• bir meczubun rüyası serisinin 5. kitabi. serinin onceki kitaplari bir meczubun rüyası, asa, melekler ağlarken, melami savaşları

    oktan keles tarafindan hazirlanan serinin son kitabi 5 ekim gibi satisa sunulmustur.

    http://www.onaltiyildiz.com/…aber.php?haber_id=1870
  • kitabin icerigi, namik kemal zeybek'in konuk oldugu ve oktan keles'in telefonla katildigi oteki gundem programinda tartisilmistir.

    http://tvarsivi.com/….php?y=7&z=2012-10-31 23:41:00
  • kitaptan bugunlere de isaret eden kisa bir alinti.

    "..tarihçiler der ki, “türkler tarih sahnesine hunlarla ve hunların muhteşem devlet sistemi ile çıkmıştır. daha önce bir devlet yapısı bilinmemektedir.” oysa daha önceden türklerin yapısı olmasaydı, hunlar böyle bir devlet yapısına kolay kolay ulaşamazdı. yani tarih var oldu olalı türkler de vardı.

    âdem (as)’ın yeryüzüne indirilişinin ikinci bin yılı idi. âdem (as)’ın torunları, âdem (as)’ın talimatıyla yeryüzüne dağılmaya başlamışlardı. âdem (as)’ın 19. nesilden torunu turk de adem (as)’ın vasiyet ettiği topraklara maiyeti ile birlikte gitmişti. gitmeden evvel de dedesi hz. âdem’in mezarını son bir kez daha ziyaret etmişti. turk’un maiyeti ile birlikte gittiği topraklar, bugün coğrafî olarak değişikliklerine uğramış olan istanbul’dur. şehirdi demiyoruz çünkü istanbul’u turk kuracaktır. o dönemde yeryüzünde fitneler alevlenmeye başlamıştı. âdem ve eşi ile yeryüzüne indirilen, âdemoğlunun düşmanı şeytân fitneyi alevlendiriyordu. ne acıdır ki, şeytân’ın kendisi allah’a düşmanlığını ilân etmemiştir ama âdemoğullarını yaratıcı’ya düşman hâle getirecektir.“şeytân apaçik sizin düşmaninizdir.” bakara, 208. ayet ve yâsîn, 60. ayet şeytân daha önce yeryüzüne indirilmiş cinlerle ve kendine tâbi olan âdemoğulları ile ordular hazırlamaktadır. şeytân, âdemoğullarını çoktan allah yolundan saptırmaya ve insanları bölmeye başlamıştır. öyle bir ordu kurmuştur ki, şeytân ve cinlerden süvarileri vardır: “şeytân’ın süvarileri.” isrâ/64 şeytan yeryüzüne, âdem yüzünden indirilişini bir türlü hazmedememiştir. yeryüzünü ele geçirip, âdemoğullarını köle edip, yok etmek şeytan’ın en büyük emelidir. bunun için strateji planları hazırlamıştır. âdemoğullarını yaratıcı’ya başkaldırtmak için bir kez daha saldıracaktır. bu saldırış sonda olmayacaktır. ta ki kıyamete kadar devam edecektir. “o sizin apaçik düşmaninizdir.” isrâ/53

    turk’un bu topraklara (istanbul’a) gelişi yüzyıl kadar olmuştur. turk’un bir oğlu olmuş ve o da 40 yaşlarına gelmiştir. bu oğul diğer oğullarından farklıdır. diğerlerine benzemez, erdemli, salih ve bilge bir kişidir. diğer kardeşleri çok cesur ve sadıktırlar.ama bu oğlunun farklı meziyetleri vardır. turk, bu oğlunun adını rüyasında gördüğü gibi istanbul koymuştur. bu isim zamanla bulundukları toprağın ve şehrin ismi olacaktır. bu oğlun ismi, daha sonra yaratıcı’dan ilim alan ve dünya zamanlarında
    değişik zamanlarda yaratıcı’nın muradıyla icraatlarda bulunacak ‘hizir’ diye anılacak olan isimdir.

    istanbul ismi de tarih boyunca çeşitli değişikliklere uğrayacak, son çağın sonlarında (ahir zamanda), ilk ismi gibi anılacaktır. turk, oğlu istanbul’u dedesi âdem’in topraklarına, oralarda olup bitenlerden haber almak için göndermişti. bir yıl sonra istanbul, görevini tamamlayıp, babası turk’un yanına dönmüştü. turk, şehrini geçen zaman içinde hızla imar etti. bu şehir, yemyeşil ormanları, tepeleri, tatlı suyun tuzlu suya karıştığı nehirleri, denizleri, adacıkları, el değmemiş tabiat güzelliği ile oldukça göz kamaştıran bir şehirdi.

    şehrin yüksek tepelerinden birine bir mabet inşa edilmişti. bu yapı, turk kavminin hem ibadethanesi hem de toplanma yeriydi. yapının mimarisi yaygan bir piramidi andırsa da, aslında piramit değildi. yeryüzünde ilk yapı kâbe dört köşeli olduğu için, bu yapıya saygılarından bu tür bir imaret yapmışlardı. yani kâbe’ye benzemeyen bir yapı. daha sonra bu yapılar, âdemoğullarınca değişikliğe uğratılarak yeryüzünün muhtelif bölgelerinde yapılacaktır. âdem (as) kâbe’yi allah’tan aldığı bilgi ile dört köşe inşa ettiğinde, iblis buna karşılık kendi mabedi olan üçgen piramidi yapmıştı. fakat turk’un piramide benzeyen yapısı piramit değildi. insanlar belki böyle yakıştıracaktı. iblis, âdemoğullarına dünya zamanı içinde 60 tane dev mabet piramit yaptıracaktı. mısır piramitleri gibi… ama turk’un yapısı kesinlikle piramit değildi. turk’un soyu da, dünya zamanları içinde ataları turk’un yapısına benzer yapılar yapacaktı. istanbul, babası turk ile işte tepeden görülen bu mabedin aşağısında buluşmuştu. turk’un elinde âsâ vardı. istanbul, âsânın ucundan tutmuştu. bu bir edepti. turk, oğlunun konuşması için âsâsını hafifçe oynattı. (âsâ, ilmi temsil eder. bu hareketin anlamı; ilime sıkıca tutunuyoruz çünkü bu yaradan’ın buyruğu demektir.) bunun üzerine istanbul söze yaratıcı’yı anarak başladı:

    “şeytan, bin yıldır saklandığı delikten çıkmış, atamız ve peygamberimiz âdem’in vefatını fırsat bilmiş, cinlerden ve kendi ırkından süvarileri olan atlı ve yaya büyük bir ordu kurmuş.” turk sordu: “topluluğunda âdemoğlu var mı?” istanbul üzgün bir ses tonu ile, “maalesef…” der. bunun üzerine turk kaşlarını çatarak, “anlamıyorum. şeytan, dedemiz âdem’i cennetten çıkaralı, yeryüzünde meşakkat çektirmeye başlayalı daha iki bin yıl olmadı. nasıl olur da âdemoğulları şeytan ile işbirliği yaparlar?” dedi. istanbul, gördüklerini anlatmaya devam etti: “dahası, şeytan, yeryüzündeki ilk mescide (kâbe’ye) göz dikmiş. o mukaddes evi ortadan kaldırmak ve ahalisini yok etmek istediğini ilân etmiş durumdadır. o beldenin halkı akrabalarımız âdemoğulları güçsüz ve çaresiz. sizlere selâmları var. atamız âdem (as)’ın sizi ve maiyetinizi boşuna vasiyetle buralara göndermediklerini, mutlaka bir hikmetinin olabileceği ümidini taşıyorlar. çünkü atamız âdem’e, allah buyruğu sahifelere (suhuflar) uyan son topluluk olarak görüyorlar. bu birliği koruyan tek topluluk biziz. diğer topluluklar bölünmüş, aralarında bazıları şeytan ile işbirliği yapmış.” ‘şeytan içinizden birçok topluluğu yoldan çikardi.’ yâsîn/62 turk bir kez daha kızgınlıkla başını sallayarak, “yazık, artık âdemoğlu kötülüğe davet eder olmuş.” ‘insan kötülüğe davet ediyor.’ isrâ/11 dedi.

