• halikarnas balikcisi nin anadolu efsaneleri dizisini takiben yazdigi ve mitolojinin anadolu kolundan bahsettigi incelemesidir. kitaptaki bolumler:

    -olympos'lu tanrilar:

    zeus, hera, poseidon, apollon, aphrodite, hermes, ares, hestia, hephaistos, athena, hades

    -girit'te minoen'lerin dinleri

    -mykene

    -hittitler

    -kybele:

    kabirler, semivirler, koribantlar, daktiller

    -eski yunan vezni

    baslangic icin son derece ogretici bir inceleme olarak kabul edilebilir.
  • halikarnas balıkçısı 'nın muhteşem eseri. ikinci baskısı da 1962 nin ocak ayında yapılmış.
    bu başlıkta bahsedeceğim; ancak bir şeyi hatırlatmak istiyorum; murat belge başlığına girdiğim bir entiride uzun uzun bu eserden alıntı yaptım. ama gönlüm razı olmadı orada kalmasına evvela buraya da alayım o alıntıyı sonra yeni bilgilerle, alıntılarla süsleyeyim başlığı:

    "bu sebepten dolayı biz, o medeniyetin, yani klâsik medeniyetin gerçekten vârisleriyiz. çünkü o kültür anadolu'da doğup gelişmiştir, anadolu'dan yunanistan'a geçmiştir. bu gerçeğin anlaşılması —bilhassa duygu alanına geçirilmesi—, zihniyet ve ruhî halet itibariyle, birçok hayırlı ve güzel neticelere ve değişikliklere sebep olabilir."
    ..

    "batı'da küçük çocuklara, yunan efsaneleri diye, anadolu efsanelerini okutup anlatırlar. işte bunlar, bizim elde etmek istediğimiz batı'lı kültürün kökünü ve temelini teşkil ederler. daha sonra, gençlik yağındaki çocuklar, klâsiklerle beslenip büyütülürler. bu suretle batı âlemi, tamamiyle yabancısı bulunduğu bir kültürün vârisleri yerine getirilir. bir taraftan da, hemen her fırsatta, grek'lerle aynı kökten —yani hint-avrupai— oldukları ilân edilir. bu surette de, grek'lerle kendilerinin arasında bir kan bağı, hâsılı bir soy sopluk ve hısım akrabalık kurulmuş bulunur. "

    [burada bir not düşmek istiyorum; dikkat ediniz rica ediyorum; "işte bunlar, bizim elde etmek istediğimiz batı'lı kültürün kökünü ve temelini teşkil ederler." bakın böyle diyor hb. satır aralarını çok iyi değerlendirmelisiniz!]

    "bugün avrupa kültüründe yüksek mevki tutan bir zat ile beraber, ege anadolu'sunun şehir ve mabetlerinin harabelerini gezerken, o zat, o berrak arşipel göğünün ve güneşinin altında, birdenbire durakladı ve bana: «çok tuhaftır! fakat ben, yunanistan'daki harabeleri dolaşırken, oralarını hiç yadırgamıyordum; oraları, eskideri beri tanıdığım kendi evimmiş gibi bir duygu içinde geziyordum. oysa burası, bana o duyguyu vermiyor!» dedi. bu şoven duygusunun, çocukluğundan beri kendisine yapılan telkinin bir neticesi olduğunu, eğer coğrafya bakımından yunanistan'ı anadolu, anadolu'yu da yunanistan saymış olsaydı, o zaman burasını benim seyip, orasını yadırgamış olacağını, kendisine söyledim."
    ..

    "ingiltere'de onuncu yüzyıldan onyedinci yüzyıla kadar, ingiliz'lerin troyalılar ahfadından oldukları tartışılırdı. 1200 yılında geoffrey of monmouth, eneas'ın (bkz: aeneas) torunu brutus'un, troya ırkının kalıntılariyle ingiltere'ye geldiğini ve troynovant yani yeni troya'yı kurduğunu (bu şehir, yazarın iddiasına göre, bugünkü londra şehridir) ve troya'lılardan önce ingiltere adasında ancak devler yaşamış olduğunu, ciddiyetle yazar. bu efsane, onsekizinci yüzyılın başına kadar, birçok aklı başında ve başı yerinde âlimler tarafından —meselâ stow tarafından 1605'de, speed tarafından da 1629'da— münakaşa ve kabul ediliyordu. hollingshead gibi bir adam bile, bu kanaatte idi. ilk ingiliz şairlerinden spencer ile dryton, bu efsaneyi şiir olarak anlattılar."

    "onsekizinci yüzyıla kadar, bütün avrupa'da kabul edilen bu gibi efsaneler, daha sonra, mahiyeti değiştirilerek ilmîleştirildi. bu arada, tarihçilere yakışmıyan bir taraf tutma ile, bütün hellenik noksanlar, aksaklıklar ve hoyratlıklar hasır altı edildi. pek güzel bir misâl değil, fakat yunan heykellerinin yanakları kırmızı, gözbebeklerî kara ve mabetlerle sütunların kahverengi, lâcivert ve başka renklerle boyandıkları bilindiği halde, «ak mermerden yapılma aphrodite, hermes heykellerinde», «joconde» un gülümsemesinden bin kere daha manalı ve kur'anın her ayetinde ham sofularca farz edilen yedi bin yedi yüz yetmiş yedi hikmetten daha hikmetli neler de neler bulunmadı! hele o mavi gökleri musiki notaları gibi, ding! dang! dong! diye dilim dilim eden kar beyaz hellenik sütunlarından, heyecan saraları ile sarsılarak bahsedildi. bir taraftan hellenik ne varsa böylece pöh pöhlenirken, öte taraftan da hellen'lere muarız sayılanlara istihfafla asyatik denildi. ve bu asyatik denilenlerin, hellenierden daha hâs «hint - avrupai» oldukları meydana çıkınca da, bu sefer yeni bir sıfat icat edilerek, muarızlara asyanik denildi."

    "ondokuzuncu ve yirminci yüzyılda avrupa'nın — ilmi araştırmalar yapan— tarihçileri, grek'lerin —ve bilhassa grek saydıkları akha'ların— kuzey avrupa'dan gelme, mavi gözlü ve sarı saçlı avrupa'lılar olduklarını, home-ros'un menelaos'tan ksantos —yani sarı— diye bahsettiğine, zeus'un en büyük ve en eski mabedinin kuzey yunanistan'da epiros'ta dodona'da bulunduğuna, grek'lerde bazan kuzey kabilelerinde pek ilkel şekilde rastge-linen ekklesia ve bule gibi kurultayların varlığına dayanarak, iddia ederler. euripides, danae eserinde, yunanistan'da esmerler pek çok, sarılar pek seyrek oldukları için, sarıların pek gözde olduklarını, bundan dolayı bazan kadınların, hattâ bazan da züppe erkeklerin «komes ksantizmata» kullanarak saçlarını sarıya ve kırmızıya boyadıklarını anlatır. zeus'a gelince, onun yapısında — çünkü birçok tanrıların birleşmesinden peydahlanmıştı— bir kuzeyli tanrı da mevcut olabilir. fakat homeros, zeus'un gözlerinin kara olduğunu kaydeder. sonra da, olympos tepesinde, kendisine yalvaran thetis'e «evet» makamında başını salladığını ve koskoca dağı temellerine kadar sarstığı zaman, sallanan ambrosia'lı saç büklümlerinin de kara olduğunu söyler. troya savaşında zeus, kuzey avrupa'lı tarihçiler tarafından kuzeyli diye tarif edilen akha'ların değil, fakat troya'lıların tarafını tutar."

