• etherial hopes adında bir mcdsi bulunan italyalı death metal grubunun adı.
  • amiga icin cikarilmis ve klasikler arasina girmis shot em up turu oyun. muziginin oldukca guzel oldugu aklimda kalmis.
  • hayasızlığın, ölçüsüzlüğün sembolü. annesi koros (tıkabasa tokluk)’tu. hybris’in cezası acılarla çekilir. her şeyde iftira görmek, hybris’in ağına düşmek demekti.
  • (bkz: hubris)
  • tragedyada kibrin cezasini nemesis verir.
  • efendim; nasıl başlamalıyım nasıl bu kocaman kavramın içini doldurmalıyım diye diye başımı yemeden, pat diye girerek konuya, tanımımı aktarayım; yunan tragedyasında, silenos'a bakarsak; her şeyin sebebi insan için (en) uygun olmayan, zalim bir dünyaya doğmuş olmamızsa; bunun doğal sonucu olarak; insan için en iyi şey, hiç doğmamış olmak, en kötü şey ise; doğmuş olmaktır. işte bu gerçeğin gölgesinde biramı yudumlamaya kalkışırsam; hybris 'le alakalı şu tanıma varabilirim;

    hybris, insanın, hiç de aslında olmaması hayrına olan bir mekan ve zamanda gösterdiği hadsizlik, çocukluktur.

    aslında hadsizliğin boyutunu tragedyalardan örneklerle, yunan anlayışından örneklerle ortaya koyabilirim, bunu bu entiride yazmaktan sıkılmam veya sıkılmamam belirleyecek, zira aslında anlatmak istediğim biraz da farklı bir hadise; kibre ve hadsizliğe saplanmış insan, prometheus 'tan ateşi ve dolaylı olarak sonrasında kadın'ı (pandora 'yı) alarak (ikinci parantezi prometheus için açtım; şimdi bu entiride, insanın yaşama 'ya olan yabancılığından bahsederken; aslında titan prometheus'un da tanrılar sofrasına yabancılığından bahsetmezsem olmaz, bunu hissediyorum zaten; pandora başlığında uzun uzun anlattığım gibi; prometheus'un varlığı pek insancıl durur, hatta başta azra erhat olmak üzere bizdeki mavi anadolu'cuların çoğu humanizmaya girdiklerinde, bu titanın adından bahsetmeseler olmaz, ha keza ben de geçtiğimiz 6-7 ay içinde bol bol andım kendisini. ama asla büyük üstadlar gibi bir devrimci olarak görmedim kendisini, kimi araştırmacıların dediği gibi dalgacı veyahut şakacı olarak da görmedim kendisini. peki bence kimdir prometheus? çok açık; tam yeridir aslında bu başlık altı; tıpkı insanın yaşama'ya olan yabancılığı gibi, prometheus da tanrılar sofrasına yabancıdır. tragedyada suçun cezasız kalmaması kuralı için bir ibretlik vaka'nın esas oğlanıdır. tanrıların, insanlara ateşi ve kadın'ı vermesi gerekirken bunun bir sebebi olmalıydı, tıpkı adem 'le havva'nın günahlarının, aslında insanların pek de alışkın olmadıkları doğa içinde yaşamalarını sağlamak için bahane olması gibi. şunu da düşünsenize; tüm melekler içinde şeytan isyan etmeseydi, tanrıya karşı durmasaydı, insanların günahlarına nasıl bir kaynak bulunacaktı? ha bu soru biraz ağırdır, hafifleterek yunan mitolojisi babında sorayım ki, demek istediğimi başka yere çekecek olanlar da rahatlasınlar, şöyle biraz düşünsünler ne demek istiyorum diye; prometheus, tanrılar sofrasına çağrılmasaydı, kabına sığmayan insan, ateşi nasıl elde edecekti? kadın'ına nasıl kavuşacaktı? üçüncü devrimi, prometheus 'un devrimciliğinden bahsederek ortaya koyanlara asla katılmıyorum, zira sonuçta tanrıların isteği gerçekleşmiştir; isyan girişiminde bulunan titan, tragedyanın karakteristiğinin de gereğince, cezalandırılmış, ceza olarak da önce epimetheus'a sonra insanlara kadın gönderilmiş, kabına sığmayan insan tam anlamıyla insan olmuştur. neresinde devrim var bunun, devrimle ortadan kaldırılması gereken saltanat yıkılmıyor, aksine cezalandırıyor, ibretler ortaya koyuyor, insanlara "şunu şunu.. şunu yapamzsın, yaparsan karaciğerini kuşlara yediririm" mesajını veriyor, bırakın yıkılmalarını, güçlerini sağlamlaştırıyorlar. prometheus işte böyle bir durumda devrim mi yapmış oluyor, yoksa güç sahipleri, zaten kabına sığmayan insana, zaten tam anlamıyla, ellerinden kapacakları ateşle kadın'ı vermelerine sebep oluşturmuş oluyorlar hem de kendilerini sağlama alıyorlar. ne kadar trajik değil mi? olan titanın karaciğerlerine olmuş.. bir de kadın belasından çekenlere..), demeter 'in sunduğu armağanları yemişlere döndürüp, dionysos'un içkisini bulup, öküzle de toprağı deşmeyi öğrenip, çiğdem dürüşken hoca 'ya göre; "hayatta ben de varım." demiştir.