    bu konuşmalardan sonra turk, oğlu istanbul’a dönerek, “akşam ibadetinde, mabette toplanalım. ‘aksakallılar meclisi’ toplansın. durumu muhakeme edelim.” dedi. istanbul, başını saygıyla öne eğdi ve tepedeki mabede doğru yol tuttu. akşam olmuş, topluca allah’a ibadet, secde edilmişti. haberi alan aksakallılar, mabedin özel bölümünde toplanmışlardı. turk ile beraber aksakallılar meclisi 16 kişiydiler. hepsi bilge ve âsâ sahibi kişilerdi. turk’un önderliğinde, yaratıcı anılarak toplantı başladı. huzura istanbul’un çağrılması ve edindiği bilgileri paylaşması kararlaştırıldı. istanbul huzura geldi ve olup bitenleri anlattı. zaman zaman aksakallılar heyeti istanbul’a sorular sorardı. bu sorulardan biri de şöyleydi:

    “şeytan nasıl bir ordu kurmuş, orduyu nasıl dizayn etmiş?” (ordu kavramı zaten biliniyordu. zira, allah’ın melekler ordusu kavramını bilmeyen yoktu. fakat bu farklı bir durumdu. çünkü bu allah’ın değil, şeytan’ın kurduğu ordu idi. ‘melek ordulari yardima gelecek.’ al-i imrân/125. ‘göklerin ve yerin ordulari allahin’dir.’ fetih/7

    istanbul, edindiği bilgileri anlatmaya devam etti. şeytan, sağ kolu olarak, ordu komutanlığına israil’i getirmişti. israil, şeytan ile işbirliği yapan, onun ordusuna katılan ve ilahlık iddia eden yeryüzündeki ilk âdemoğlunun ismidir. onun soyu daha sonra israil oğulları diye anılacaktır. allah, bu soya merhametinden dolayı defalarca peygamber gönderecektir. bu soy, yeryüzünde fitne ve fesat çıkaracaktır. ‘onlarin küfrü artacak, kin, nefret ateşi büyüyecektir. her ne zaman harp için bir yangin tutuşturdularsa, allah onu söndürdü. onlar sadece fesat için koşarlar, allah ise bozgunculari sevmez.’ mâide/64

    istanbul konuşmasına devam etti: “şeytan, ordusundaki şeytanilere çeşitli isimler, rütbeler vermiş. onları sözde tanrılaştırmış.” (istanbul’un bahsettiği isimler, rütbeler, daha sonra mitoloji tanrıları olarak kabul edilen cinlerden başkası değildi. herkül gibi.)
    heyet, istanbul’un anlattıklarını dinledi. heyetten biri şöyle dedi: “melekler mukaddes
    yeri ve bizleri korumaz mı?” turk, bu soruya cevap verdi: “yüce yaratıcı, insana en büyük rütbeyi verdi. irade âdemoğullarında. yapılacak bir şey varsa, âdemoğlu yapacak. devir âdemoğullarının devridir. âdemoğlu önderlik yapacak, melekler ancak o zaman destek olacaktır. yoksa âdemoğulları hiçbir şey yapmayıp, melekler mi iş görecek?” ‘onlar illede buluttan gölgelikler içinde allah’in meleklerle kendilerine gelivermesini ve işlerini bitirivermesini mi bekliyorlar?’ bakara/210

    biri söze atıldı ve sordu: “iyi ama bunun için hiçbir bilgimiz yok. peygamberimiz ve dedemiz âdem’in bizlere getirdiği yaratıcı buyruğu sahifelerde (suhuflar) şeytan’a karşı bireysel anlamda savunma öğretileri var. topluca, ordu, savaş düzeni hakkında bir şey yok ki!” heyet üyelerinden başka biri söz aldı: “yüce buyrukları tekrar tekrar inceleyelim.” bu teklif üzerine suhufları tekrar inceleme kararı aldılar. sahifelerin muhafaza edildiği mabedin özel bölümünden yaratıcı’nın adını anarak sahifeleri çıkardılar. istanbul anlattıklarını bitirdikten sonra ak sakallılar’ın huzurundan ayrıldı.

    kutsal suhuflar çıkarıldıktan sonra iyice tetkik edildi. fakat suhuflarda aranan ilim ve bilgi yoktu. suhuflar, tekrar dualarla yerine, yani muhafazalığa konuldu. aksakallılar meclisi, tekrar aralarında tartışmaya başladı. heyetin on beş kişisi ‘hilâl’ şeklinde yarım daire pozisyonunda, turk ise hilâlin ağzının açık bulunan kısmında yer almış bir vaziyetteydi. âsâlar ellerinde ‘divan’ durdular. adeta ‘ay yıldızı’ andıran bir oturum idi ki, esas gaye de budur, yani ay yıldız şeklinde durmak. içlerinden birisi şöyle dedi:
    “elimizde, şeytan’ın hazırladığı orduya karşı koyacak ne ilmimiz var ne de bilgimiz. yeni bir peygamber beklemekten başka çaremiz yok gibi.” (suhuflarda yeni peygamber geleceğine dair bilgi vardı ama zamanı bildirilmemişti.) bir diğer bilge aksakallı şöyle dedi: “hayır, peygamber bekleyemeyiz. çünkü peygamberin ne zaman geleceği belli değil. suhuflardaki alâmetler de çok açık değil. şeytan ordusunu hazır etmiş durumda, biz beklersek, geç kalmış oluruz, bu da bizim için riskli olur. yeni bir peygamber gelse idi şimdi gelirdi. demek ki yüce yaratıcı henüz murad buyurmadı.” bir diğer aksakallı söz aldı ve şöyle dedi: “bilgelerin rüyalarına başvuralım. belki gerekli ilmi bu şekilde elde edebiliriz.”

    turk cevap verdi: “hayır. rüya ilmini hemen herkes bilir oldu. şeytan’a bu bilgiler sızabilir.” aksakallılar heyeti, ne yapacakları konusunda kararsız kalmıştı. ne yapacaklarını, nasıl davranacaklarını, bu yeni durum karşısında nasıl bir ilim kullanacaklarını bilemiyorlardı. birbirlerine bakmaya başladılar. herkesin yüzünde bir endişe vardı. şeytan’ın ordusuna karşı koyabilmek içim ilme ihtiyaçları vardı. ama bu konuda ne ilimleri ne de bilgileri vardı. çünkü insanlık yeryüzünde ilk defa böyle bir durum ile karşılaşıyordu.

    hilâl ve yıldız şeklinde dizilmiş aksakallılar meclisi, enine boyuna iyice tartıştılar ama bu tartışmaların sonucunda bir neticeye varamadılar. neden ay? çünkü hilâl, kâinatın ilk yaratılış safhasında bir başlangıç ölçüsüdür. özel hadiseler ve özel ibadetler için başlangıç sembolüdür. ‘sana hilâl şeklinde doğan aydan sorarlar. de ki: insanlar ve özellikle hac için vakit ölçüleridir.’ bakara/189

    bu ayetten sonraki ayet ise ilk savaş müsaadesi olan ayettir. ‘size karşi savaş açanlara siz de allah yolunda savaş açin.’ bakara/190 tıpkı şeytan’ın ordu kurup insanlığa savaş ilan ettiği zaman turk’un da buna karşı allah yolunda ilk kez savaşması gibi. neden yıldız? yıldız neyi temsil eder? ‘batan yildiza yemin olsun ki.’ necm/1"

    kaynak http://www.onaltiyildiz.com/…aber.php?haber_id=2145
  • 2006 yilinda yayinlanmaya baslanan bir meczubun rüyası serisinin 5. kitabindan reyhanli saldirisinin ardinadan "sembolik bir anlatimla" 28 mayıs 2013 taksim gezi parkı direnişi ve surece iliskin bir bolum.