    "ekklesia ve bule meclislerine gelince, bunların da ilkel şekillerinin, güney afrika'nın kapkara zencilerinde de, amerika'nın kırmızı derililerinde de, çin ile başka yerlerde de bulunmakta olduğu meydana çıkmıştır. binaenaleyh, amerika'lı zencilerin de aslen sarı saçlı, mavi gözlü kuzeylilerden gelme oldukları iddia edilebilir. son zamanlarda bir alman tarihçisi, bin küsur sayfa yazarak, grek'lerin teuton olduklarını isbat etti. chipier adında bir fransız tarihçisi de, efes artemis'inin papazlarına, byzos, baş papazına da megabyzos denilmesinden tutturarak, bu tanrıçanın, gal aslından, halis muhlis bir lâtin olduğunu ileri sürer. bu gidişle zavallı öksüz anadolu'ya, ilâç için olsun, bir tanrı bile kalmıyacaktır."

    "avrupa'lıların isa'dan iki bin yıl önce bir medeniyet veya kültür yaratmış olmaları imkânsızdı. çünkü onlar, ancak rönesans devrinde uyanabildiler; ve bu uyanışları da kuzeyden değil, güneyden geldi. oraya da doğudan geçmişti. akhileus'un hamburg'dan, artemis'in de paris'ten geldiğini iddia etmek, apollon'un alpoğlan'dan, artemis'in de erdoğmuş'tan gelme olduklarını ileri süren bâzı aşırı türkçüleri bile yaya bırakır. birleşmiş milletler, insanoğlunun tarafsız bir tarihini yazdıracakmış —pek güç ya— bu işi başarabilirse, ne mutlu ona!"

    "sarı saçlılık veya kara gözlülük münakaşası —bazı toparlak gözlü miyop ve gözlüklü, burun uçları kalkık ve yaşları geçkin anglosakson missislerinin sırtlarına uzun yenli ionya peplosları giyerek, zarif ionya dansları ediyoruz diye ortada sıçramaları kadar— gülünçtür. "

    [bu hususta belirtmekte fayda görüyorum; bu tartışmayı gülünç buluyor hb. yani onlar sarı saçlı değil, kara saçlı olmalı bizimkiler gibi demiyor, bu tartışmayı başlı başına gülünç, manasız buluyor.]

    " çünkü homeros devrinden çok önce — hele anadolu'da — ırklar, bulamaç halinde karışmıştı. grek'lerde akha'ların menşeleri hakkında biricik hâtıra, pelops efsanesidir (bk. anadolu efsaneleri'nde tantalos, pelops ve niobe efsaneleri). bundan başka batı anadolu'da, bütün adalar denizi adalarında, yunanistan'da yer, deniz, burun, dağ ve nehir adları aynı kökten olduklarına göre, yunanistan ve adalar denizinde oturmuş olan insanların, anadolu'da oturmuş olan insanlardan oldukları anlaşılıyor."

    "biz bir yandan batı kültürünü benimsemiye kalkışırız. batı ise klâsik kültürünü benimser ve kendisini o a-sıldan bilir. fakat biz, vaktiyle anadolu'da yaşamış olan ecdadımızın yarattığı o kültürü yadırgar ve yabancısarız. dudaktan olarak batılılaşmaktan söz ederiz. ne var ki, anadolu'daki eski kültürün sözü geçtikçe. «adam sen de! yunan kültürü!» dîye omuz sîlker ve konuyu baştan savarız. buna sebep, batının kendisini sütbesüt klâsik aslından, bizi ise barbar aslından asyatik sayması, bizim de batının bu kanaatına içten içe katılmarnızdır. evet, bu noktayı ağzımızla ikrar etmiyor, fakat kalbimizle tasdik ediyoruz. zaten, böyle olmasa, batıyı taklit etmemize lüzum kalmazdı. bu duyguya bir tepki ve bu hale bir protesto olarak, her şeyin türk olduğunu isbata, teselli kabilinden de, kazanmış olduğumuz eski muzafferiyetlerle övünmiye kalkışıyoruz. hindistan'da bir ingiliz, eski pantolonunu ve yeni pantolonu için kumaşı, tutup bir hint'li terziye götürerek, ona eski pantolonunun aynısını yapmasam tembih etmiş. terzi, yeni pantolonu dikince, eskisiyle beraber ingiliz'e götürmüş. ingiliz, iki pantolonu birbirinden ayırdedememiş. çünkü birindeki leke ve yırtıklar, ötekinde de aynen ve aynı yerde varmış. îşte taklit böyle olmamalı! biz batıdan elektrik lambasını, buzdolabını, şehir planını alınca, artık batılı ve modern olduk sanıyoruz. halbuki batılı zihniyet, o ampulden daha iyisini ve daha ilerisini yapmıya savaşan zihniyettir. bu ilerleyiş dolayısiyle batıdan harfiyen aldıklarımızda pek geç kalıyoruz. mesela, şimendifer yapmiya kalkıştık; biz onu yapıncaya kadar, şimendiferin modası geçmiş bulundu; ve batı şose, kamyon ve otobüsü icat etti; yani biz bir pantolonu taklit ederken, batılı yeni bir pantolon yaptı. yıllarca sonra ikmal edilecek şehir planları da, bittabi aynı akıbete uğrayacak. daha iyisini ve ilerisini yapma isteğinin, yani yaratıcı atılışın kökünde tecessüs ve merak duygusu vardır. bu duygu, hiçbir pratik neticeyi gaye edinmez. yalnız öğrenmek ister ve araştırır. pratik netice keşiften çok sonra gelir. taklit etmemiz lâzım gelen bir şey varsa, o da, bu araştırma gücüdür, ve bu araştırma gücüdür ki — bittabi her sahada—bilhassa bu bizim anadolu'muzun eski kültürünün gerçeğini meydana çıkarma işini başararak, ilerleyişi köstekleyen birçok kompleksleri ortadan kaldırır. biz bu diyarın gerçek vârisleriyiz, dedik. fakat, bu mirasımızı, şimdiye kadar dört bucağa pek mirasyedicesine saçtık. osmanlı devleti sırasında, dünyanın yedi hârikasının, yedisi de osmanlı toprakları içinde idi. o mirasın, elle tutulur sanat kalıntıları, babalarının mallarıymış gibi, şimdi, batının çeşitli müzelerindedir. o «ne olacak? gâvur putu! yabancı şeyler.» dedik. o eski mimarlık ve heykeltraşlık anıtlarından çok daha önemli olarak, onlardan kalma bir de kültür serveti vardır. onu da, bizim başımıza kondurmadan «adam sen de! vazgeç! asklepios, aftospiyos, kıtıpiyoz yunan kültürü» diye, batılıların başlarına savurmuş bulunuyoruz. şimdi biz, şapka diye, onların külahlarını taklide çalışıyoruz."

