• bu elemani okumadan ben poststructuralism okuyorum demek uzak diyarlarda kufur sayiliyormus. bu diyarlarda ozellikle "provisional notes on the postcolony" baslikli makalesi poststructuralismin amentusu olarak deger gorup, elden ele dolasiyor.
  • hareket ve metal hakkında

    açıkça uzlaşmaz durumdaki iki mantığın, şehitliğin mantığı ile hayatta kalmanın mantığının karşı karşıya olduğu filistin örneğine geri dönelim. bu iki mantığı incelerken, bir yandan ölüm ile terör ve öbür yandan da ölüm ile özgürlük biçimindeki ikiz konular üzerine bir düşünüm gerçekleştirmek arzusundayım.

    bu iki mantık arasındaki karşılaşmada, bir tarafta terör ve diğer tarafta da ölüm yer almakta değildir. her iki tarafın da kalbinde terör ve ölüm bulunmaktadır. elias canetti’nin hatırlattığı gibi, ‘sağ kalan kimse’, ölüm yolunda dinelmiş, pek çok ölümün bilgisine sahip olan, düşenlerin ortasında ayakta duran ve hâlâ canlı olan kimsedir. ya da daha kesin bir dille söylersek, ‘sağ kalan kimse’, bütün düşmanlarıyla dövüşmüş ve yalnızca sağ kalmayı başarmakla kalmayıp, kendisine saldıranları öldürmüş kişidir. hayatta kalmanın asgari düzeyinin büyük oranda öldürme olmasının nedeni budur. canetti, hayatta kalma mücadelesinin mantığı içinde “herkesin diğer herkesin düşmanı olduğuna” işaret eder. daha da radikal bir biçimde, hayatta kalma mücadelesinin mantığı içinde, bir kişinin ölümün görünümü karşısındaki dehşeti, ölünün bir başkası olduğu biçimindeki bir tatmine dönüşür. bu, bir başkasının ölümüdür ve o başkasının bir ceset biçimindeki fiziksel mevcudiyeti, sağ kalan kişinin kendisini biricik hissetmesine neden olur. ve öldürülen her bir düşman, sağ kalan kişinin kendisini daha da güvende hissetmesini sağlar.[74]

    şehitliğin mantığı ise başka hatlar üzerinden ilerler. bunu ‘intihar bombacısı’ figürü örneklemektedir ki bu figürün kendisi de pek çok soruyu doğurmaktadır. bir helikopterden atılan bir füzeyle ya da bir tankla öldürmek ile bir kimsenin bizzat kendi bedeniyle öldürmesi arasında nasıl bir özgül ayrım vardır? ölüm getirmek üzere kullanılan silahlar arasındaki ayrım, öldürmenin usulü ile ölmenin usulü arasında genel bir mübadele sisteminin tesis olmasını engellemekte midir?

    intihar bombacısı olağan bir asker kıyafeti giymemekte ve silahını sergilememektedir. şehit adayı, hedeflerini izlemektedir; düşman, kendisi için tuzağın kurulmuş olduğu bir av hayvanı gibidir. bu bakımdan, pusunun atıldığı yer oldukça önemlidir: otobüs durağı, kafeterya, diskotek, pazar yeri, kontrol noktası, yol – kısaca gündelik hayat mekânları.

    pusu yerine bedenin tuzağa düşürülmesi eklenmektedir. şehit adayı, kendi bedenini çok geçmeden patlatılacak bir silahı saklayan bir maskeye dönüştürür. açıkça görülebilir durumda olan helikopterin ya da tankın aksine, bir beden biçiminde taşınan silah görünmezdir. böylece örtüldüğünde, bedenin bir parçası halini alır. o kadar bedenin bir parçası durumundadır ki patlama anında, diğerlerinin bedenlerini de kendisiyle birlikte götüren taşıyıcısının bedenini yok eder. beden yalnızca bir silahı gizlemekle kalmamaktadır. bizzat beden, üstelik metaforik bir anlamda değil de doğrudan balistik anlamda bir silaha dönüştürülmektedir.

    bu an içinde, benim ölümümle ötekinin ölümü el ele gerçekleşmektedir. cinayet ile intihar aynı edimde birleşmektedir. ve direniş ile öz-yıkım büyük oranda aynı anlama gelmektedir. bu nedenle ölüm saçmak, ötekini ve kendini, her tarafa saçılmış ve gömmek için toplanmanın son derece güçleştirilmiş olduğu hareketsiz et statüsüne indirgemektir. bu durumda savaş bedenin bedenle savaşıdır (guerre au corps-à-corps). bombacı, öldürmek için, düşmanın bedenine yaklaşabildiği kadar yaklaşmak zorundadır. bombayı infilak ettirmek, yakınlaşma ve gizleme çabası aracılığıyla mesafe sorununu çözmeyi zorunlu kılmaktadır.