    "ağaç

    her şey o ağacın altında başladı. ağaç deyip geçmeyin. efendimiz (sav)’in yokluğunda ağlayan hurma kütüğünü hatırlayın. “allah, sana ağaç altinda biat edenlerden hoşnut olmuştur.” (fetih/18.)

    evet, her şey o ağacın altında başlamıştı. sılayı rahim yapmak amacıyla, yıllar sonra köyümüze, baba topraklarımızı ziyarete gitmiştim. bu seferki gelişimde bir taşla iki kuş vurmuş olacaktım: hem ziyaretlerimi yapacak, hem de dağcılık sporu ile uğraşan ve aynı zamanda grubun lideri olan arkadaşımın, dağ yürüyüşü ve dağda kamp kurma isteğine olumlu cevap vermiş olacaktım. bir hafta sürmesi planlanan dağ kampına katılmak için, kasabadan köye giden yarım otobüse bindim. köye 4-5 kilometre kala otobüsümüz arızalanınca, haziran ayı sıcağında tamiri beklemektense, uzaktan görünen köye doğru yürümeye başladım. cıvıl cıvıl kuş sesleri eşliğinde köye doğru yürürken, “hayrat” bir çeşmeye rastladım. hem yürümekten yorulmuş, hem de haziran ayının sıcağında iyice terlemiş, susamıştım. siz olsanız benim gibi bu çeşmeden kana kana su içmez miydiniz? içerdiniz. ben de içtim. daha sonra çeşmenin yanındaki ağacın altına sere serpe uzandım.

    kafdaği ülkesi

    siz olsaydınız uyumaz mıydınız? belki de uyumazdınız, zira ‘şurada köye iki adım kalmışken uyunur mu?’ diye düşünürdünüz. ama ben uyumuşum. ne kadar uyudum bilmiyorum. uyandım mı uyanmadım mı, onu da bilmiyorum.

    gözümü açtığımda; bulunduğum yer ne bizim köyün mevkii, ne de altında uyuduğum ağaç o ağaçtı. etrafta tarifi imkânsız bir renk cümbüşü vardı. dağlar, ovalar… her yer rengârenkti. hele altında bulunduğum ağacı tarif etmeye kalksam, lügatte kelime bulamam. sanki üç boyutlu cennet tasvirleriyle idraki mümkün bir âlemdi. etrafa yayılan reyhanî kokular, kuş sesleri, tabiatın muhteşem ahenginin sesi… her şey insanı mest edip, kendinden geçirecek kadar harikulâdeydi. uyanmış olamazdım, rüyadaydım herhalde. sırt üstü yattığım yerden, olup biteni anlamaya çalışıyordum ki, başucumda biri belirdi. ister istemez irkilerek doğruldum. hemen ayağa kalktım. karşımda çok ilginç bir kişi duruyordu. fiziği ve kıyafetleri bana çok enteresan geldi. saçları bembeyaz ve uzundu. sakalı ise sanki pamuk gibiydi. ancak saçının ve sakalının beyazlığına rağmen karşımda duran kişinin yüzü çok gençti. saf, hiçbir kaygısı olmayan, huzurlu bir hâli vardı. orta boyluydu. boynu uzundu ve boynunda ihrama benzer yeşil bir şal vardı. ayaklarına baktım, ayakkabı yoktu, yalınayaktı. elinde bir asâ vardı. asânın başında “kaf” harfi sembolü duruyordu. bu kişinin gözleri kapalı idi.

    hani insan bazen çok güzel bir rüya görür de, o rüyanın devam etmesini ister, uyanmak istemez ya, işte ben de etrafın bu efsunlu haline kendimi kaptırmıştım. biraz bocalama yaşasam da bu güzel âlemin çekiciliğine teslim oldum. rüya olsa da olmasa da, bende bir korku belirmişti, ürpermiştim. acaba neredeydim?

    altında bulunduğum ağaç, rengârenk çiçekler açmıştı. erik ağacına benziyordu. hafif bir meltemin esmesiyle ağaçtan yere çiçekler dökülmeye başladı. ben havada oynaşan çiçekleri seyrederken, karşımdaki kişi gözlerini açtı. pürüzsüz ve kadife gibi bir sesle bana: “kafdağı ülkesi’ne hoş geldiniz efendim” dedi. şaşkınlık ve korku arasında ağzımdan belli belirsiz: “hoş gördük” kelimesi çıktı. karşımda duran kişiye yavaş bir ses tonuyla, biraz da kekeleyerek, “kafdağı ülkesi de ne?” diye sordum. karşımdaki kişi gözlerini iyice kapatarak, “neden şaşırdınız efendim? hiç duymadınız mı kafdağı ülkesi’ni? böyle bir ülkenin varlığını bilmiyor muydunuz?” diyerek soruma soruyla cevap verdi.

    elbette duymuştum. ama böyle bir ülkenin gerçekliği kafamda yerini bulmamış bir bilgiydi. bütün bunlar gerçek miydi, onu da bilemiyorum.

    kul

    karşımdaki kişiye sordum: “siz kimsiniz?” kadife gibi sesiyle cevap verdi: “en güzel isimlerin sahibi, güzel allah’ın kullarından bir kul.” “iyi ama isminiz nedir?” diye tekrar sordum. “kul dedim ya efendim. ismin; yer olmuş, gök olmuş ne fark eder? en güzel isimlerin sahibi olan allah’ın tüm yarattıklarına seçip koyduğu, en beğendiği isim, ‘kul’ değil mi? ismin ejderha olsa da kulsun, süleyman olsa da kulsun. bütün yaratılmışların isimleri, kul ismi içine hapsolunmuş. ejderha ismin var diye kulluktan çıktın mı, efendim.” diyerek, daha önce duymadığım bir makamda, insanı mest eden billur gibi bir sesle kuran-ı kerim’den şu ayetleri okudu: “en güzel isimler o’nundur. (haşr/24.) en güzel isimler allah’indir. (a’râf/180.) güzel allah’ım, ‘en güzel isimler benimdir’ demiş. biz güzel allah’ım demeyelim de ne diyelim?” kul’un okuduğu ayetler ve daha sonraki açıklamaları sanki bir melodi gibi kulağıma geliyordu. bu güzel nağmeleri dinledikten sonra tekrar sordum: “iyi ama ben buraya nasıl ve neden geldim? şimdi ne olacak?” kul, gözleri yine kapalı bir şekilde gayet sakin bir tavırla: “sen buraya tefekkürün ile geldin. kafdağı ülkesi’nde nasibin kadar gezecek, nasibin kadar görecek, nasibin kadar öğrenecek ve nasibinle geldiğin yere döneceksin. bu kul da, kafdağı ülkesi’nde size eşlik edecek efendim.” diye cevap verdi. tekrar sordum: “iyi ama şu anda sanıyorum ki, uykuda, rüyadayım. bu harikulâdelik gerçek olamaz! tefekkür uyanıkken yapılmaz mı?” kul tebessüm ederek, “iyi ya, uyanıkken yaptığın tefekkürler, uykunda da boşa gitmemiş. tefekkür öyle lezzetli bir ibadettir ki, uykuda bile meyvesini verir efendim.” dedi.