    "eski muzafferiyetlerle —yâni arkaya bakarak— iftihara gelince, bir milletin tarihindeki muzafferiyetlerle iftihar etmesi kadar tabiî bir şey olamaz (kazanılmış yüzlerce zafer dolayısiyle başka milletlere kıyasla, daha bol iftihar vesilesi elimizde de var). yalnız bütün bakışlar ve bilhassa gayretler, tamamiyle arkaya dönmüş olmasın! bu vaziyet, bu takdirde pek gayri tabiî olur."

    "dante'nin îlâhî komedi'sinin cehennem'inde, istikbali görmek iddiasında olan kâhinlerin cezalandırıldıkları bir yer vardır. bunların yüzleri, boyunları burkularak, tam arkalarına bakar ve, kıçın kıçın geriye doğru yürürlerken de, ilerlediklerini sanırlar. dante onlar hakkında:

    'forse per i'orza gia di parlasia
    si travolse cosi alcun del tutto;
    ma io nol vidi, ne credo che sia.'

    der, yani: «belki felç dolayısiyle yeryüzünde insanların biri bu mertebe tersine burkulmuştur. fakat, doğrusunu söylemek gerekirse, ben (dünyada) böylesine hiç rastgelmedim ve ne de (dünyada) böylesinin var olduğunu sanıyorum.» der.

    gerçekten de böyle bir durum anormal olur, iftihar edilen o zaferler, geçmişin bir anında veya gününde elde edilmişlerdir. bu an ve gün ile o an ve günün bir farkı yoktur. bu anda ve bu günde, o anda ve o günde kazanılan zaferler gibi —başka çeşitten de olsa— bir zafer kazanılabilir. yepyeni günü, geçmiş günün bir olayına ta mamiyle kurban etmekle, güzelim yepyeni güne yazık edilmiş olur!
    "
    "günlük edebiyatta, sürüm sağlamak amaciyle geçmiş tarihî olayların kahramanlarına— gerçekte hiç de böyle olmadıkları halde— bir kabadayılık, hattâ bir hoyratlık ve hunharlık atfedilir. meselâ, üstün stratejisi ve zekâsiyle ün salmış birisi de olsa, ondan: «koç boynuzu bıyıklarını burup burup— ha hayt! kuman evlâtlarım! — diye bir nâra saldı ve koca palasını sıyırdı» şeklinde bahsedilir. bu makule külhanbeyimsi hareketlerle —manialar olmasaydı— müsamahası dolayısiyle isviçre gibi bir siyasi teşekkülü yaratmıya namzet olan bir osmanlı devleti değil, fakat alelade bir çadır bile kurulamaz. bazı basının sırf paraca kazanç kaygusuyla yaptığı bu iş, biraz da fransız'ların kaz karaciğerlerinden bol bol «foie gras» (kaz karaciğeri ezmesi) elde etmek için, kazları hasta ederek, karaciğerlerinin büyümesine sebep olmalarına ve bu münasebetle gövdeye atacak karaciğer ezmesi tedarik etmelerine benzer."

    "ormanda şaşırıp yollarını kaybedenler, kurtulacağız diye yürürlerken, artık, fasit bir daire üzerinde, tekrar tekrar dönüp dolaşırlar. bu fasit daireden kurtulmak için, nereden yürünmiye başlanmışsa, gene oraya varıp, oradan yeni bir istikamet almak gerekir (güzel sanatlarda dekadans başgösterdiği zaman, primitiflere dönüş, böyle bir harekettir.) buradaki konuda —sırf türk diye bilinen tarih ve kültürü ihmal etmemekle beraber — batı kültürünün ilk ve daha önceki çağ anadolu'suna dönmek, yukarıda anlatmıya çalıştığımız birçok iyi neticeleri verir, bir yandan da, osmanlı devletinin kurulmasında ilk çağ anadolu'sunun ne büyük tesirleri olduğu anlaşılır. bu arada ahilerin, bektaşilerin, mevlevîlerin, zeybeklerin, tahtacıların ve kızılbaşların da muammaları çözülmüş bulunur."

    "klâsik medeniyetin menşei araştırılınca, klâsik kültürün sarih olarak ilk belirdiği —yani kendilerine sonraları hellenik diyen toplumun, kendilerini barbar dedikleri yabancılardan ayırdıkları ve olympos'lu tanrıları teşkil ettikleri- yerin, anadolu'da ionya olduğu anlaşılır. bu iş, zaman bakımından, isa'dan önce dokuzuncu ve belki de onuncu yüzyıllarda oldu. çünkü homeros ve ondan önce gelip de meçhul kalanlar, o sıralarda yaşadılar. homeros «îlyada» ve «odysseia» yi ion lehçesinde, dokuzun-cu yüzyılda yazdı. ion kelimesi grekçe değil, anadolu'lu bir dile mensuptur. başlangıçta ionya'lılar (yâni yunanlılar) bu kelimeyi iavan diye yazıyorlar ve böylece telâffuz ediyorlardı. bu anadolu'lu insanlar, kendilerini iavan oğulları sayıyorlardı. sonraları, bu kelimenin «v» si kaldırıldı, kelime iaon ve daha sonra da îon şekline girdi (tevrat'ta ve yahut încil'in pentateuch'nde, ki isa'dan önce onbeşinci yüzyılda yazılmıştı. javan iafes'in oğlu olarak anılır. oradaki bu sözün, îon'larla ilişiği olmasa gerek), ion'ların anadolu'lu yerli halka nasıl karışmış bulundukları, herodotos'un ve thukydides'in eserlerinde okunabilir. ne var ki, dor'ların istilâsından kaçtıkları rivayet edilen bu halk, homeros 'un akha'ları ve danao'ları oldukları söylenir. bunlar ise, daha önce bahsettiğimiz gibi, vaktiyle anadolu'dan yunanistan 'a göç etmiş olan halklardı." (sf:8-16)
  • "büyük bir değişiklik olunca, değişikliğin neticesinde yeni bir kültür ve yeni bir ideal doğunca, gelişen yeni şey, kendini çok defa yeni diye ilân etmez, fakat kendini, eskinin ihya edilmiş bir şekli veya bir eski asla dönüş sayar. meselâ, fransız ihtilâli, geçmişten en çok ayrılmış inkılâplardan biri olduğu halde, o inkılâbı yapanlar, eski roma cumhuriyetçiliğine ve tabiî insan hayatının sadeliğine dönmekte olduklarını sanıyorlardı. bizde de yeni türkçe, yepyeni bir şey olduğu halde, türk dillerinin aslına ve aslındaki sadeliğe bir dönüş sayılır, ion'lar da kendilerini, apollon'un oğlu hayalî bir ion'un evlâtların-dan sanırlardı. güya apollon, kreusa adında bir kızı sever. ondan ion adlı bir oğlu olur, kreusa, sonra ksutos adında bir erkekle evlenir; fakat ondan çocuğu olmaz, işte bu, ion hakkındaki birinci efsanedir. bütün grek'lerin kendilerine hellen demeleri sonradır, ikinci bir efsaneye göre, güya deukalion'un hellen adlı bir kahraman oğlu, onun da doros, ksutos ve aiolos adlı üç erkek çocuğu olur. doros'tan dor'lar, ksutos'tan ion'lar ve aiolos'tan da aiol'lar doğar. grek sayılan bu üç kola, bu suretle, hellen adı verilir, ilk efsanede ion'lar apollon'un neslinden iken, ikinci efsanede hellen'in oğlu ksutos'un oğullarından olurlar. bu ikinci efsanenin bu üç kolu birleştirme kaygusundan ileri geldiği meydandadır. buna rağmen, ta başlangıçtan beri dor'lar, ion'ları hellen olmamakla ittiham ederler. bu zıddiyet tarihî zamana —yâni kendilerini dor sayan sparta'lıların ve kendilerini ion sayan atinalıların birbirini karşılıklı olarak mahvettikleri âna— kadar sürüp geldi."