    ölümün yalnızca benim ölümüm olmadığı ve ötekinin ölümüyle el ele gittiği bu kan dökme tarzını nasıl yorumlamalıyız?[75] benim hayatta kalışımın ölçüsünün bir başkasını öldürme yetimle ve buna hazır oluşumla ölçüldüğü bir bağlam içinde, bunun, bir tank ya da bir helikopter tarafından getirilen ölümden farkı nedir? ‘şehitliğin’ mantığı içinde ölme arzusu, düşmanı da sizinle birlikte götürme, yani yaşam olasılığı kapısını herkese birden kapatma arzusuyla iç içe geçmiştir. bu mantık, diğerlerine ölümü dayatırken kendi hayatını korumayı arzulayan diğer mantığa karşıtmış gibi görünmektedir. canetti, bu hayatta kalma uğrağını bir iktidar uğrağı olarak tarif ediyor. böyle bir durumda, zafer, kesin olarak, ötekiler (mevcut durumda düşman) artık orada değilken orada olma olanağından yükselmektedir. klasik olarak anlaşıldığı biçimiyle kahramanlığın mantığı da budur: bir kimsenin kendi ölümüyle arasında bir mesafe oluşturmayı başararak diğerlerini infaz etmesi.

    şehitliğin mantığı içinde, yeni bir öldürme etkinliğini açığa çıkmaktadır. bu, zorunlu olarak madde ile form arasındaki ilişkiye dayanmakta değildir. daha önce de işaret ettiğim gibi, burada, bizzat beden şehidin üniforması halini almaktadır. fakat bu haliyle beden, yalnızca, tehlikeye ve ölüme karşı korunacak bir nesne değildir. kendinde haliyle bedenin ne iktidarı ne de değeri vardır. bedenin iktidarı ve değeri, sonsuzluğa duyulan bir arzuya dayanan bir soyutlama sürecinden kaynaklanır. bu anlamda, öznenin kendi ölümlülüğünün üstesinden geldiği bir yücelik uğrağını tesis edişiyle, şehit, geleceğin alameti altında ilerleyen bir figür olarak görülebilir. başka bir ifadeyle, ölümde, gelecek şimdinin içine doğru çöker.

    sonsuzluğa yönelik arzusu içinde kuşatılmış olan beden iki aşamadan geçer. ilk olarak salt bir nesneye, işlenebilir bir maddeye dönüştürülür. ikinci olarak da ona nihai anlamını ölüme sürülme biçimi –intihar– verir. bedenin maddesine ya da yine beden olan maddeye, bir şey olarak kendi niteliğinden değil de onun dışındaki transandantal bir nomostan türetilebilir olan özellikler yüklenir. kuşatılmış beden, işlevi, feda/kurban aracılığıyla sonsuz yaşamı varlığa getirmek olan bir metal parçası halini alır. beden kendisini ikiye katlar ve ölümde, hem düz anlamıyla hem de metaforik anlamıyla kuşatma ve işgal durumundan kurtulur.

    son olarak, izin verilirse terör, özgürlük ve feda/kurban arasındaki ilişkileri inceleyeceğim. martin heidegger, insanın ‘ölüme doğru varlık’ oluşunun her türlü hakiki insan özgürlüğünün kesin koşulu olduğunu ileri sürmektedir.[76] başka bir deyişle, bir kimse, kendi yaşamını yaşama özgürlüğüne, yalnızca, kendi ölümünü ölme özgürlüğüne sahip olduğu için sahiptir. heidegger’in ölüme-doğru-varlığa varoluşsal bir statü vermesine ve bunu bir özgürlük edimi olarak düşünmesine karşılık bataille, “gerçeklik içindeki kurbanın/fedanın hiçbir şeyi açığa çıkarmadığını” ileri sürmektedir. bu, basitçe olumsuzluğun dışlaşması değildir. aynı zamanda bir komedidir de. bataille’a göre ölüm, insan öznenin hayvan yanını açığa çıkarmaktadır ki bataille insanın bu yanını, öznenin ‘doğal varlığı’ olarak da adlandırmakta ve şunu eklemektedir: “insanın, sonunda kendisini açığa çıkarması için ölmesi gerekir, fakat bunu yaşarken –varoluştan kesilirken kendisine bakmak suretiyle– gerçekleştirmesi zorunludur.” başka bir ifadeyle, insan özne, kendi ölümünün ayırdında olmak, aktüel bir ölme izlenimiyle yaşamak için tam da ölme anında tam anlamıyla yaşıyor olmalıdır. ölümün kendisi, tam da bilinçli varlığı ortadan kaldırdığı anda bir farkındalık halini almalıdır. “bir anlamda, kurbandaki/fedadaki hile aracılığıyla gerçekleşen şey (en azından vuku bulma düzeyinde olan ya da yakalanması güç, kaçak bir anlamda vuku bulan şey) budur. kurbanda/fedada kurban/feda edilen kişi, kendisini ölüm noktasındaki bir hayvanla özdeşleştirir. böylelikle öldüğünü görerek ve hatta bir anlamda, kurban/feda silahı içinde, bizzat kendi iradesi aracılığıyla ölür. fakat bu oyundur!” ve bataille’a göre oyun, az ya da çok, içinde insan öznenin “kendisini gönüllü olarak kandırdığı” bir araç durumundadır.[77]

