sıcağında 15 dakikaya yenilecek kıvama gelir diye düşünerek bir kalıbı yanıma aldım ve mustafa abiyle buluşmak üzere villaya doğru yola çıktım.

    mustafa abi villanın girişinde doblosunu park etmiş beni bekliyordu. 60’lı yaşlarda, samimi, babacan ve konuşkan bir adamdı. bir 10 dakika kadar kapıda sohbet ettik. amerika’da yaşadığımdan ve babamlar için ev baktığımdan bahsettim. kendisi babam olsa bu eve bayılacağını söyledi ve evi gezmeye başladık. ilk evi bir yarım saat kadar gezdikten sonra ikinci evi görmek üzere mustafa abi’nin doblosuna bindik. ön koltuğa oturduğumda, uyandığımdan beri bir şey yememiş olduğumu fark ettim ve çantamdaki çikolataya uzandım. gerçek hikaye burada başladı.

    üzerinize afiyet birkaç kare çikolatayı mustafa abi direksiyona geçerken yemeye başladım. tabii ki mustafa abiye de çikolatadan ikram ettim. mustafa abi kibarlık yapıp bir kare almaya çalıştı. ”al abi çekinme erir kalırsa” diyerek mustafa abiyi gaza getirdim. iki kişi koca kalıp çikolatayı mideye indirdik ve ikinci eve doğru yola çıktık.

    evet, başlıktan da anlayacağınız ve benim sonradan öğrendiğim üzere bu şerefsiz aytaç meğer evinde halüsinojen mantar yetiştiriyormuş. kimse duruma uyanmasın diye de önce çikolatayı eritiyor, sonra mantarla karıştırıp çikolatayı kalıp şeklinde dondurup tekrar paketliyormuş. şerefsiz aytaç madem böyle bir bok yiyorsun en azından evine gelen misafiri uyar. neyse, sizin anlayacağınız aytaç şerefsizi yüzünden mustafa abi ile uzun bir yolculuğa çıkacaktık…

    ikinci eve varmamız e-5 trafiğiyle birlikte yaklaşık yarım saat sürdü. yol boyunca her şey normaldi, ancak eve vardığımızda bir şeylerin ters gittiğini anlamaya başladım. evi gezmeye bahçesinden başladık, ancak attığım her adımda sanki yer ayağımdan kayıyor gibiydi. daha önce mantar ve benzeri uyarıcı maddelerle deneyimim olduğu için çok geçmeden noktaları birleştirdim ve yaşadığım şeyin bir uyarıcı madde kafası olduğunu anladım.

    sorun mustafa abiydi. hadi ben bir şekilde bu olaydan sıyrılırdım fakat mustafa abi ne yapacaktı? adam duruma uyansa beni dövmekten beter edebilirdi. daha kötüsü 60 yaşında adam, panik atak, kalp krizi falan geçirse suçlusu tamamen benim. beylükdüzü’nde ev bakıcam diye kendimi ters kelepçe bir polis arabasının arka koltuğunda bulabilirdim. paranoyak bir şekilde başıma gelebilecekleri düşünürken kafam iyice daha iyi oluyor, içinde bulunduğumuz gerçeklikten tamamen kopuyordum.

    durumun stresi ve temmuz sıcağının etkisiyle kan ter içinde kaldım. yalandan evi geziyorduk ancak evle ilgi hiçbir şeye dikkat etmiyordum. bahçe çitlerinden atlayıp denize doğru kaçmayı dahi düşündüm ancak mustafa abiyi de yalnız bırakamazdım. bir şekilde bu işin içinden çıkacaktık. mustafa abiye tuvaletin yerini sordum. en azından tuvalette birkaç dakika yalnız kalıp bir acil durum planı yapmam gerekiyordu.

    sanırım bir yarım saat kadar tuvalette kaldım. en azından bana öyle geldi. tuvaletten çıktığımda mustafa abiyi salon koltuğuna yığılmış, kapalı televizyona kitlenmiş şekilde buldum. o an anladım ki mustafa abinin kafası da benden farksızdı. bu boku beraber yemiştik, bu yolculuğu beraber bitirecektik. mustafa abinin yanına oturdum. adama mantıklı bir şeyler söyleyip durumu düzeltmek istesem de kafam neyin mantıklı neyin mantıksız olduğunu ayırabilecek durumda değildi. terden sırılsıklam olmuştum. ağzımdan şu cümleler döküldü:

    “abi ben akışıyorum”

    “ne?”

