• film ekimi kapsamında atlas sinemasında izlemek için biletimi aldığım, izlemek için sabırsızlandığım film. yönetmenliğini claire denis yapıyor.
  • aile içi ilişkilere dair ciddi mesajlar veren, sert bir fransız filmi. akrabalık, sevgi, güven, aşk, idealler, hayaller, hepsine birden dokunuyor ve rahatsızlık duyarak izliyorsunuz.
  • filmin en güzel yanı sonu olan* bir denis filmi. çekim açıları ve gri tonuyla fena sayılamayacak bir fransız gerilimi.

    sondaki çalan parça için.
  • kurgusu kurulamamis ya da kotu kurgulanmis film.

    daha once goflet tarafindan da yazilmis ama soylemeden edemeyecegim; film bitince arkadasima da dedigim seydi bu, filmin en guzel ve tek guzel yani sonunda duyulan stuart'in sesiydi.

    bu sarki icin, bu filmi izlemeye deger miydi? tabii ki degmezdi. hele bir de filmden haftalar once dinlemis ve internetten indirmissen...

    demek ki neymis, sirf muziklerini tindersticks yapti diye film izlenmeyecekmis.

    hamis: filmde yanimda oturan kadin, her cinsel temali/icerikli sahnede telefonuyla oynadi. bir ara dayananayip o sahnelerde, ne o telefonla ugrasmak zorunda kalsin, ne de ben telefonun isigina maruz kalayim diye neredeyse gozlerini kapatacaktim. cekindigi/utandigi neyse artik..
  • bu film tam da endüstriyel film nedir kültür endüstrisi, üç dakikada tüketilen film nedir öyle olmayan nedir onu göstermesi açısından değerli. şimdi kimse tabi bize beğenmek nedir nasıl beğenilir, genel anlamda bir şey'den özelde bir sanat eserinden ya da bir filmden neler beklenebilir bunları öğretmiyor. kitlesel eğitimin belki en çok es geçtiği mevzu da bu. zevkler. zevkler sanki sosyal değilmiş gibi sanki kendi içlerinde çeşitlenmiyor bu çeşitlilik hayatın diğer düzeyleriyle etkileşmiyor gibi 'kişisel' ya da 'öznel' denilip tartışma dışı bırakılıyor. ya da sanki az önce zevklerin öznel olduğu belirtlilmemişçesine her filmin sunmakla mükellef olduğu bellki kriterler belirtiliyor. dolayısıyla neymiş aslında ürünle izleyici arasında belli bi türden bir ilişki açıkça telefuz edilmese de yapılanmış ve beklenir hale gelmiş yani hiç de öyle sübjektif vs. değil aslında baya normalize olmuş bi şeyden bahsediyoruz. şimdi bunlardan niye bahsediyoruz. şundan dolayı bu film kolayca tüketilebilecek bir kurgu bir hikaye bir çözümleme sunmuyor. buna niyetleniyor da başaramıyor mu işte orası şüpheli. o noktada soruyoruz iyi de bir film bir hikaye anlatmaktan bunları dramtize etmekten bu yolla bizi etkilemekten başka ne amaçlar ki. bi sürü şey amaçlayabilir. bir kere film didaktik bir tecrübe olmak durumda değil, yani anlaşmak anlamak vs. gibi bir düzlemde filmle iletişim kurmak işin belki sadece bir boyutu. film bir hislenme biçimi hatta belli fikirlere yapışık olan belli hisleri birbirinden ayırıp başka şekillerde onları birleştirme tecrübesi. ya da gerçekliğin müsade etmediği biraradalıkları -çeşitli estetik kurgular- rastgelmediğimiz bir hayat akışı içersinde yaşamış görmüş olma deneyimi. örneğin filmdeki boş yarı karanlık az mobilyalı evler, değersizleşmiş dekoratifleşmiş hayatın bilumum aksesuar tortularından arınmış sadece hayati olanın mutlak bi aciliyetle olmasa da sadelik ve haslıkla yaşanması pratiği, ya da saf tonlu başsız sonsuz saf ritimli minimal müziğin eşlik ettiği bir yerden bir yere gidişler. mesele şu ki, sanki kendi hayatımızın her anı büyük kurguların büyük sonlarına ilerliyormuşçasına filmden hep bunu beklemeye gerek yok ama bu demek değilki bu günlük pratik içersinde zevk alınacak yan yana düşünülecek başka kurgular estetik tasarımlar bulunmuyor. sadece gemisinin kaptanı olarak şehri, paris şehrini terketmiş bir fransızın, son kalan arkadaşlık ve aile izlerinin peşinden şehre/medeniyete/parise dönüşü teması kocaman bir tema. olağanlık şu herkesin dilindeki kendiliğindenlik timsali sanki hayat normalmişçesine sanki her normal belli bir vakit sıradanlaştırılmamışçasına hislerle okula her gün yollanan çocuklar bir anda bir anda bütün bunların dibinde seslenmemiş gündemleşmemiş anormal fanteziler bizzat bu normal hayatın özneleri tarafından fiile dökülmüyor mu tek tek öznelerin gecesi ve gündüzü riyakarlıkla doluyken onların ilişkilerinin toplamı bir bütün etmiyor, işlemiyor mesela paris. onlar denizin uzağına kendini kapatmış bir kaptanın geri gelip yardım etmesini istiyor ama istedikleri onun kendini feda etmesi onun kendi iradesiyle duruma şekil vermesi değil. işte les salauds sadece bu politik meseleyi kurgulamıyor aynı zamanda bu yaşantının metropol yaşantısının nasıl hislerle yaşandığını hem de normalin apartman yaşamının ortasında nasıl şiddetle ve arzularla yaşandığını medeniyetin o kadar da medeni olmadığını tecrübe ettiriyor. o halde les salaud hayatın kurgusunun getirdiği normallik alışmışlık hislerine karşı başka hisler uyandırmak hislerden doğan fikirleri bildiği için başka hislerden başka fikirler doğacağını belki umuyor. yani senin anladıklarına anlayış havuzuna değil benliğine hayatı yaşayış haline konuşuyor ona hitap ediyor.
  • akira kurosawa'nın warui yatsu hodo yoku nemuru filminden esinlenerek çekilmiş film.
hesabın var mı? giriş yap