    ..

    "platon (felâtun: adamın pek arapçalaştırılmış adıdır. bâzıları eflâtun yazarak, adama patlıcanin eflâtunî rengini verirler). «euthydemos» adındaki kitabında, sokra-tes'in «hiçbir ionya'lı bir zeus «patroos» (baba) u tanımaz. bizim patroos'umuz apollon'dur, çünkü ion'un babası odur.» dediğini kaydeder. bu sözler ise, ikinci efsaneye değil, birinci efsaneye dayanır. apollon'a gelince, troya savaşında hiç de hellen değildir. akha'ların kanlı bıçaklı düşmanıdır. grek ordusu mahveder. troya'lı hek-tor'a durmadan yardım eder. akhilleus'u öldürür. apollon'a ithaf edilen homerik ilâhilerde («hymnos»larda) musa'ların bu büyük kılavuzunun ve göklerin bu ulu ok atıcısının olympos'a yanaştığı zaman, zeus ve leto müstesna, öteki bütün tanrıların tahtlarından korkuyla ayağa sıçradıkları okunur, ionya'lı homeros, ilyada'da bittabi ionya'lı tanrıyı getirdi. her ne kadar gelenek, bu tanrıyı grek'lerin düşmanı olarak gösteriyorsa da, — o zamanın şairleri geleneğe bağlı kalmak zorunda idiler—, homeros'ta onu küçültmek meyli yoktur. apollon, homeros'un olympos'lu tanrılarının en heybetlisi ve en muhteşemidir. kendisi anadolu'nun eski matriyarkal cemiyetine ait bir tanrı idi. belki de, hittit'lerin arinna güneş tanrıçasının sevgilisi güneş tanrısıdır. ion'ların baba saydıkları tanrı, işte bu apollon'dur.
    "
    ..

    "ion sözünün batıya doğru seyahatına paralel olarak grekçe ne üzümün, ne şarabın, ne incirin ve bilhassa ne de zeytinin adlarının grekçe aslından olmayıp, birçok dağ, burun ve körfez adları gibi, bir anadolu'lu dilin kökünden oldukları anlaşılmıştır. delice zeytini, portekiz'den hindistan'a kadar vardır. fakat zeytinin, bir gıda maddesi olarak kullanılışı, yunanistan'a anadolu'dan geçmiştir. çünkü homeros, anadolu'da zeytinyağının, bir tuvalet yağı olarak, hattâ yazılarının başka bir yerinde de, ilâç olarak kullanıldığını anlatır. bittabi, bir gıda maddesi olarak kullanıldığını yazmıya lüzum görmemiştir. zeytin ağacı, anadolu'da ve anadolu'ya ait adalarda boldur, yunanistan'da ise seyrektir. zaten zeytin, yunanistan'a ion-ya'dan başka bir yerden gelemezdi. rodos adası italya'nın egemenliği altında iken, italyan'lar italya'dan, italya delicelerinin üzerine aşılanmış cins zeytin fidanları getirdiler. italyan'lar ne ettilerse, bir türlü o fidanları tuttura-madılaı. bunun üzerine, marmaris ve bodrum'dan, tonlarca anadolu'lu delicelerin tohumlarını getirtmek zorunda kaldılar. (delicelerin kökleri, hangi toprağın hangisi olduğunu, hudutlar çizen diplomatlardan daha iyi bilir), tanrıça athena'ya ait bir efsane, zeytinin yunanistan'a nasıl geldiğini imâ etmesi bakımından önemlidir. tanrıça athena ile denizler tanrısı poseidon, atina şeh- ' rinin hâmiliği için, müsabakaya girişirler. şehre en faydalı şeyi getiren, muzaffer sayılacaktır. poseidon atı, athena ise zeytin ağacını getirir. athena kazanır ve şehrin koruyucusu olur. o zamanın megaron denilen, iki gözlü evlerinin alt odalarında pencere yoktu. o karanlıkta poseidon'un atını oynatacak değil, kandil yakacaklardı. zaten yunanistan'da zeytin, azlığı yüzünden, kutsal bir hal almıştı. yarışlarda kazananların alınlarına, zeytin dalı çelengi konulurdu. ispanya'da zeytine aceituna (arapça elzeytun'dan) denir. ispanya'da delice, arap'ların araba kelimelerinden önce vardı. fakat zeytinin bu adla anılması, zeytinin ispanya'da bir gıda maddesi olarak kullanılması âdetinin, arap'lar tarafından getirildiğini gösterir.
    anadolu'dan yunanistan'a getirilmiş olan bir iki önemli şey arasında, fenike'den alındığı iddia edilen bir de alfabe vardır. bu fonetik alfabe, ilk önce anadolu'da kullanıldı. o zaman yunanistan, yazıya şiddetli bir lüzum duymayacak kadar geri idi. hattâ orası tamamiyle kültürsüz ve vahşî bir yer sayılabilirdi. ve böyledir ki, homeros ve ondan iki yüzyıl sonra babasıyla beraber anadolu'dan yunanistan'a göç eden hesiodos, hayallerini, hâtıralarını ve düşüncelerini, ancak lon lehçesinde yazabildiler. "
    ..
    "ion lehçesi ise, en eski grek lehçesidir. yani ondan önce gelmiş ve kullanılmış bir başka lehçe yoktur. attika (yani atina ve dolaylarının) lehçesi, bu ton lehçesinden gelişmedir. aiol lehçesi, ilk olarak midilli adasında, sappho ve alkaios tarafından kullanılmıştı. barbar kelimesi, grekçe konuşulmayıp da başka bir dilde «vırvır» veya «carcar» diye lâkırdayanlara greklerce atfedilen bir ad idi. (meselâ türkçede, «bar bar bağırdı» deriz. burada söz onomatopoetik'dir, yani anlatmak istediği şeyin sesini taklit eder: mırıldamak, fısıldamak gibi). ne homeros'ta, ne de ondan bir iki yüzyıl sonra anadolu'dan yunanistan'a göç etmiş olan hesiodos'ta ne barbar kelimesine, ne de hellen kelimesine rast geliriz. meselâ, isa'dan önce dördüncü yüzyılda yaşamış olan herodotos'un eserinde, barbar kelimesine tesadüf edilir, fakat bu kelime orada, yabancılara yani barbarlara karşı bir istihfafı göstermez. hatta herodotos, barbar dediği yabancıları hor görmek şöyle dursun, onlardan çok kere sitayişle bahseder. barbarları hor görmek âdeti, yunanistan'da peyda oldu."