    “kolum abi… akışkan…”

    “ter gibi mi böyle damla mı akıyo”

    “yok abi komple akıyorum ben”

    yemin ediyorum o an vücudumun yavaş yavaş eridiğini ve sıvı forma geçiş yaptığımı hissediyordum. mustafa abi de benzer hisleri yaşıyor olacak ki, hemen villanın klimasını açtı. mustafa abinin klimanın tuşuna basması ile salonun buz kesmesi bir oldu. o an aklımdan yalnızca şu geçiyor: “yav ben zaten sıvı haldeyim klima soğuğu yersem buz keserim. benim donmadan bir an önce katı forma dönüş yapmam lazım.” burda mecazi bir buz kesmekten bahsetmiyorum. o an için gerçekten bedenimin bir buz parçasına dönüşeceğini düşünüyordum. belki mustafa abi derdimden anlar diye ona döndüm ki ne göreyim, mustafa abi yere yatmış yanağını salonun parkesine yapıştırıyor.

    “abi napıyosun?”

    “oğlum kayıyoruz lan yere gel çabuk düşecen”

    “sıcak mı abi benim erimem lazım?”

    “gel toprak ısıtır”

    mustafa abiyle problemlerimiz ortak olmasa da çözümümüz aynıydı. o dünyanın sınırından uzay boşluğuna düşmemek için, ben ise buz kesmiş bedenimi dünyanın ısı merkezine daha yakın tutabilmek için yere yattım. sanırım bir 15-20 dakika boyunca mustafa abiyle yerde kafalarımız birbirine değecek şekilde uzandık. evet gerçekten sadece bir saat önce tanıştığım bir emlakçıyla, yabancı bir evin cilalı parkeleri üzerinde romantik dakikalar yaşıyorduk. o an benim için dünya üzerinde sadece mustafa abi vardı. başka insanların varlığını, nerde olduğumu, hatta kim olduğumu tamamen unutmuştum. ömrümün geri kalanını mustafa abiyle bu evde geçirecekmişim gibi hissediyordum. tek gerçekliğim emlakçı mustafa olmuştu…

    yemiş bulunduğumuz mantarın kafası belirli aralıklarla gidip geliyordu. ikimiz de bir anda içinde bulunduğumuz durumun saçmalığını fark ettik. yahu ben neden tanımadığım bir adamla bir evin salonunda yatıyordum? hemen yattığım yerden kalktım ve yalandan evi gezmeye devam etmeye çalıştım. evi satın almak, beylikdüzü, hatta babamlar bile hiç umrumda değildi artık. bir an önce mustafa abiden ve içinde bulunduğum garip durumdan kaçmak istiyordum.

    en azından ben bu yaşadıklarımızın sebebini biliyordum. mustafa abinin aklından geçenleri düşünmek bile istemiyordum. yaşananlara anlam verememesi yüzünden okunuyordu. kim bilir, belki de hayatı boyunca deneyimlemediği duyguları deneyimliyor, varlığını, benliğini ve 60 yıl boyunca oluşturduğu kimliğini sorguluyordu. “abi” dedim “gel biz iyi değiliz başımıza güneş geçti heralde. gel bahçede gölge bir yer bulalım biraz temiz hava alıp oturalım.” mustafa abi başını onaylarcasına salladı ancak ağzından tek kelime çıkmadı. adamcağız öyle sarsılmış olacak ki hala ne diyeceğini, neyin içine düştüğünü anlamaya çalışıyordu.

    mustafa abiyle havuz başında gölge bir koltuğa oturduk. bir süre gökyüzünü ve bahçedeki ağaçları izledik. dışarı çıkıp temiz hava almak mustafa abiye iyi gelmiş olacak ki tekrar sohbet etmeye başladık.

    “allah!“ dedi mustafa abi… “şu kurban olduğum yaradana bak hele… şu kuşların renklerine bak.”

    “evet abi inanılmaz gerçekten”

    “bunu görüp de ateist olmak. ne bileyim gardaş. şu renklere bak hele şu kanatlara bak. yav bu tesadüf mü şimdi bu insanlarda gerçekten kafa yok. şu papatyaya bak şu papatyaya. nasıl açıyor güneşi gördü mü şimdi bunun dilinden anlasan konuşur da senle.”

    yediği mantarlar mustafa abiyi bir hidayet yolculuğuna çıkarmıştı. söylediklerine hak vermemek de elde değildi. en basit ağacın yaprakları bile adeta parlıyordu. dünyaya fosforlu bir lensle bakıyor gibiydik. kelebekler, kuşlar, bulutlar, masmavi deniz ve ufukta yük boşaltma sırası bekleyen onlarca gemi… inanılmaz bir manzara izliyorduk.

