• fransizca kahve. bugun klas olabilmek icin biryerlerini yirtip, adina da cafe diyen yerler, bu ismin eskiden fransa'da bariz kiraathane olan yerlerden esinlenilerek geldigini bilseler... gene ayni halti yerlerdi ya ne diyorum ben.
  • café 'dir.
  • oturup konuşup çay, kahve içmek için açılmış yerler. fakat çoğunda içecek bittikten sonra garsonların ikide bir gelerek "başka bir şey ister misiniz?" (meali: hadi kalkın yoksa birşeyler daha için ki para kazanalım) diyip insana oturmayı zehir ettikleri mekanlardır, hiç haz etmem.
    oturup konuşmak için en ideal yer evlerdir, ne işiniz var ulen dışarda madem oturacaksınız?
    (bkz: mesaj kaygım yok varsa top olayım)
    (bkz: mesaj kaygısı kötüdür)
  • fransizlarin turkce "kahve"den aldiklari, turklerin ise fransizlardan "cafe" (café) olarak geri aldiklari, sonunda tdk sozlugune "kafe" olarak girmeyi basarabilmis sozcuk.
  • (bkz: cafetur)
  • ks.center for applied finance education

    sabancı üniversitesi'nde açılan finans laboratuarı. finans alanında yüksek lisans eğitiminde kullanıcakmış.
  • türkçesi (bir başka deyişle türkçeye girmiş hali) kafe olan sözcüktür.
  • yaklaşık 15 yıl önce. 17 yaşındayım. aşık olduğum kız ile ilgili cinsel isteklere sahip olmanın mümkün olmadığı bir ergenlik dönemindeydim. o gözümde bir melek. siyah küt saçları var. basket oynuyor. bisikleti var. bisikletiyle basket oynadığımız lisenin bahçesine geliyor. o da bize katılıyor. her gün basket öncesi ve sonrası okul bahçesindeki banklarda oturup sohbet ediyoruz. o okulun bahçesine girer girmez “seninki geliyor” diyorlar. utanıyorum. oyuna başlarken çıkardığım tişörtümü giyiyorum. o geldiği için çok ama çok mutlu oluyorum. zaten ben de her gün onu görmek umuduyla oraya geliyorum. ama her gün onu oraya görmek için gittiğimi, ona deliler gibi aşık olduğumu, hayatımın ilk aşkı olduğunu ona söyleyemiyorum. sadece havadan sudan ve şimdi hatırlayamadığım konulardan konuşuyoruz. onunla konuşmak öyle güzel ki. ben lise ikiyi bitirmişim. o üniversitede ikinci sınıfı bitirmiş. yaz tatili için memlekete gelmiş. bense yaşadığımız ege kasabası dışında bir yerleşim birimine aşina değilim. sadece televizyondan, kitaplardan biliyorum istanbul denen kocaman bir şehri. o ise istanbul’da bir üniversite öğrencisi. oysa bu, ona aşık olmamı, onunla olmadığım her dakika onu düşünmemi engellemiyor. deli gibi seviyorum onu.

    bir dersane, lise üç öğrencilerini bedava kayıt yapmak için bir sınav düzenliyordu. o sınava gideceğim gün, benimle buluşmak istediğini, sınav çıkışına geleceğini söyledi. daha önceleri her gün “basket oynamaya” gittiğim okul bahçesinde onu görmekten hoşnuttum. şimdi bu birbirimiz için orada olacağımız fikri yüreğime öyle sevinçli öyle ağır geliyordu ki heyecandan titriyordum. sınavdan erkenden çıktım. onun geleceği vakte kadar, heyecanımı yenmek ve cesaret toplamak için gidip birkaç kadeh rakı içtim. dersaneye döndüm. damarlarımda kıpır kıpır dolaşan, alkolün izleri mi yoksa onunla “buluşacak” olmanın heyecanı mı, emin değildim. rakının etkisiyle çişim de geldi sanki. off sırası mıydı şimdi. tuvalete filan gidecek halde değildim. sonra o geldi. evet, birbirimizi görmek için bir araya gelmiştik! ve ilk defa onu spor yaptığı kıyafetle değil kolsuz bir gömlekle görüyordum. ne kadar da güzeldi. rahat görünmeye çalışıyordum fakat beceremediğimin ben de farkındayım.

    “cafe’ye gidelim” diyor. o ege kasabasında o zamanlar liseli öğrenciler için “cafe” demek öpüşmek demek, sevgili olmak demek; sevgililer cafeye gider. oysa ben ona hislerimi anlatmaya cesaret bile edememişim. cafe’ye varıyoruz. küçük bir yer. ilk defa giriyorum buraya. merdivene yöneliyoruz. demir merdivenlerle çıkılan bir asma kat var. tavanı çok alçak. demir merdiven sonrası, oturulacak yere geçerken tavanın kolonuna çarpmamak için eğiliyorum. geçtiğimiz yer tavanı alçak bir asma kat. küçük bir oda büyüklüğünde. karşılıklı iki çek yat var. ortada da bir sehpa. birer soda siparişi veriyor ve garsonun ayrılışının ardından baş başa kalıyoruz. yan yana oturuyoruz, baş başa, dip dibe. çok heyecanlıyım. ne konuşacağımı bilemiyorum. terlemeye başlıyorum sanki. tuvalete gitsem mi şimdi? sonra elini omzuma atıyor, sarılıyor. “seni tutan bir şeyler var. rahat ol.” diyor. şimdi öpmeli miyim onu? o mu beni öpecek yoksa? nasıl öpüşülür bilmiyorum. memeleri var. aşık olduğum “melek” aslında güzel bir karşı cins. ne, çüküm kalkıyor. olamaz. ne yapmalıyım, bilmiyorum. o pozisyondan hızla sıyrılıyorum. “tuvalete gitmeliyim” diyor ve koşar adım uzaklaşamaya çalışıyorum. henüz ikinci adımımı atmışken, kafamı tavanın kolonuna vurup yere düşüyorum. kafam acıyorken, hızlıca toparlanıp kendimi tuvalete atıyorum. aynada kendime bakıyorum. alnım kızarmış. ne yapacağım şimdi?

    tuvaletten çıkıyorum. sakince “hadi gidelim” diyor. otursaydık, demek istiyorum ama diyemiyorum. oradan çıkıyoruz. birkaç hafta sonra istanbul’a gidiyor. bir daha beni aramıyor. ilk aşka bu kadar yakınken, beceriksizliğim kafama öyle acı dank ediyor ki, birkaç yıl acısını çekiyorum.
hesabın var mı? giriş yap