    baş gözü

    kul: “buyurun yürüyelim. güzel allah’ın adıyla.” diyerek yavaş adımlarla yürümeye başladı. ben de onu takip etmeye başladım. kul’un gözleri yine kapalıydı. sordum: “gözleriniz hep kapalı mıdır? gözleriniz kapalıyken nasıl yürüyorsunuz, etrafı nasıl görüyorsunuz?” kul, “bu âlemde baş gözüne ihtiyaç yok. uykuda iken ‘melekut âlemi’ni baş gözü ile mi görürsün? melekut âlemi’nin bir ülkesi olan kafdağı ülkesi’nde de görmek için baş gözüne ihtiyaç olmaz.” diyerek, insanı mest eden o güzel sesi ile şu ayeti okudu: “hiç yeryüzünde dolaşmazlar mi ki bu sayede düşünen kalpleri, duyacak kulaklari olsun. gerçek şu ki, baştaki gözler kör olmaz, asil kalpteki gözler körelir, basiretler kör olur.” (hac/46.) ve devam etti konuşmasına: “güzel allah’ım diyor ki, ‘ister gözün açık olsun ister kapalı, kalpteki gözünle gör.” inci tanesi gibi bu sözler ağzından döküldü kul’un.

    düşündüm de; öyle ya, yeryüzünde, baş gözün, işitecek kulağın olsa bile, asıl görmeye kalp gözünün iştiraki şarttı. kalp gözünün görmemesi, baş gözünün eksik bir görüş olduğunu söylüyordu. ayette ‘düşünen kalpler’ ibaresi kalbî tefekkürü işaret ediyordu adeta. kalp gözümüzle bakmadığımız her resim, aslında hakikat değildi. asıl görülmesi gereken değildi. o zaman kul’un söyledikleri başka bir anlam kazanıyordu. kalp gözünle görmedin mi, uyanık olsan ne fark ederdi ki. şimdi anlamıştım. kafdağı ülkesi’ne gelmek, görmek için aslında uykuya da ihtiyaç yoktu. tefekkür ne güzel anahtardı. hele kul şu ayeti okuduğunda anlayışım idrak halini almıştı: “muhakkak ki, bunda kalpleri olan, işitebilen, kalp gözüyle allah’a şahit olan kişiler için ibretler vardir.” (kâf/37.) yeryüzünde, kalp gözüyle baktın mı, nice âlemleri görmek ve işitmek mümkündü. kul’a sordum: “iyi güzel de, o zaman uykunun bundaki rolü nedir?” kul cevap verdi: “baş gözüyle bakmaya inat edenlerin, her gün baş gözünü kör edip, uykuya yatırıp, baş gözüyle göremeyecekleri âlemleri göstererek, kulundaki kalp gözünün farkına vardırmak için uykuyu sebep kılan güzel allahım’a şükürler olsun. uyku öyle cebri bir sebeptir ki, sarayda altın sırçalı kuş tüyü yatakta da uyusan, bir harabede, altın sarısı samanların üstünde de uyusan, uykunda gideceğin yeri seçemezsin. kapı, melekût âlemi’ne açılır. melekût âlemi’nden de nice kapılar açılır. kafdağı ülkesi de bunlardan biridir. uyanıkken gelemeyenleri, göremeyenleri, uyutup da getirirler efendim.”

    yunus

    bu enteresan ve insanın gönül dağlarını yerinden oynatan bilgilerden sonra sohbet ederek yürüyüşümüzü sürdürmeye devam ettik. o kadar güzel bir manzara vardı ki, tarifi imkânsızdı. bir su birikintisinin yanına geldik. buraya küçük bir gölet de denebilirdi. suyun içinde envai çeşit nilüfer çiçekleri vardı. insanın ruhunu mest eden bir manzara ve su şırıltısı vardı. suyun üzeri ile yürüdüğümüz karanın rengi aynı olduğundan, ‘acaba suya adım atar da batar mıyım?’ endişesi bile içimden geçti. kul, su birikintisinin yanında durdu. ben de durdum. kul’un gözleri yarı açık yarı kapalı gibiydi. kul, başını yukarı kaldırdı. ben de kul’u dikkatle takip ediyordum. birkaç saniye geçti geçmedi, suyun içinden çıkan bir yaratık kafasıyla irkildim. birdenbire sudan böyle bir şey çıktığı için çok korkmuştum. bir süre sonra bunun bir yunus balığı olduğunu görünce rahatladım. çok şirin bir yunus balığıydı bu. yunusun rengi pembeydi. kocaman kirpikleri ve gözleri vardı. izlediğim belgesellerde pembe renkli yunus görmüştüm ama bu bambaşkaydı. burası kafdağı ülkesi olduğu için zaten her şey bambaşkaydı.

    birden yunus balığı dile geldi: “selâm kul!” diyerek ince ıslığa benzer bir sesle seslenmişti. kul, biraz da nazlanarak: “selâm kufa” dedi. kufa bu yunus balığının ismiymiş. kufa, kul’a: “dün üstünü ıslattığım için hâlâ dargın mısın bana?” diye sordu. kul: “hayır. zaten sen bunu hep yapıyorsun. alıştık artık.” dedi. bu konuşmaları duyup da şaşırmamak elde değildi. kul ile kufa bir arkadaşlık ilişkisi içinde birbirleri ile şakalaşıyorlardı. içimden hayvanlar ve insanlar ikilemi geçti. hani insan üstün, hayvan aşağı meselesi ama buna rağmen bir münasebet var. bu gerçek dünyada aslında böyle değildi. hatta kuran da bile “hayvandan aşaği” ayeti kelâm olmuştu. bunları anlık içimden geçirmiştim ki yunus balığı kufa, “yeni misafir mi?” diye beni kul’a sordu. kul, “evet efendim” diye cevap verdi. kul’un balığa bile ‘efendim’ demesi garibime gitmişti. ‘bu kadar da olur mu?’ diye düşünüyordum ki, kufa bana, “hoş geldiniz, kafdağı ülkesi’ne” diyerek kafasını hafifçe suya daldırıp çıkardı. bir nevi selâmlama yaptı yani. ben de: “hoş bulduk” dedim. kufa yine başını suya daldırıp çıkardı. ama bu sefer daha sert dalış yapmıştı, bunu da bilerek, üstüme su sıçratmak için yapmıştı. sonra da öyle sözler sarf etti ki, insanın ister istemez bildiklerini yeniden gözden geçirmesi gerekiyordu. şunları söylemişti:

    “hayvanlık aşağı olsaydı, peygamberler hayvanlarla konuşmazdı. hayvanlık aşağı olsaydı, yüce yaratıcı ‘sizler için hayvanlarda ibretler var’ (nahl/66) demezdi. hayvanlık aşağı olsaydı, hayvanlar sizlere hizmetçi olmazdı. hayvanlık aşağı olsaydı, allah, peygamberini yunusa yutturmazdı. hayvanlık aşağı olsaydı, allah kurumuş balığı canlandırıp, musa’ya ilim öğrenmesi için gittiği kutlu kişiyi görme işareti yapmazdı.” kufa bunları söylerken hem art arda sıçrıyor hem de hızlı hızlı konuşuyordu. beni düşüncelere gark eden şeyler söylüyordu. kufa konuşmasına devam etti: “hem yunus balığı yunus peygamberi niye yuttu, yemek için mi? siz öyle bilirsiniz, çünkü sonunda kurtuldu dersiniz. oysa rabbi balığa: “peygamberimi suya atacaklar. onu yut ve koru” demişti. bunu niye bilmezsiniz? tüm âlemlerin ve kafdağı ülkesi’nin efendisi hz. muhammedimiz (sav) neden hayvanlara özel davrandı? develere fazla yük yükletmedi. onlara haklar tanıdı….” kufa böyle durmadan konuşurken benim de aklımdan süleyman peygamber, hüthüt ve diğerleri bir film şeridi gibi geçiyordu…

    kufa ise hiç durmadan konuşmasına devam ediyordu. o kadar hızlı konuşuyordu ki, kelimeleri yakalamakta zorluk çekiyordum. kufa konuşmasını sürdürdü: “hayvanlık aşağı olsaydı, yüce allah’ım kuran-ı kelâm’ında sure isimlerini hayvanlardan koyar mıydı? bakara, nahl, ankebût, neml. hayvanlık aşağı olsaydı, efendimiz (sav)’in hicret’inde, örümcek, efendimiz (sav)’i yakalamak isteyenlere karşı set olur muydu? düşmanların görmesini engellemeye sebep kılınır mıydı? hayvanlık aşağı olsaydı, yaradan’ım, sivrisineğin bile kanadını misâl verir miydi, kelâm’ında zikreder miydi? hayvanlık aşağı olsaydı, hayvanları kendi rızasına kurban seçer miydi?