    ama doğası gereği trajik bir varlık olan insan; tragedyada prometheus 'un tanrılar sofrasındaki şakalarına (!) benzer hatalar yapar. güç dengesini anormal düzeyde etkileyemese de ( gerçekte de kutsal değerlendirmeler sabittir; günah vardır, şeytan vardır, karşılarında sevap vardır, cennet vardır.) hatalarıyla var olan insanın kendi dünyası ve adaleti ile tanrıların dünyası ve adaleti arasında aşılmaz, kapatılmaz bir ayrılık vardır. (navisalvia 2004, cengiz çakmak) hybris işte bu kapatılmaz ayrılığın merkezinde olur aslında; zira odysseus troia savaşı 'ndan sonra, zaferi aklına bağlamasaydı veyahut poseidon 'un oğlunun tek gözünü çıkarmasaydı, evine daha erken ve sorunsuz gidecekti. ama bu da aslında, yukarıda ikinci parantezde belirttiğim duruma benzerdir; zira, hadi odysseus örneğini verdim oradan gideyim, evine dönemeyen kahramanın karısının başında talipler belirdi, bu talipler de hadlerini aştıkları için, eser sonunda * cezalandırılmak zorunda kaldılar, yani bir kahramanın (bahsettiğim kişi, insandan öte kahramandır, yunan'da kahramanlık müessesesi varken, roma'da daha çok misyonerlik, vazifeşinaslık ön plandadır. aeneas örneğinde olduğu gibi.) kibri başkalarının kibrini tetiklemiştir.

    işte yunan'daki kader anlayışı budur.
    işte bu kadar basit. hybris 'den kader'e dönmemin sebebi ise; "homeros'ta kader anlayışı nedir?" sorusunun pek revaçta olmasıdır. bu entiri benim cevabımdır, homeros destanlarını yunan tragedyasının merkezine yerleştiriyor olmam da ayrı bir cevaptır kimilerine.

    istanbul üniversitesi , latin dili ve edebiyatıbölümünden bir üstadımın çalışmasından alıntı eklemek istiyorum entirimin sonuna;