    oyun ve aldanma kavramı ‘intihar bombacısı’ ile nasıl bir ilişki içindedir? hiç kuşku yok ki intihar bombacısının durumunda, kurban/feda, kişinin kendisini fevkalade gösterişli bir ölüme yatırmasından ve bizzat kendisinin kurbanı (öz-kurban-ediş) halini almasından oluşur. kurban/feda edilen kendi ölümü üzerindeki iktidarı ele geçirmeye doğru ilerler ve ona kafa kafaya yaklaşır. bu iktidar, belki de bir kimsenin bizzat kendi bedenini yok etmesinin varlığın sürekliliğini kesintiye uğratmadığı inancından gelmektedir. temel fikir, varlığın bizim dışımızda mevcut olduğudur. burada, kendini kurban ediş, ikili bir yasağın yerinden edilmesinin içinde yatmaktadır: kendi kendini kurban ediş (intihar) yasağı ve öldürme yasağı. fakat burada, ilkel kurbanların aksine, yedek bir kurban işlevi görecek bir hayvan bulunmamaktadır. burada ölüm bir ihlal niteliği edinmektedir. ama çarmıha germenin aksine, bunun hiçbir günah-temizleyici boyutu yoktur. hegelci prestij ya da tanınma paradigmalarıyla da bir ilgisi yoktur. gerçekten de ölü biri, artık kendisi de ölmüş bulunan katilini (hegel’deki anlamıyla –ç.n.) tanıyamaz. bu, burada ölümün saf bir yok ediş ve hiçlik, aşırılık ve skandal olarak vuku bulduğunu mu içerimlemektedir?

    ister kölelik perspektifinden isterse de sömürgeci işgal perspektifinden okuyalım, ölüm ve özgürlük geri döndürülemez bir biçimde birbirlerine dokunmuş durumdadır. daha önce de belirttiğim gibi, terör hem köleci rejimlerin hem de geç modern dönem sömürgeci rejimlerin ayırt edici bir özelliğidir. her iki rejim de aynı zamanda özgül özgürlüksüzlük uğrak ve deneyimlerinden oluşur. geç modern dönem işgali altında yaşamak, kalıcı bir ‘acı-içinde-olma’ halini deneyimlemektir: her yerde tahkim edilmiş yapılar, askeri karakollar ve bariyerler; aşağılanma, sorgulanma ve dövülmeye ilişkin acılı hatıraları geri getiren binalar; yüz binlerce insanı her gün günbatımından şafağa kadar daracık evlerine hapseden sokağa çıkma yasakları; kendi gölgelerinden korkar bir halde karanlık sokaklarda devriye gezen askerler; plastik mermilerle kör edilmiş çocuklar; ailelerin gözü önünde dövülen ve onuru kırılan ebeveynler; salt eğlence için çatılardaki su tanklarına ateş eden, çitlere işeyen, yüksek sesle çirkin sloganlar atan, çocukları korkutmak için çöktü çökecek durumdaki kapıları yumruklayan, resmî belgeleri müsadere eden ya da çöp kamyonlarını insanların yerleşim yerlerinin ortasına döken askerler; canı sıkılınca bir sebze tezgâhını tekmeleyen ya da sınırdan geçişleri keyfine göre iptal eden sınır muhafızları; kırık kemikler; hedefleyerek ateş etmeler ve ölümler – tam bir çılgınlık durumu.[78]

    böylesi koşullarda yaşamın disiplini ve zorlukların (ölümle sınanıyor olmak) getirdiği zorunluluklar aşırılık tarafından damgalanmıştır. terörü, ölümü ve özgürlüğü birbirine bağlayan şey, faniliğe ve siyasete ilişkin esrik bir kavrayıştır. burada gelecek sahih bir biçimde öngörülebilir, fakat şimdinin içinde değil. şimdinin kendisi bir görüş anıdır – henüz gelmemiş olan özgürlüğe yönelik bir görüş. şimdinin içindeki ölüm kurtuluşun bir dolayımlayıcısıdır. bir hudut, bir sınır ya da bir bariyer olmak şurada dursun, ölüm, “terörden ve kölelikten bir çıkış” olarak deneyimlenmektedir.[79] gilroy’un da işaret ettiği gibi, sürekli bir kölelik yerine ölüme yönelen bu tercih, bizzat özgürlüğün (ya da özgürlük yoksunluğunun) doğası konusunda güçlü bir yorumun imkânını açmaktadır. eğer bu yoksunluk, köle ya da sömürgeli için varolmanın taşıdığı anlam ile aynı doğaya sahipse, aynı yoksunluk, aynı zamanda, onun kendi ölümlülüğünün muhasebesini yapma biçimini de oluşturmaktadır. gilroy, köle avcıları tarafından köşeye sıkıştırılan kölelerin bireysel ya da toplu intihar pratiklerine gönderim yaparak, bu durum içinde ölümün bir faillik olarak tasarımlanabileceğini ileri sürmektedir. çünkü ölüm, üzerinde ve ötesinde bir güce sahip olduğum bir olgu durumundadır. fakat aynı zamanda özgürlüğün ve olumsuzlamanın işlediği uzamdır da.

    http://ayrintidergi.com.tr/nekro-siyaset/
hesabın var mı? giriş yap