    kufa durmadan anlatıyordu. bazılarını anlamıyordum ama anladıklarım bile bana yetmişti. hayvanlardan aşağı olma konusu bizim anladığımız gibi değildi.

    kul, “yolumuza devam edelim” diyerek elindeki asâyı hafifçe yukarı kaldırarak, kufa’yı selâmladı. kufa ise suyun içine dalarak gözden kayboldu.

    buraya geleli çok zaman olmamıştı ama çok farklı dünyada, çok farklı bilgilerle, hatta sürprizlerle karşılaşıyordum. acaba beni daha neler bekliyordu, nelerle karşılaşacaktım? ya nasip…

    kul ile birlikte yürürken bana şunları söyledi: “bizim kafdağı ülkesi’nde, tüm yaradılış, birbiri ile dosttur: hayvanlar, bitkiler, çiçekler…” sordum: “çiçeklerde mi?” kul cevap verdi: “tabii efendim.” tekrar kul’a sordum: “çiçeklerle konuşmak mümkün mü?” kul tebessüm ederek, “tabii ki. kafdağı ülkesi’nde de sizin dünyanızdan buraya açılan kapıların çiçekleriyle de konuşmak mümkün. yunus emre’niz; ‘sordum sarıçiçeğe’ derken hangi çiçekle konuştu? bizim ülkenin, kafdağı ülkesi’nin sarıçiçeği ile efendim.”

    ister istemez buradaki ruhani havadan etkileniyordum. yunus emre, sarıçiçeğe sormuştu: “annen baban kim?” diye. sarıçiçek cevap vermişti: toprak. yani insanın mayasıydı toprak. insanda toplanan hakikatleri haykırıyordu sarıçiçek. bitkiler dile gelmiş, insanlara ruhanî ilahîler okuyorlardı. ya bizler ne yapıyorduk? insanlık ailesinin bireyleri olarak ne yapıyorduk? hayvanları, bitkileri, her şeyi katledip yok ediyorduk. onlara gerekli değeri vermiyorduk. bu yok ediş, aslında insanın kendini yok etmesi değil miydi? kendinde bulunan hakikatleri yok etmek, kendini yok etmek değil miydi? bindiği dalı kesmek bu olsa gerek. buna işaret eden birçok ayet zihnimde canlandı. ‘insan ilahi dengeyi bozmakla, yok etmekle, bir bedel ödeyecekti.’ bu kuran’da açıkça belirtilmişti.

    düşündüm ki bugün, istisnaları tenzih ederek söylüyorum, hayvanlar; insanlardan daha ahlâklı. onların fıtratı bu, ya insanın?

    ben bunları düşünürken kul, “yürüyelim efendim” dedi. yolumuza devam ettik. geçtiğimiz yerlerin güzelliğini anlatmak için kelimeler yetersiz kalıyordu. yüksekçe bir yamacın kıyısına vardık. aşağılarda göz alabildiğine uzanan bir alanı, kuş bakışı görüyorduk. oradan çok garip, adeta kapı gıcırtısını andıran, insanın içini ürpertiyle dolduran, inilti ile gülme arasında kulağa hoş gelmeyen sesler geliyordu. insanlar ise belli belirsiz seçiliyordu. büyük bir kalabalık vardı aşağıda. sağdan sola, soldan sağa binlerce insan koşturup duruyordu. anlamsız bir şekilde koşuşturma içersindeydiler.

    aşağıda bir nehir vardı. bu nehir sanki bulunduğumuz yamaçla diğer tarafın sınırını belirliyordu. bizim taraf ile karşı taraf arasında bariz farklar vardı: iki atlı ellerinde kılıçlar ve mızraklarla bir ceylanı birbirlerine zıt yönlerde kovalıyordu. biri yakalamaya biri de ceylanı kurtarmaya çalışıyordu. bir başka grup ağaçları baltayla kesiyor, yakıyordu. karşılarındaki grup ise ellerindeki fidanları dikmeye, ateşi söndürmeye çalışıyordu. bu mücadele, daha önce anlattığım ‘iyilik duvarının’ iki yanındaki mücadeleye benziyordu.

    kul’a sordum, “burası neresi, bu olup bitenler nedir?” diye. kul, o güzel naif sesiyle cevap verdi: “er meydanı efendim. o bölgede her şey var; insanı, şeytanı, cini, meleği vs. hep bir mücadele var. o ceylanı buraya, nehir sınırına sürüp kurtarmak isteyen mânâ erlerinden bir süvari. diğeri ise şeytanın süvarisi, ceylanı yok etmeye çalışıyor. tıpkı ağaçları yok etme çabasında olanlar ve diğer ilahi güzelliğin yok edilmesini isteyenler gibi orası hakikatlerin sûret ülkesi. sınır bu nehir, kaf ülkesi’ne yüksek yamaçlı sınır.” tam bu sırada aşağıdan bir kötü süvari kul’a seslenerek, “kul sefili, al sana!” diyerek bir ok attı. ama attığı ok bize yetişemedi. onu takip eden başkaları da benzer şeyler attılar ama hiçbiri bize yetişmedi. öyle bir manzara ki, öyle bir mücadele ki; hayvanlar, ağaçlar, nebatlar insanlara yardım ediyordu. ama diğerleri bunları yok etmeye uğraşıyordu. kul’a, “sefil” diye bağıran adamı sordum. kul cevap verdi:

    “onun ismi mahdariş. oradaki kötülerin, kötülüğün lideri.” “elindeki kıvrık yılana benzeyen o baston veya asâ nedir?” diye sordum. kul, “işte efendim, mahdariş gücünü o elindeki asâdan alır.” diye cevap verdi. tekrar sordum, “bu asâyı nereden almış, onun karşıtı yok mu, yani ona karşı koyacak güç?” kul cevap verdi, “ah efendim, o asâyı, o gücü ona insanlar verdi. o güç, insanların iradesinin sembolü. o ceylan, mânânın sembolü. ona karşı koyacak güç elbette var, bilgi. siz düşünün efendim” diyerek sustu. işte şimdi yeni bir şey daha idrak ediyordum. insanların iradesi, tüm yaradılışın da vebalini taşıyordu. hele o fidan dikmeye çalışan topluluk. hem de bunca karmaşanın içinde. sevgili peygamberimiz (sav)’in “kıyametin kopacağını bilseniz bile, elinizdeki fidanı dikin.” hadisini adeta tefsir ediyordu. kıyamet bir sonsa, fidan her şeye rağmen mücadelenin sembolü gibiydi.