    *************************************************************
    hybris, homeros kahramanlarının başlarına gelen meslek kazasıdır aslında. ölümlü insan, yaşamı süresince, kendisine tanınan ‘pay’ sınırları içinde ( ki bu’ pay’ cinsiyet, sosyal sınıf, soy ve şahsi özelliklerle de biçimlenir ) yani moira ölçüsüyle yaşamalıdır. dünyaya gelirkenki koşullarla çizilen; hayattaki olasılıklara, izlenecek amaçlara, arzulara bir sınır koyan, içinde yer alınan bir dairedir moira. öte yandan, bir kahraman, bir savaşçı, bir aristokrat, bu alanı tamamen kaplayıp, sınırlarını da zorlayan, hayatı maksimum ölçüde yaşamaya çalışan kişidir. mükemmelliğin arayışında olduğu zaman bu davranış arete olarak karakterize edilir. bir de işin ölümcül yönü vardır ki, tanınan bu sınırların ötesine geçerek daha fazla ‘pay’ talebi ile ortaya çıkar. işte bu hybris‘in ta kendisidir. bu her zaman kasıtlı bir ihlal olmayabilir, sınırlayan çizgiler farkında olmadan habersizce de ihmal edilebilir; bu masum ihlal hamartia’dır.

    tanrılar kendilerine gösterilen saygıya olduğu kadar yaşam süresine de duyarlıdırlar. gücendikleri taktirde, kinle harekete geçebilirlerse de, öncelikli ölçü ‘vade’dir, yani yaşam süresi. ömrün bitişine sebep olan ilahi öfke esas olarak moira kaynaklı bir prensipten doğar, ahlaki bir cezalandırma sebebiyle değil.

    sıkı ve kesin hatlarıyla belirlenmiş bir sistem içinde gerek insanların gerekse tanrıların aldığı bir ‘pay’ vardır ve bu ‘pay’ sınırları içinde hareket zorunludur. bunun ötesine geçmek ‘hyper moiran’ sayılır ve bu durum kişisel çöküntü ve yok oluşu davet eder. bu bakımdan ‘pay’ ölçüsü, insan hakkında verilecek kararların ilahi temelini oluşturur.

    bir insanın yazgısı moira’ya bağlıdır ve bu yazgı, ahlaki yargılardan bağımsız olarak tayin edilir. tanrılar elbette kendilerini onurlandıran insanları yer yer ödüllendirir, fakat moira izin vermedikçe gözdelerini, felaketten korumaları mümkün olmaz. insanlar, çoğu zaman, tanrıların iyilere yardım edip kötüleri cezalandırdıklarına inanırlar ve ortaya bir ironi dünyası çıkar; aslında insanlar özünde dindardır, inançlıdır; tanrılar ise kayıtsız ve kaygısızdır.

    “mutsuzluk payı verdi bir gün tanrı ona da
    yerine geçecek çocukları olmuyordu.” (ilias, xxiv,538)

    bir gün sevdiğini yitirebilir insan,
    yitirebilir kardeşinden oğlundan yakın birini,
    ağlar sızlar sonra taş başar bağrına
    acıya dayanan bir yürek verdi moira insanlara. (ilias, xxiv,47)

    “olymposlu zeus’tur insanlara mutluluktan pay veren,
    iyi günü, kötü günü üleştirir dilediği gibi,
    o sana bu acıları vermişse katlan.” (odysseia, vi, 188)

    yaşam ve ölüm, insan varlığının bir parçası olarak iç içedirler. onurlu bir yaşam sürmüş bir insan öldükten sonra da cesur davranışlarıyla hatırlanarak yaşatılır, ölümsüzleşir. bir insan savaşırken öldüğü taktirde yarım bıraktığı işin tamamlanması yoluyla onurlandırılır. bu da, onur anlayışıyla birlikte, ‘intikam anlayışı’nı ortaya çıkarır. savaşta ölmüş ya da kendisine haksızlık yapılarak ölmüş bir kişinin hıncı alındığı vakit onurlu bir iş yapıldığı varsayılır.

    grek bakış açısının hint-avrupa geleneğinin adalet anlayışına da tesir ettiği düşünülmektedir. insan, enerjisini ve cesaretini, koşulların uygun sınırlarını taşarak değil gurur, nezaket ve şeref değerlerini gözeterek moira sınırları içinde harcamalıdır.

    moira’yı çiğneyen aşırı bir davranışa (hybris), ilahi intikamcı nemesis tarafından karşılığı verilir.