    ..

    "buraya, şu önemli olayı da kaydedelim: yunanistan'da atinalı solon, grek kültürünün yunanistan'daki ilk mümessili sayılır. isa'dan önce altıncı yüzyılda yaşamış olan bu adam, bir tüccardı ve işlerini görmek üzere anadolu'ya gidip gelirdi. anadolu'da yazı yazmasını öğrendi ve gene anadolu'da gelişmiş sosyal kurulları gördü. anadolu'da öğrendiği lon lehçesinde şiirler yazdı. fakat şiirlerin, kendisinden önce gelen midilli'n sappho veya paros'lu arkhilokhos gibi şair olduğu için değil, o devirde yazı, manzum olarak yazıldığı için yazdı. yoksa solon yüz yıl sonra geleydi, mutlaka nesir olarak yazardı. o devirde arazi zenginlerin elinde idi. halk zenginlere ait toprakları —mahsulün altıda birini alarak— işliyordu. bu pay geçimlerine yetmediği için, zenginlere borçlanıyor, borçlarını ödeyemediklerinden dolayı da haraç mezat köle olarak satılıyorlardı. solon, o sıralarda, okuma yazma bilen, dünya görmüş bir adam olduğu için, arkhon (kanun yapıcı hâkim) seçildi. arkhon'ların âdeti, o mevkie seçilince, zenginlerin topraklarını —eksiltmeden— muhafaza edeceğini ilân etmekti. solon böyle bir söylevde bulunmadı. bütün borçları keenlemyekün saydı; bundan dolayı da satılarak köle olmuş olanlara hürriyetlerini iade etti. solon'un bu ıslahatına kurtuluş denilerek şenlikler yapıldı. solon kanunlarına göre, kimse borçtan dolayı köle olamazdı. yunanistan'daki yeygi değerleri yükselmesin diye de, yeygi ihracatı yasak edildi, işte bu kanunlar, bir sürü noksanlarına rağmen, yunanistan'ın' demokrasiye doğru ilk ilerleyişi sayıldı.
    şimdiye kadar anadolu'da ion'lardan söz ettik. yunanistan'da hellen şuurunun anadolu'dan yunanistan'a geçmesi, isa'dan önce altıncı yüzyılda olmıya başladı. ancak isa'dan önce, 560-527 yılları arasında yani atina'da peisistratos zamanındadır ki, homeros'un eserleri yunan yarımadasına geçti ve atina'nın panathenaia festivallerinde muayyen bir sıramla okunmıya başlandı, işte o zaman, bu eserler, atina'da kutsallaştırıldı ve oradan bütün yunanistan'a yayılarak hellenik şuur peyda oldu. bu arada, anadolu'dan yunanistan'a geçen olympos'lu tanrılar ile hellen'lerin dini de kurulmuş bulundu."

    ..

    "ion'lu şuur, anadolu'da geliştikten ancak üç yüzyıl sonra yunanistan'a geçebilmiştir. herodotos «homeros ile hesiodos, grek tanrılar hanedanını kurdular, onlara adlarını taktılar, vazifelerini ve sanatlarını tâyin ettiler.» diye yazar ve bu işin, kendi gününden (m. ö. 430) dört yüz yıl önce olduğunu ilâve eder (homeros ile hesiodos, bu tanrıları tutup yoktan var etmediler. anadolu tanrıları adını verdiğimiz bu kitap, tanrıların menşelerini araştırmıya çalışır) fakat anadolu yunanistan'a dilini, dinini, klâsik şuuru ile hellenik denilen medeniyetin esaslarını vermekle kalmadı, isa'dan önce 490 yılına doğru, yunanistan'ın pers'ler tarafından istilâsı, klâsik kültürün ve yunan medeniyetinin geçirdiği en büyük tehlike sayılırdı. son zamanlardaki bazı avrupa tarihçileri, bu kanaatta değildirler. çünkü pers'ler ionya'yı, o devrin en ileri şehri olan milet'i, başkenti ile beraber bütün karya'yı zaptettikleri halde, oralardaki sosyal kurullara dokunmadılar. bu kurullar, bu ionya ile güney anadolu'daki klâsik kültür hareketi devam etti, gelişti. asıl, pers istilâsından öncedir ki, anadolu'dan yunanistan'a gelen klâsik kültür ve hellenik denilen medeniyetin varlığının en büyük tehlikesiyle karşılaştı."

    ..

    "orfik'lerin mistik tarikatı veya dini, isa'dan önce yedinci yüzyılda yunanistan'a yayılmıya başladı. yakın doğudaki bu yeni din, şayet yunanistan'da bütün hurafeleri, sırları ve sihirleriyle kökleşseydi, muhakkak, akliliği, felsefeyi ve ruh hürriyetini boğar, hayatı akla ve güzelliğe dayanan bir eser yaratmak arzusunu tamamiyle söndürürdü. hayat artık geleneklere, hurafelere ve papaz güruhuna alt olurdu. solon devrinde, dünyanm yaratılışı hakkında homeros ve hesiodos'un tanrılar nesebine, teogoni'sine dair yazdıklarına karşı, entelektüel bir isyan baş göstermişti. bu naklî teogoni'ye anadolu'da milet'li thales ve gene milet'li anaksimandros ve onları takip edenler, tamamiyle aklî, tabiî felsefelerle mukabele ettiler. zaten bu adamlara filozof değil, fakat «physiologos» yani fizikçi denirdi, isa'dan önce dokuzuncu yüzyılda homeros'un teogoni'si, her ne kadar ileri bir adım sayılabilirse de yüzyıllarca sonra bu teogoni'nin insan aklı üzerine abana kalması, dünkü hakikatin bugünkü yalan olarak temadisini sağlayabilirdi. yalanın temadisinin de pek öldürücü tesiri olabilirdi. bisiklet yürürse durur, durursa düşer."
    ..