    (bir beldenin hayvanları insanlara güvenmiyorsa o beldedeki insanlarda bir sorun vardır. sizin de bulunduğunuz beldede kuşlar kediler sizden korkup kaçıyorlar mı?)

    birden kufa yamaçtan atlayı nehre daldı. o da mücadeleye katıldı. ona da saldırıyorlardı. onu öyle görünce çok üzüldüm. ben burada durup seyretmemeliydim, bir şeyler yapmalıydım? tam yamaçtan aşağı inmeyi planlıyordum ki, kul, “daha değil, sabret efendim” dedi ve ekledi: “zamanı gelince.” kul tekrar yanıma gelmişti. müşahede ettiğim bu manzaranın üzgünlüğü içinde kul ile yürümeye devam ettik. kafamda birçok soru oluyordu ancak gördüklerim ve yaşadıklarım sorularıma cevap oluyordu.

    daha sonra rengârenk çiçeklerin, sarmaşıkların kaplamış olduğu dar bir vadiden geçtik. yine bir ağacın altına geldik. bu ağaç, oldukça heybetli bir ağaçtı. hani koca tarihi çınarlar vardır ya, bu da tıpkı öyle görünüyordu. kul, “buyurun efendim, biraz oturalım.” dedi. acaba ne olup bitiyordu? bunu tahmin etmek güç değildi. fakat bu algılayışla, acaba bir şeyler yapmak, mücadeleye katkıda bulunmak, bir şeyleri değiştirmek mümkün olamaz mıydı? gerçi fikir alanında neler yapılacağını insanlık ailesi olarak biliyorduk. ancak hayatta, yani iş uygulamaya gelince maalesef zaaf gösteriyorduk. öyle değil miydi? ‘kutuplar eriyor, tabiatın dengesi bozuluyor, ahlâk elden gidiyor, hastalıklar çoğalıyor, yiyeceklerimizin genetiği ile oynanıyor, denizler kirleniyor, insanlar ölüyor, hayvanların nesli tüketiliyor, depremler geliyor, ormanlar yanıyor, sular kirletiliyor’ deniliyor, çözüm önerileri getiriliyor, iş uygulamaya geldi mi, sonuç yoktu. yani iş, ahkâm kesmekten öteye gitmiyordu. er meydanında zaafa uğruyorduk. samimi ve iyi niyetli değildik. peki ya bunlardan rahatsız olanlar, dertlenenler neden tüm bu fikirlerini, hastalıklara şifa olacak planlarını, er meydanına gelince uygulayamıyorlardı? siyasetçiler buna somut bir örnek; ‘beni seçerseniz, şöyle yapacağım, böyle yapacağım…’ seçilince ne oluyor? bazıları samimi de. imamı, müezzini, tarikatı, cemaati, seni beni, seni âdemi, beni âdemi… siz anladınız onu. er meydanında, ercesine mücadele edenlere selâm olsun. selâm olsun hilâlilere.

    kul içimden geçen bu düşünceleri okumuşçasına, “bilgi efendim. ruhani bilgi.” dedi ve sustu. sordum: “nedir ruhani bilgi?” kul başını kaldırdı ve şöyle dedi: “sana nefes verelim mi, nefes mi istersin, bilgi mi?” şaşırdım kaldım. aklıma hacı bektaş veli’nin, yunus emre’ye: “sana nefes mi verelim, buğday mı?” demesi geldi. tuhaf olan nefes mi bilgi mi cümlesiydi. sanki bilginin de buğday gibi yani nefesten önemli olmadığı açıklamasıydı… çünkü yunus emre: “baba, ne yapayım nefesi, buğday verin” demiş, sonra pişman olmuş, ‘buğday; yenir biter ama nefes bitmez.’ demişti. demek ki, burada teklif edilen bilgi, buğday gibi bir şeydi. daha mânâsını anlamadan, hemen ‘nefes’ dedim tabii. kul cevap olacak şu cümleleri sarf etti: “efendim, bilgi nefsi besler, ruhani bilgi ise ruhu. nefsi besleyen bilgiler zahiri –manevi- de olsa bir yerde noktalanır. ama ruhani bilgi, ruhu besleyen bilgi, nefes gibidir. çünkü yaradan ‘ruhumdan üfledim, nefesledim” (sâd/72) buyurdu.” dedi ve sustu.

    şimdi anlamıştım: bilgi buğday gibiydi. çünkü kuran’da iyilerinde birbirinden farkı olduğu buyruluyordu. meselâ, haramdan kaçmış, bazı denilenleri yapmış bir kişi cennetlik olmuştu. cennetler arasında da fark vardı. başka biri daha da ileri iyilik yapmış, fedakarlık yapmış, farklı cenneti elde etmişti. kuran’da onlar için şöyle denir: ‘onlar birbirleriyle yarişirlar.’ (âl-i imrân/114) yani biri diğerinden farklı cennette. ikisini de bilgi buraya getirmiş.

    ama ruhani bilgi, sınırsız cennetin sahibine götüren bilgidir. “ruhumdan üfledim” ayetinin esrarındandır. ruhani bilgi, cennetle sınırlandırılan manevi bilgidir. ya cehenneme sokup orayla sınırlandıran bilgi? işte kul’un dediği zahiri –manevi- bilgi, yunus baba’nın algıladığı buğday gibiydi. yoksa buğday büyük nimettir. kul nefesler vermeye başladı. öyle derûni, ruhanî bilgilerdi ki bunlar, biz ona “nüshalar” dedik. gözler, bu kaf ülkesi’nin harikulâdeliğine kapanmıştı bu bilgiler karşısında. “bura da bir perde imiş demek.” şimdi kul’un gözlerinin neden kapalı olduğunu anlamıştım. nüshalar dedim ve ancak ana hatlarını yazdım. aradaki derûnî bilgiler tefekkür ehline ve bizlere kalsın diye.

    bu girişte bir not ekleyelim: burada anlatılan yesevîye-melamî seyr ü sülüğüdür. nüshalardaki ifadeler mecaz ve teşbihtir. yanlış anlaşılmamalıdır. allah’ın zatı akla gelmemelidir. örneğin, “kul, rabbi gölgesinden görür” ifadesi ve benzerleri birer teşbih ve mecazdır. tıpkı kuran’da allah’ın ipi, allah’ın eli teşbihleri gibi algılanmalıdır. yoksa allah hepsinden münezzehtir. yine bu bilgiler kuran’ın derûnî tefekkür ehline hitaptır. yanlış anlaşılmamalıdır. nüshalar ana başlıkları içerir, açılımları ehli tarafından muhabbet yoluyla öğretilir.

    ….

    uyuduğum ağacın altında büyük bir gürültü ile uyandım. harikulâde bir rüya idi. rüya mıydı? hadi rüya diyelim. bu gürültü de neydi? motorlu bir testerenin sesiydi bu. adamın biri elindeki testereyi çalıştırmış, bulunduğum yerdeki ağaçları kesmeye hazırlanıyordu. yapılan bu kesim, köy meclisi kararıyla imiş, güya ormancılara tanınan bir hakmış bu. kesim yapanlardan biri bana yaklaştı: “oradan çekil, aracınızın tamiri bitti, köye gidecek, hadi bin git.” dedi.