    “ama güçlüdür,çevik ayaklıdır suç,
    yalvarılar’dan (merhamet) çok önde koşar
    insanlara kötülük ede ede dolaşır yeryüzünü
    yalvarılarsa yetişir,kötülüğü düzeltmeye kalkarlar
    dinlerler kendilerine saygı gösterenleri,
    onlara yardım ederler canla başla
    kulak asmayan olursa yalvarırlar zeus’a,
    suç takılsın ona, ettiğini bulsun derler.” (ilias ,ix,504)

    ilias’da homeros şan-şöhret anlam sisteminin çelişki ve sınırlarını sorgular. bir kısıt olarak ölüm her zaman ve her yerde mevcuttur. bu sistemin trajik yönü, kahramanın sadece başkalarının yıkımı ve ölümüyle şöhret ve zafer kazanabilmesidir. bir bakıma insan ölümü gerçekleşmeye mahkumdur. kader anlamının karşılığı gibi duran yunanca temel sözcüklerden moira , aslında ‘parça’, ‘bölüm’ anlamı taşır. bir kişinin yemek payı, miras payı ya da yaşamdaki zaman payı olarak nitelenir. bazen bu ödül , bir insan onurlandırıldığı vakit eline geçen şeydir. bazen de tersi. agamemnon, akhilleus’un onurunu çiğner onun ‘pay’ını (ödülünü) yani briseis’i elinden kaparak. fakat moira’nın tanımı, yaşamdaki kimi ‘pay’ların ötesine geçebilir. şöyle ki ‘ölüm’den, zeus’un iradesinden, birinin sosyal hiyerarşideki yerinden ve yeteneklerinden bahsedildiğinde de moira ortaya çıkar.

    şan-şöhret sisteminin bir diğer kısıtı da insan zaaflarıdır. ne zaman ki bir kahraman, ulaşılması zor başarılar elde ettikten sonra tanrıları ihmal ederse, kurulu törelerin ötesine geçerse veya sadece tanrıların başarabileceği tarzda işlere kalkışırsa; gurur ve küstahlıkla hatta başkaldırma ile suçlanır. büyük kahramanlar sık sık hybris tehlikesini göze alırlar çünkü onlar yarı-tanrısaldır ve insan sınırlarını aşmaya eğilimlidirler. halktan biri, tanrıların kendisini ya da kaderinden aldığı payını hiçbir zaman kıskanmayacağını düşünür. aristokrat ise, talihsiz bir olay karşısında, bunu tanrıların kıskançlığına bağlayabilir. tanrıları önemsemedikleri ve tartıştıkları bile olur, tanrılara başkaldırdıkları görülmemiş bir şey değildir, benliklerine çok düşkündüler.

    zaman zaman, ölümlülerin a) kendi taşkınlıkları ve aşırılıkları b) dini vecibeleri aksatmaları c) kendi aldıkları yanlış kararları söz konusudur. işte bu üç özellik, hep birlikte, ‘hybris’i tanımlar.

    “ama daha iş işten geçmiş değil,
    haydi yürekler yakan öfkeyi bırak.” (ilias ,ix,260)

    insanın kendine aşırı güveni, kendinden üstün faktörlerle (tanrılar, doğa yasaları, kader) boy ölçüşmeye kalkışması çılgınlık alametleridir. beraberinde kendini bilmemeyi, olanaklarının sınırlarını zorlamayı ve yanılgıyı doğurur. bunlar da yıkım ve felaketlere zemin hazırlar.