    "entellektüel isyandan sonra, homeros ve hesiodos'un mitolojisine karşı başka bir isyan, bu sefer ahlâkî bir isyan basgösterdi. bu isyan orfizm denilen bir şekil aldı. bu tarikat veya hesiodos'un verdiği efsaneleri, moral bir duyguya uyacak surette değiştirip tefsir ediyordu. bu iş-de, m. ö. 640 yılında sicilya'da doğan şair stesikhoros un büyük tesiri oldu. mesele, klytaimnestra tarafından ve karısı klytaimnestra'nın da kendi oğlu orestes tara-fından öldürülmesidir. bu mitoloiik olayı ilk önce nakledenler, bu sade olaylardan ahlâkî bir hisse çıkarmayı akıllarından bile gecirmemislerdi. halbuki stesikhoros öyle mi yapıyor? hayır! ona göre agamemnon, kendi (aynı zamanda klytaimnestra'nın) kızı iphigeneia'yı kurban olarak öldürttüğü için, karısı tarafından öldürüldü. karısı da, kocası agamemnon'u öldürdüğü yani bu cinayeti islediği için, orestes tarafından öldürülür. olayların naklinden ibaret olan bu efsanenin bu yolda yorumlanması, ortada şaşmaz bir adalet olduğunu göstermiye yeltenir. tşte. efsanevî olaylara da bu suretle ahlâkî bir düzen verilmiş olur. stesikhoros tarafından başarıları bu kabîl ahlâkî efsanelerden, aiskhylos ve daha başka tragedia yazarları pek faydalandılar. ne var ki; bu ahlaki hareket, orfik denilen bir tarikat, hattâ bir din mahiyetini aldı; orfik dinin veya tarikatın şeyhleri ve mürşitleri, kendilerine göre bir ilahiyat uydurdular. bu işlereagdistis, dionysos ve zagreus efsanelerini karıştırdılar ve bunun neticesi, yeni bir mistik ve metafizik cereyandır, aldı yürüdü. yunanistan'ın her tarafını kerametler, mucizeler ve sihirler sarmıya başladı."

    ..

    "kuzey yunanistan'da dionysos ancak m. ö. sekizinci yüzyılda itibar görmeye başladı. anadolu'nun derelerinden ve tepelerinden yunanistan'ın olympos tepesine, hemen hemen ancemaatin göç eden tanrılar kafilesine pek geç katılan bu yabancı tanrı, ilk önceleri orada hiç de iyi karşılanmadı. ne var ki, aradan çok zaman geçmeden, orgia'ları orman yangını gibi atina ve dolaylarında parlayıp, yunanistan'ı sarmıya koyuldu. ona tapanlar, geceleri dağ tepelerinde toplanıyorlar, sırtlarında geyik postu ve ellerinde meşaleler ve «thyrsos» denilen üzerlerine sarmaşık dolanmış çubuklar sallayarak, alabildiklerine davullar ve tefler gümbürdetip ve flütler öttürüp kıyametler kopararak, kutsal kurbanlarını elleriyle paramparça yırtıyor, kanlı ve dumanlı parçaları diri diri yiyorlardı. böylece mistik bir heyecan ve cezbe yoluyla (yani orgia ile) dionysos'a kavuşuyorlar, başka bir deyimle fenafillâh mertebesine ve mutlak saadete ulaşıyorlardı. bu işi asıl kadınlar görüyordu. işte bundan sonra ve bundan dolayıdır ki, delphoi'daki apollon kâhinleri kadınlardan seçildi."
    ..

    "güneşi, şarabı, neşeyi ve gülüşü bol anadolu'nun bağlık, bahçelik ve apaydın tonya'sında (homeros, tanrıların ambrosia'sı - bir çeşit kevser şarabı - tükenince, güneşli maionia'nın - salihli ve sardes ovası - şarabından içtiklerini anlatır) hayat, yunanistan'daki kadar çetin olmadığı için, insanlar topraklarının persephone (yani ölüler) dünyasına «varsın olsun» diye yüksekten bakıyorlardı. yunanistan'da ise hayat şartları pek ağırdı. yaşama hızı fena halde kösteklenmiş, engin ve gür yaşama ümidi kalmamış olduğundan, atina sokaklarından koşa koşa geçen orfik mistlerin, «dünya keder dolu! kederler ile de deryalar dolu!» yollu yürekler acısı ah vahları, bizim alaturka denilen musikinin radyo yayınları gibi, her taraftan, yaslı yaslı ötüyordu."

    ..

    "yunanistan'da eleusis'te tutan orfizm cereyanına, bir de «eleusis sırları» diye, yeni bir ad takıldı. bu sırlara göre, alt dünyanın tanrısı, lakkhös idi. bir de alt dünyada «çift tanrıçalar» yani demeter ile persephone vardı. eleusis'li festivallerde, sokaklarında «ey erenler! denize!» diye çığlıklar salan bu tarikatın mensupları tozu dumana katarak, cumhur cemaat, denize seğirtirler, kendilerini denize atarlardı. sonra, «çift tanrıçalar» mabedinde tapınırlardı. orada kendilerine sırlar açıklanırdı.işte bu sıradadır ki, sisam adasında, dâhi bilgin pythagoras, büyük bir matematikçi olmasına rağmen, bilhassa sicilya'da batînî yani bir çeşit orfik mezhebini yaymıya koyuldu. fen ve ilim, tabiatın sırlarını çözmiye çalışır. fakat, insanların sabrı mı tükendi ne, işte bu yeni din, bu işi sihirle kestirme yoldan başarmıya kalkışıyordu.
    "
    ..

    "orfik din, az kalsın, bütün yunan mabetlerini saracaktı. bu takdirde papaz güruhu da, memleketin sosyal durumuna hâkim olacaktı. bu takdirde, mısır'da olduğu gibi, yunanistan da ehramlariyle bir mezaristana dönecekti. ne var ki, yaratılış meydanına samanla karışık buğday taneleri atılırsa, yaratılış gerçeği yani taneleri geliştirir. samanı da boşa götürmez, tanelere gübre yapar. orfizm muvaffak olamadı ama, gene de başta aiskhylos ve pindaros olduğu halde, memleketin ve dünyanın edebiyatına tesir etti; hattâ orfizm, platon'a bile mülayim geliyordu. orfîzm zehrine karşı anadolu'da ionya bir panzehir vazifesini gördü. orada, ilahiyat ile fenni birbirinden ayıran hareket orfizm'den çok önceleri başlamıştı. ve işte budur ki, klâsik medeniyeti, papazlar tarafından dogmatik bir tarzda tefsir edilecek bir dinin istibdadı altında mahvolmaktan kurtarmıştı. pythagoras ve müritleri, fen alanında çok önemli ilerlemeler başarmış oldukları halde, sonraları bütün kudretlerini mistisizme vermişlerdi. fakat, hiç dalgınlığa kapılmadan, cesaretle akıl yolunu tutanların başında, anadolu'da diyalektik felsefenin kurucusu ephesos'lu herakleitos gene anadolu'da kolophon'lu ksenophanes bulunuyordu. bunlardır ki, klâsik medeniyeti, pers istilâsından çok daha büyük ve muhakkak bir tehlikeden kurtardılar.
    "
    ..

    "ksenophanes, anadolu'yu terkederek, yunanistan'da ve italya'da, şehir şehir taban tepti. îonya'lıların pers'lere lâyıkıyla mukavemet etmediklerine müteessir olmuştu. işte bundan dolayı, grek'lerin dinine ve ideallerine şiddetle hücum etti, gelenek haline gelmiş inançlara karşı savaştı. ilk önce o zaman kabul edilmiş olan ortodoks dine saldırdı. insan şeklindeki tanrıların, akla ne kadar aykırı olduğuna dikkati çekti. «eğer öküzlerin, beygirlerin ve arslanların kendilerine tanrıları yapan elleri olsaydı, onlar da tanrılarını öküz, beygir ve arslan şeklinde yaparlardı.» dedi. sonra, grek'lerin hocaları homeros ile hesiodos'a karşı protesto çekti. «onlar insanlara hırsızlıktan, zina ve karşılıklı sahtekârlıktan başka bir şey öğretmediler.» dedi. sonra, grek hayatının müteamil ve itibarî (konvansiyonel) ideallerini - mesela, atlet idealini gülünç buldu. bir yarışı veya atletik müsabakayı kazanana karşı gösterilen, saygıyı ve büyüklemeyi delilik saydı."
    ..