    hiç hoşlanmamıştım adamın bu tavrından. ama beni asıl rahatsız eden şey, bu köylünün bu ağacı kesmek istemesiydi. sordum köylüye, “ne yapacaksın?” diye. köylü cevap verdi: “ağacı keseceğiz!” “olur mu, bu ağaç tarihî bir ağaca benziyor, hiç kesilir mi bu güzelim ağaç?” dedim. köylü, “kardeşim zaten işim başımdan aşkın, bu bizim görevimiz.” diye cevap verdi. bir şeyler yapmalıydım, hemen atıldım: “hayır bu ağacı kesemezsiniz, kestirmem’” dedim. adam tuhaf tuhaf yüzüme baktı ve şöyle dedi: “yoksa sen hamdi’nin adamı mısın, hısmı mısın?” “hamdi kim?” diye sordum. adam cevap verdi: “kim olacak, muhtarın muhalifi.” “hayır” dedim. “biz, tabiatı koruma derneğiyiz.” diyerek blöf yaptım. köylünün yanına bir arkadaşı geldi, o da tartışmaya katıldı: “haydi kardeşim, çekil git başımızdan, biz yetkiyi muhtardan aldık, bir derdin varsa git onunla konuş!” dedi. bu arada diğer arkadaşları da gelip, tartışmaya dahil oldular: “hayrola?” diye sordu içlerinden biri. köylünün arkadaşı cevap verdi: “ne hayrı, bu yabancı ağacı kestirmiyor.” dedi. münakaşa büyüdü. bu arada ulu ağacın üzerine bir leylek kondu, hepimiz başımızı yukarı kaldırınca, leyleğin ağaçta bir yuvası olduğunu gördük. bu durumu görünce köylülere: “yazık değil mi, bu yuva bile ağacın kesilmemesi için bir sebeptir. hayvancağızın yuvasını bozmayın.” dedim. bu arada aramızda bir itişme oldu. ağacı kesmeye gelen ilk adam, “hadi jandarmaya gidelim!” dedi. bir diğeri, “hayır, muhtara gidelim, o bu işi çözer.” dedi. ben de: “tamam, gidelim!” dedim.

    yedi sekiz kişi tartışa tartışa köyün yolunu tuttuk. bozulan minibüsümüz tamir edilmişti, hep beraber ona binerek köy muhtarlığının olduğu yere doğru gitmeye başladık. köyün meydanında bir kıraathane göründü. küçük, şirin bir köydü burası. tırmanacağımız dağın zirvesi de buradan net bir şekilde görünüyordu. gözlerim bizim dağ ekibini aradı ama köy meydanında yoktular. kıraathanenin yanında bulunan muhtarlığın önünde köy bekçisi oturuyordu. selâm verdik ve muhtarı sorduk. bekçi, “muhtarın odada olmadığını” söyledi. ormancılardan biri, bekçiyi, muhtarı bulup getirmesi için yolladı. biz de kıraathaneye geçip, muhtarı beklemeye başladık. kıraathanede çoğu yaşlı, on kadar köylü vardı. selâm verdik, oturduk. selâmımızı hep bir ağızdan aldılar.

    boş bir masaya geçip, tek başıma oturacaktım ki, bir masada yalnız oturan yaşlı bir amca, “hele oğul gel, şöyle otur.” dedi. yaşlı amcanın daveti üzerine onun masasına oturdum. ihtiyar amca, “hoş geldin oğul.” dedi. “hoş bulduk amca.” diye cevap verdim. “hayrola evlat, ormancılarla, muhtarla bir husumetin mi varmış?” diye sordu. bunun üzerine ben, “hayırdır amca, siz nereden biliyorsunuz, mesele daha yeni oldu.” dedim. yaşlı amca gülümseyerek, “buralar küçük yerler, haber tez yayılır.” dedi ve ekledi: “hayrola, mesele nedir?” ben de anlattım: “köyün yakınında tarihî bir ağaç var. onu kesmek istiyorlar, üstelik üzerinde de leylek yuvası var, böylesine büyük bir ağaç kolay kesilir mi, yazık değil mi?” dedim. ihtiyar amca kaşlarını çatarak, “aslında yaptıkları kesim yasal değil, muhtar, köy meclisinin bir kısmını da yanına alarak bu işi yapıyor. o ağaç kestikleri bölgeye, nehrin oraya, santral mı ne yapılacakmış, onun için muhtar oraları kestiriyor.” dedi.

    bu duyduklarımı kullanarak, “ağaçların kesilmesini engelleyebilirim” diye düşündüm. yaşlı amca tekrar sordu: “sen buralı değilsin evlat, ama aferin bu duyarlılığına.” dedi. bizi yan masadan dinleyenlerden biri laf attı: “hamdi dayı, gaz verme delikanlıya, yerin kulağı var, bak anlattıkların muhtarın kulağına gider.” dedi. “ormancıların bahsettiği, muhtarın muhalifi hamdi amca bu olsa gerek!” diye düşünürken, hamdi amca, “gelsin, muhtarın yüzüne de söylerim. ben muhaliflik yapmıyorum. hakkı haykırıyorum. ama siz… nafile!” dedi. bu arada kahvede oturanlar, hamdi amca’nın bu konuşması karşısında gülüştüler.

    bir müddet sonra, muhtar ve yanında birkaç kişi kahvehaneye gelerek selâm verdi. tüm kahve selâma karşılık verdi. muhtar, hamdi dayı ile benim bulunduğum masaya gelerek, “hoş geldiniz köyümüze!” diyerek sıcak bir tavırla elini bana uzattı. tokalaştık. muhtar: “ben köyün muhtarı memiş ağa.” dedi. “ben de âdem.” dedim. muhtar, “memnun oldum.” diyerek hemen konuya girdi: “bizim köyün kesim ekibini engellemişsiniz.” dedi. bende neden böyle yaptığımı muhtara kısaca anlattım. benim anlattıklarımdan sonra o sıcak tavırlı muhtar gitmiş, öfkeli bir muhtar gelmişti. bana, “bu yaptığınız yasal değil, siz bu köyde misafirsiniz, köyün işlerine karışamazsınız!” dedi ve bir münakaşa başladı. hamdi dayı, “muhtar, muhtar, doğruları savunmak için illâ bu köyden mi olmak lazım? âdem kardeşimiz ne güzel duyarlı davranmış, bunun neresi yanlış?” dedi. muhtar memiş ağa daha da sertleşti, “sus hamdi dayı. bu işler zaten hep senin başının altından çıkıyor. bu vatandaşı sen mi getirttin köye? yok yere ortalığı karıştırıyorsun?” dedi. ortam iyice gerilmişti. muhtar, kesim ekibine talimat verdi: “gidin, hava kararmadan işinizi bitirin! planlandığı gibi ağaçları kesin!” ben ise araya girerek: “hayır, kesemezsiniz. buna müsaade etmeyeceğim!” dedim. bu arada hamdi amca da ayağa kalktı, diğer köylülerden çıt çıkmıyordu.

    muhtar bu sefer: “gidin jandarmaya haber verin, gelsinler, yoksa…” muhtar konuşmasının devamını getirmedi. jandarma’ya haber verilmesi benim de işime gelirdi. çünkü hamdi dayı’dan öğrendiklerimi koz olarak kullanabilirdim. hamdi dayı, muhtarın adamlarına: “hadi çağırın jandarmayı gelsin!” dedi ve bana dönerek, “evlat, jandarma kasabadan gelene kadar biz de eve gidelim, bir şeyler yiyelim.” dedi. bu sırada; ayakları çıplak, saçları uzun, üstü başı dökülen, bir elinde değnek olan meczup kahveye gelerek, “muhtar memiş, toprak gözünü doyuracak, mezarında ot bitmeyecek.” diye tuhaf bir ses tonu ile bağırdı. muhtar memiş meczubun bu sözlerine iyice sinirlendi, “get lan, allah’ın delisi!” diyerek yerden bir şeyler alıp meczuba fırlatacakmış gibi yaptı. meczup bu hareket karşısında kahveden çıkarak kaçtı. hamdi amca muhtara: “bırak memiş ağa, allah’ın garibini, ona bile çatıyorsun, yazık yazık!” diye söylendi. sonradan öğrendim ki, bu köyün delisi kul ahmet imiş. ama ne deli. hamdi dayı’ya, “eve gitmeyelim, jandarmayı bekleyelim.” dedim. “gerek yok evlat, jandarma gelirse bizi bulurlar, meraklanma.” dedi.