    “kendine gel tydeusoğlu, çekil oradan,
    kalkışma tanrılarla boy ölçüşmeye
    bir değil hiçbir zaman ölümsüz tanrılar soyu,
    yerde yürüyen insan soyuyla.” (ilias ,v,440)

    dünya, nesneler, davranışlar üzerindeki aristokrat kavrayış, moira ve hybris fikirlerini aşıladı. kendisine verilmiş olan bu paydan daha fazlasını elde etmeye girişildiği taktirde, ‘düzen’e aykırı hareket edilmiş ve adalet çiğnenmiş sayıldı. moira, tanrıların da bağımlı olduğunun düşünüldüğü yüce bir inanç idi. buna göre zeus bile bir araç idi, gücü sınırsız değildi ve gücünü kafasına her estiği gibi kullanamazdı. işin bu yönüyle moira, tanrıları bile ‘moralize ediyor’ yani erdemli olmaya zorluyordu.

    homeros, bir ‘daimon’un, ölümlü insanlara, tanrıların arzularına karşı çıkartacak şeyler yaptırabildiğine inanıyor dolayısıyla fertlerin ahlaki yükümlülüklerini es geçiyordu. o’na göre, mezara düştükten sonra, insanın yargılanmasını ve cezalandırılmasını gerektirecek bir durum söz konusu değildi. yani aslında insan ne tam anlamıyla özgür, ne de sorumlu bir varlıktı. yazgı’nın kararlarına isyan etmek büyük günahtı. lanetlenecek kişiler, ahlaki kuralları çiğneyen kişiler olmayacaktı, çünkü ahlakı empoze eden bir din zaten o sırada mevcut değildi. lanetlenecek olanlar, tanrılara karşı koyacak kadar, hatta onlara hakaret edecek kadar aklını yitirenler olmalıydı.

    “zeus sel sel akıtır suları,
    insanlara kızgındır, yol verir öfkesine.
    doğruyu kaldırmıştır aralarında insanlar,
    aldırış etmeden tanrının bakışlarına.
    eğri yargılar vermişlerdir pazar yerlerinde” (ilias, xvi,386)

    “uyanık ol,uğramasın tanrının lanetine,
    yiğit de olsan,paris ile apollon o gün seni,
    öldürecekler batı kapılarının önünde.” (ilias, xxii,358)

    son söz… madem doğa, ‘ölçülü’ ve ‘kurallı’ bir evren, öyleyse bizim de hayatımızda doğa kurallarına ve bunlardan en kaçınılmazı olan ölüme yer var. bunu anlayarak ve kabullenerek yapmamız gereken; hayatı olabildiğince keyifli ve verimli yaşamaya ve yaşatmaya çalışmaktan başka bir şey değil.

    **************************************************************************
  • latin. kibir

    antik çağdaki en büyük suçlardan biri.
  • (bkz: libhybris)
  • antik yunan'daki anlamlarından biri "düzenin bulunmayışı, güçlerin zincirlerinden boşalması" imiş.* bu tanım (özellikle de ikinci yarısı) memleketin ahvalinin gerekçesini açıklamıyor mu tam da?
  • hani bir fransız gazetesinde klinik şefi irdelemiş ya malum beyefendiyi, teşhisi de koymuş ya, "adamda hybris var" deyivermiş. oysa hybris ilkin "gereksiz, düşüncesiz şiddet", sonra "rahatsız edici tavır", sonunda "kutsala diklenme, haddini aşma" anlamında. malum şahsa daha çok yakışan hybristes terimi de buradan doğuyor, kilise yunancasında "baskıcı, zalim" anlamında kullanılıyor.

    birini hybris'le itham etmek için hybris'in sergilendiği kutsal bir otoritenin varlığı apriori olmalıdır, otorite yoksa diklenmek de olmaz. terim esas olarak, yunan tragedyasındaki haliyle, şahıstaki büyüklenmeyi değil, büyüklenmenin otorite karşısındaki durumunu imler. bu yüzden hybris'i "otoriteye zarar <vermeye yeltenme>" bağlamında ?"?büyüklenme?, ?kibir?" olarak düşünmemiz gerekecek. yunan tragedyası diliyle sorarsak, beyefendide bir hybris varsa, bunun yöneldiği, zarar verme olasılığını yarattığı otorite kim? dış güçler, faiz lobisi, pensilvanya ya da berkin elvan'ın annesi olabilir mi? belki de amanpour ya da esed'dir, mişel obama da olağan şüpheliler arasında.

    yavaş hybris'lenin, saçınız başınız dağılmasın.
hesabın var mı? giriş yap