    “abi” dedim. “ben senin inandığın allah’a inanmam. şöyle düşün, bu ağaçlar, böcekler, papatyalar hatta şu uzaktaki metal gemiler ve biz. geçmişte bir noktada hepimiz birdik. şu an çok farklıyız, ama milyonlarca yıl önce hepimiz aynıydık. sen mustafa’ya evrildin, o ise bir papatyaya. bir noktada değiştik, farklılaştık… düşün mustafa abi, bundan milyarlarca yıl önce hepimiz tek bir toz tanesiydik belki de. sen de, ben de o papatya da. milyarlarca yıl, milyarlarca engel, yaşamda kalma savaşı… evrildik… belki bir parçamız öldü, belki bir parçamız dirildi… yıllarca evrildik, yarattık. toz tanesiydik suda hücre olduk. milyarlarca yıl daha geçti üzerinden belki sen bir balık oldun ben bir kuş. evrilmeye devam ettik… her geçen yıl daha geliştik, her geçen yıl daha da ilerledik. şimdi sen mustafa abisin ben hotline bing. gelişmeye, ilerlemeye devam edicez mustafa abi. sonsuza kadar… önümüz de sonsuz, arkamız da. allah, yaratıcı arıyorsun ya mustafa abi. o allah sensin aslında. hani diyorsun ya tesadüf olamaz. tesadüf değil, sen yarattın mustafa abi. milyarlarca yıl boyunca sen geliştin. senin içindeki bir şey, o toz tanesini, yani kendisini, mustafa abi yaptı. neden yaratanı dışarda arıyorsun güzel abicim? yaratan neyse o senin içinde. kendini bu kadar değersiz görme. bunları allah, peygamber, isa, mesih değil sen yaptın güzel abicim. trilyonlarca yıl, trilyonlarca engel karşısında direndin, evrildin ve buraya geldin. sen ölünce de durmayacaksın, evrilmeye devam edeceksin. o toz tanesinden bir parça hala içinde, ve sonsuza kadar içinde olmaya devam edecek. belki dünya donacak, güneş sönecek… ama o toz tanesi kaybolmayacak mustafa abi. evrilmeye, gelişmeye ve en önemlisi yaşamaya devam edecek. sen o kuşun renklerine bakınca allah’ın büyüklüğüne şükran duyuyorsun ya güzel abicim, ben kendimle gurur duyuyorum. çünkü o da benim bir parçam. belki de daha güzel bir parçam hatta… benden çok daha ilerde. kendine değer ver güzel abim, kudreti başkasında arama. gel şurada oturup bizim olanın güzelliğini seyredelim. bunların hepsi biziz, bunlar bizim güzelliğimiz.”

    mustafa abi’ye döndüm. gözlerimin içine, hayatımda kimsenin bana bakmadığı kadar derin bir ilgiyle bakıyordu. konuşmadı. ben de başka bir şey söylemedim. orada öylece oturduk, belki bir saat kuşları, papatyaları, gökyüzünü izledik. deniz kokusunu içimize çektik.

    evi almadım, mustafa abi’yle gezeceğimiz diğer iki evi de gezmedik. ikimiz de daha önce hiç açılmadığımız ufuklara açılmıştık. seni seviyorum mustafa abi. umarım bunu okur, sana bilmeden mantar yedirdiğim için beni affedersin. günah yazmaz, yazarsa da benim boynuma. hala inanıyorsan tabi…
  • (bkz: csb)
  • hayatta böyle değil mi zaten
  • serin hikaye mi desem, şuur altı boşalması mı karar veremedim.
  • hikayenin sonunda emlakçı’nın son sözü; (bkz: keşke bu arkadaşa bir şey yedirip içirmeseydik)
    edit: hikayeyi okudum yine gülmedim.
  • ben bezdim okurken, siz devam edin!
  • yalnız, adam üşenmemiş, ne yazmış yahu.
  • üşenmedim, okudum. güzel, güldürdü.
  • ilk entry'yi okumadan entry girdiren başlık.
hesabın var mı? giriş yap