    hamdi dayı koluma girdi, birlikte köy meydanından elli metre uzaklıktaki dar bir sokak çıkışında bulunan, şirin bir evin önüne geldik. evin önünde bulunan çardağa oturduk. hamdi dayı’nın torunları bize ayran ikram ettiler ve hemen oracığa bir sofra kurdular. bir müddet sonra jandarmanın cipi evin önünde belirdi. astsubay olduğu kolundaki rütbeden anlaşılan karakol komutanı bizleri selâmladı. komutan meseleyi sordu. biz de olup bitenleri anlattık. hamdi dayı, muhtarın yaptıklarının yasal olmadığını uzun uzun anlattı. bu arada muhtar memiş’in bir adamı da yanımızda olup bitenleri dinliyordu. komutan bizleri dinledikten sonra, “durumu kaymakama ileteceğini, bunun için de yarını beklememiz gerektiğini” söyledi. “orman işletmesi’nden de belgeleri kontrol edeceğini “konuşmasına ekledi ve cipine binerek köyden uzaklaştı.

    hamdi dayı bana, “bugün burada misafirim olursun evlat.” dedi. ben ise biraz tereddüt ettim ama dağcı arkadaşlar henüz gelmediği için hamdi dayı’nın teklifini kabul ettim.

    akşam güneşinin kızıllığı yerini karanlığa bırakırken, hamdi dayı, torunu elif bacı’ya seslenerek: “hadi torunum, sarı kız’ı sağ da taze süt içelim. yanına da köy ekmeği koy. âdem şehirde bunları bulamaz.” dedi. elif bacı, sarı kız isimli ineği sağarkenki tablo ise görülmeye değerdi.

    o akşam hamdi dayı ile gecenin ilerleyen saatlerine kadar sohbet ettik. yatma vakti gelince, bana güzel bir yer yatağı hazırlandı. böylece, uzun zamandan sonra yer yatağında yatma konforuna nail olmuştum.

    sabah ezanı ile birlikte kalktık, köy camiine gittik. namaz çıkışında imam efendi bana dönerek, “hoş geldiniz, dün olanları duydum. bence siz bu işe karışmayın. allah, ağaçları da insana hizmet için sundu.” diyerek açıkça niyetini belli etti. ben ise imamın bu sözlerine karşılık, “evet, ama, her ağacı değil.” diye nazik bir üslupla cevap verdim. camiden ayrılıp, sabah çayını içmek için köy kahvesine doğru yola koyulduk. hamdi dayı imamın konuşmalarına sinirlenmişti: “bu imam da onlardan.” dedi ve ekledi: “zaten köylünün tepkisizliği de bu imam yüzünden. kürsüye çıktı mı; vaaz eder, ağlar, bağırır çağırır ama iş icraata geldi mi, fetvası hep zalimden yana. köyün girişinde bin yıllık olduğu söylenen ve temelleri bile görülmeyen bir taş kalıntısı var. güya burası bin yıl önce kiliseymiş. geçenlerde köye bir hıristiyan grubu geldi o kalıntılar için, bizim imamı görsen, hemen onlarla kol kola girdi. köy şöyle zengin olacakmış, çok turist gelecekmiş, bu işe müslümanlar olarak destek olmalıymışız, bu işe sahip çıkmak sevapmış, daha neler neler anlatıyor köylüye. imam efendi, senin camin dökülüyor, bir hayrın yok. sanki köyde hıristiyanlar var da, o kilisede ibadet edecekler, ibadethaneye ihtiyaçları var. töve tövbe… zaten bu santral projesi de yabancıların işi. hepsi zincirleme gelişiyor. köylü olup bitenlerden bihaber. ellerinden köy gittiği zaman uyanacaklar ama ne fayda? muhtar memiş, imam ve birkaç yardakçı bu işleri örgütlüyorlar.” dedi. hamdi dayı’ya sordum: “köylü ne diyor bu olup bitene?” “ne diyecekler, biz, imam efendiden daha iyi mi bileceğiz?” diyorlar. “şu yan köyün bir imamı var, bir görsen, mütevazı, ilim sahibi, tam bir mümin. gıpta ediyorum ona. inşallah bu köye de öyle bir imam nasip olur. ama ‘böyle cemaate, böyle imam,’ derler. neyse âdem, gel kahvaltı yapalım.” diyerek köy kahvesinde birkaç kişinin de iştirakiyle kahvaltı yaptık.

    tabiat güzeldi, oksijen boldu buralarda, ama köylüde huzur yoktu.

    ilerleyen saatlerde, kaymakam ve bilirkişi heyeti köye gelmişti. hem ağaçlara hem de nehre kurulacak santral yerine bakacaklardı. incelenecek bölgeye gittik. “nehirde balık var mı?” diye sordu kaymakam. imam ve muhtar memiş ikisi aynı anda: “hayır.” dediler. ama allah’ın hikmeti, tam o sırada; kırmızı benekli büyük bir alabalık nehirde zıplaya zıplaya herkesin gözü önünde adeta dans etmeye başladı. muhtar memiş ve imam’ın yüzü, bu balığı görünce birden değişti. doğrusu onların bu hâli görülmeye değerdi. kul ahmet de bu cümbüşe katıldı ve bağırarak, “imaaaam, biraz imannnn! muhtar memiiişş ayvayı yemiiiiş!…” dedi. bu durumda gülümsememek elde değildi. kaymakam bey ve bilirkişi heyeti incelemelerini tamamlayıp, “ağaçların kesimi ve santral için son sözü bakanlığın söyleyeceğini, bunun için oraya durumu belirtir bir rapor yazacaklarını,” söylediler. bu habere sevinenler de oldu, üzülenler de.

    bu arada, nihayet dağcı arkadaşlarım bulunduğum köye gelmişlerdi. hamdi dayı ile vedalaştım. dağcı arkadaşlarımla beraber köyden ayrılıp, hep birlikte dağa tırmanmaya başladık. zirveye varınca da kamp kurduk. zirveden şöyle köye ve aşağılara bakınca düşündüm ki, kafdağı ülkesi’nde ne varsa, köyde de aynısı vardı: mahdariş’in kul’a ok fırlatması gibi, köyde de, muhtar memiş, kul ahmet’e yerden bir şeyler fırlatmaya kalkmıştı. kafdağı ülkesi’nde ceylan, kufa yunus vardı. köyde ise, sarıkız ve nehirde kendini kaymakam’a gösteren benekli alabalık vardı. kafdağı ülkesi’nde mahdariş’in elinde gücün sembolü asâ, köyde ise muhtar’ın elinde gücün sembolü mühür… artık gerisini de siz kıyaslayın. aslında kafdağı ülkesi hep yaşantımızın içinde…

    bulunduğum zirveden aşağıları seyrederken bunları düşündüm. etrafımda cıvıl cıvıl öten kuşlar vardı. leylekler, ağaçlar çiçekler vs. kim bilir bütün bu yaratılmışlar, kendi hâl dilleri ile bize neler anlatıyordu.

    kamp bitmiş, herkes evine dönmüştü.

    hayli zaman sonra, hamdi dayı, hac dönüşü, istanbul’da misafirim olmuştu. köyü sorduğumda şunları anlatmıştı: “muhtar memiş, muhtarlıktan düştü. imamın başına çok kötü şeyler geldi. yeni muhtar ve yeni imam köyü ihya ettiler evlat. santral projesi de iptal oldu.”

    oktan keleş (deruni devlet-kutsal halı sh. 73-124)

    kaynak: http://www.onaltiyildiz.com/…aber.php?haber_id=2440

    ayrica (bkz: bir meczubun rüyası/#33828633)
hesabın var mı? giriş yap