    "«aklımız beşerî hayvan ve beygirlerin kuvvetinden daha iyidir.» dedi. ksenophanes, yanında tambur veya bağlama dıngırdatan bir köle bulundurarak, ihtilâlci fikirlerini, diyar diyar gezdirdi. (bunu bir anadolu'ludan başka kim yapar? unutmamalı ki, nasrettin hoca ile bektaşi nüktelerinin memleketindeyiz). ne derece cesareti olduğu şu noktadan anlaşılır: ksenophanes, böyle bir yerden bir yere giderek, her uğradığı yerde, olağan üstü dünya ve ahıretle temasta oldukları sanılan - bazan bakid ve bazan da sibil diye anılan - orfik evliya ve mecnunlar da kalabalık halinde kaynaşıyorlardı. bunlar istikbali keşfediyorlar, hastalıkları iyi ediyorlardı; insanları, cenabetlikten şartlanmak suretiyle temizlemek gibi, lanetten kurtarıyor yahut temizliyorlardı. hattâ bunların arasında epimenides denilen bir büyücü, koskoca atina şehrini mekruhluk ve lanetten kurtarmak için, oraya çağrılmıştı."

    ..

    "ksenophanes yalnız yıkıcı değil, fakat aynı zamanda da yapıcı idi. felsefesinin baş prensibi, bir tek tanrı idi. fakat bu tanrıyı «kosmos» la (kâinatla) birleştiriyordu. bu tek tanrı ile beraber tabiata hayat veren birkaç ikinci derecede tanrıyı kabul etmemiş olsaydı, tam bir panteist (vahdeti vücutçu) olurdu. ksenophanes'in jeoloji alanında büyük keşifleri vardır: arz küresinin tarihi hakkında, fosillerden neticeler çıkarıyordu. gözünü asla budaktan sakınmaz hür bir düşünücü olarak, ksenophanes klâsik medeniyetin çok cazip bir önderidir. fakat, bizi burada ilgilendiren nokta, hesiodos'u şiddetle reddettiği kadar, orpheus'u da reddetmesidir. ksenophanes'in, mistisizm ve kutsal ilhamlarla arası hiç de iyi değildi. orfik papazları ve mürşitleri, sahtekâr ve şarlatan diye, teşhir ediyordu; hele pythagoras'a şiddetle karşıydı, akıl uğrunda yaptığı savaşların değeri takdirden ötedir. "

    ..

    "aklın öteki devi, ephesos'lu herakleitos'tur. «hep akar ve hiçbir zaman hiçbir yerde durmaz.» diyerek, dünyada bir «statü quo» nun mevcut olamayacağını ilk anlayan herakleitos'tur. bu adamın huyu ve suyu, ksenop-hanes'inkinden bambaşka idi. siyasette bir aristokrat idi, ancak pek aydın olan birkaç seçkin zenginin anlayabileceği güç bir üslûpta yazıyordu. ihtiyarlayınca, felsefe kitabını,
    ephesos'ta artemis mabedine bıraktı ve son günlerini yaşamak üzere, şehrin yanındaki bir ormana yapayalnız çekilip gitti. kendisinden önce gelen ionya filozoflarının hepsinden daha büyük bir dehâya sahip olan, kendisinden sonra gelenlere heybetiyle tesir eden bu adam, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, fluksu yani daimî değişmeyi ve varlığın değişmeden ve akmadan ibaret olduğunu tesbit eden doktrini düşünüp bulmuştu. «hep akar» ve «biziz ve değiliz» dedi. bununla kalmıyarak, rölativite doktrinini de buldu: «fena ve iyi aynı şeydir.» diyordu. biz, burada onun felsefesinin gelişmesini anlatacak değiliz. fakat, şu nokta unutulmamalı ki, klâsik medeniyetin dayanağı - belkemiği diyeceğim, geliyor- felsefe idi. bu da, o zaman, zihnin sırrıliğe galebesi demekti. bu hareket orfizme son verdi. o koca tehlike, kan dökülmeden, gürültüsüzce, yok edilmiş oldu. ne var ki, buhransızî, kansız, sessiz geçiştirilen tehlikeler, çarçabuk unutulur, ionya'daki bu hareket bir oluştu. çam ağacı büyüyüp gelişirken, davul zurna çalmaz, fakat pers savaşlarındaki gibi yıkılırken, tarih top atıyormuş gibi gürler. düşünülsün ki,- peisistratos zamanında, o günün orfik dini üstün bir önem kazanarak, papaz sınıfına öldürücü bir kudret verseydi, o sınıf, hemen iktidarda olan aristokratlara ve tiranlara elinden geldiği kadar yardım edecekti. tiranlar da orfik ruhanileri, bir tedhiş vasıtası olarak kullanacaklardı. orfik'leri de pythagoras'ın mürit ve ihvanları takviye ediyodu. bu koca tehlikeye karşı savunan, anadolu ionya'sının ölümsüz fikir adamlarıdır."
    ..

    "klâsik medeniyetin varlığını tehdit eden bu tehlikenin vaki olduğu âna, kadim tarihin «yedi hâkimler» devri denir. bunlar:
    1 — atina'lı solon,
    2 — korent'li periandros,
    3 — sparta'lı kylon,
    4 — midilli'li pittakos,
    5 — priene'li bias,
    6 — milet'li thales,
    7 — lindos'lu kleobulos.
    bu devrin çeşitli zamanlarında yaşayan ve anadolu ile yunanistan'ın değişik yerlerinden olan bu yedi kişinin son dördü, anadolu'ludur. zaten bir atina'lı, bir korent'li ve bir de sparta'lı olarak üç kişinin yediler arasına konulması, yedilerin arasında yunanistan'ın üç önemli kısmından birer mümessil bulunması gayretinden ileri gelir. çünkü bir thales'in bulunduğu listeye, nasıl olur da, korent tiranı sokulur? .. mamafih, lonya'lı filozoflardan sonra seçilen bu yedi kişinin arasında, meselâ pythagoras'ın bulunmaması dikkate değer. "

    ..

    "yunanistan, anadolu'da olup bitenlerin bir aynası olmuştur. kültür anadolu'da söndükten biraz sonra, ayni hal yunanistan'da olmuştur: meselâ, orfizm, pitagorizm anadolu'da gelişti. fakat orfizm yunanistan'a gelince, anadolu'da artık ondan eser kalmamıştı. fakat anadolu'da o itikat sönmiye yüz tuttuktan sonra atina'ya, daha sonra da roma'ya sirayet etti."

    ..

    "büyük iskender, bu noktayı pek iyi anlamıştı. anadolu'ya geldikten sonra onda, bir doğu siyaseti gütmek arzusu uyandı. halbuki, atina'ya karşı hiç sempatisi yoktu. yalnız pindaros'un evini ayakta bırakmak suretiyle, koca thebai şehrini yerle bir etti. zaten yunanistan, iskender'e karşı, pers kralı ile ittifak etmek istiyordu, kısmen etti de. antlaşmaya göre yunanistan, iran'ın, anadolu ionya ve karya'sı üzerindeki egemenliğini tanıyordu. bu iş için atina iran'dan para aldı. buna karşılık, milet ve halikarnas, kendisine karşı şiddetle mukavemet ettikleri halde, şehrin imarı için yeni baştan para verdi ve her türlü yardımda bulundu."

    ..
    "büyük iskender, askerlerini, anadolu'lu kızlarla evlenmiye teşvik ediyor ve evlenenlere çok para veriyordu. batılı tarihçiler, büyük iskender'in bu meylini bir çeşit delilik ve tereddi saydılar, iskender'in doğulu bir şehinşahı taklit etmekte olduğunu sandılar." (h.b., sf:16-27)
  • bir zamanlar anadolu'da tapılan tanrılardır. türk arkeologlar bütün dünyada eski yunan tanrıları olarak bilinen zeus ve diğerlerinin anadolu tanrısı olduğunu savunarak bunları sahiplenmektedir. genelde savları şudur: dünyada göçler her zaman doğudan batıya olmuştur. dolayısıyla, anadoludan yunan topraklarına göç olmuştur. yani buralardan gidenler tanrılarını da yanlarında götürmüştür.

    bir akademisyen abimizin türkçe'den ingilizce'ye çevirisini yaparken, "greek god zeus" yazdım diye, adam kalkıp gece vakti evime gelmişti.

    - hocam sen ne yaptın?
    + noldu abi? hayırdır...
    - abi greek god demişsin zeus'a.
    + ee öyle değil mi?
    - olur mu abicim? biz yıllardır bunun mücadelesini veriyoruz uluslararası arenada. bunlar anadolu tanrılarıdır. ben şimdi bunu farketmeseydim bütün yunan arkeoloji kurumları bana burs falan verirdi ama bizimkiler de beni afaroz ederlerdi.
    + vay babayn kemüğüne
  • halikarnas balıkçısı tarafından hazırlanan, anadolu kültür ve uygarlığının temellerini merak eden ve doğru bilgi edinmek isteyen herkes için bir kaynak kitap.
  • nazarımda okunduğunda ufku 2 katına çıkaran ince kitaplar niteliğindedir. okunduğu takdirde elde edilen bilginin yanında okumanın verdiği zevk apayrıdır.

    alın, okuyun ve paylaşın. verdiğiniz paraya ve harcadığınız zamana mutlaka değecektir
  • • kitap incelemesi •

    halikarnas balıkçısı (cevat şakir kabaağaçlı)
    anadolu tanrıları
    bilgi yayınevi



    bu miras bizim!

    büyük âlim halikarnas balıkçısı'nın temel tezi bellidir: hellenler (yunanistan) ile özdeşleştirilen klasik (antik) çağ medeniyetinin doğum ve olgunlaşma yeri anadolu'dur, bu medeniyet yunan topraklarına da buradan yayılmıştır.

    araştırmalarıyla desteklediği bu tezini ortaya koyduktan sonra h. balıkçısı, esas bizim mirasçısı olmamız gereken bu medeniyeti sahiplenmeyip başkalarına (avrupa medeniyetine) bıraktığımızdan yakınır.

    bu, milliyetçi saiklerle çarpıtılmış bir görüş değil, araştırma ve yorumlarla desteklenen bilimsel bir üründür. balıkçı'nın iddialarına kayıtsız kalınamaz. zira kendisi “sümerler türk'tür” tarzında masallar uydurmamakta, aldığı iyi ve uluslararası eğitim çerçevesinde birtakım sonuçlara varmaktadır. bahsettiğim temel görüşleri, bir ideoloji olarak türkiye'de yaygınlaşmamış olsa da, bence bu ülkenin önünde açılmış büyük bir kültür perspektifidir. yaşadığımız topraklarla gururlanmamıza da vesile olur. umarım birgün orta asya kökenimiz kadar, anadolu'da bizden önce yaşamış medeniyetlere uzanan kökenimizi de hevesle destekleriz. böylece yağmacı zihniyetimiz biraz olsun azalır.

    “anadolu efsaneleri”nin devamı olan “anadolu tanrıları” kitabı, balıkçı'nın yukarıda sözü edilen temel tezini savunucu ve güçlendirici bir eserdir. klasik çağ'a damgasını vuran ve günümüzde en ünlü mitolojik figürler olan olimpos tanrıları'nın anadolu kökenlerini, onların yunanistan karasına ve başka yerlere nasıl saçıldığını anlatır (ne de olsa o tanrıları “yaratan” homeros ve hesiodos da anadolulu'durlar). bundan da önce, kendi medeniyet unsurlarını çevreye ihraç eden anadolu'nun başka bir sahibini, hititler'i de anlatır kitap. nerede, nasıl bağlantılar var, şaşarsınız. kısacası anadolu dedin mi, durup bir düşüneceksin…

    kitapta dikkatimi çeken odur ki, günümüze kadar gelmiş hemen tüm geleneklerin kökü (sünnet, nevruz, aslan temsili, kralların şu çeşit başlıklar giymesi, bakireliğin yüceltilmesi, vb., vb., vb…) birtakım ciddi ipuçlarından yararlanılarak çok eskilere kadar götürülüyor ve bu husustaki çarpıcı süreklilikler vurgulanıyor. balıkçı'nın diğer kitaplarında olduğu gibi, bunların çoğu apaçık ve öğrenmesi mutluluk veren bağlantılar. ancak bu bağlantıların bir kısmı acaba zorlama olabilir mi diye, insan merak etmeden de duramıyor. gerçi bazen zorlama olarak görülebilecek yorumlamalar, söz konusu tarih aralığındaki tüm çalışmalar için kaçınılmaz olabilir. konu hakkındaki cahilliğimi de yabana atmamak gerek. yine de ben, halikarnas balıkçısı'nın bilimsel namusuna kaniyim.

    son olarak, kitapta bolca rastgelindiği üzere, eski insanlar ve medeniyetler ile bugün arasında var olan köprüleri bilmek, insanlık bilincinin güçlenmesinin bana göre en iyi yolu. bir şeyin temelini bilmek, onu ortadan kaldırmasa da, ona daha tarafsız ve eleştirel bakmamızı sağlar. bu da her koşulda daha sağlıklı bir yoldur. geldiğimiz noktayı abartmamayı, taassuba kapılmamayı sağlar.

    halikarnas balıkçısı, taş üstüne taş koymuş, büyük adam vesselam…
  • halikarnas balıkçısı'nın kısacık bir kitabı. anadolu efsaneleri kitabının daha dar kapsamlı hali, bunun yerine onu okumak daha iyi bir seçim olabilir. hem bu kitap bir tür mitoloji sözlüğü gibi başlıyor, hikayeleştirme çok daha az.
hesabın var mı? giriş yap