*

  • bir müddettir otoparkta hummalı bir çalışma. kütükler geliyor, birileri kütükleri zımparalıyor, bir başkası vernikliyor. arabalarını park edenler de soramıyor nedir bu çalışma diye, nihayetinde drejali, mafya vs gibi durumlar her zaman gündemde. bir de otopark polislerle anlaşmış, her daim polis arabaları, çekiciler, arabamı neden çektiniz diye bayılanlar, kavgaya tutuşanlar, kaza yapmış arabalar, koltuklarda kan izleri, camlar kırık, araba yassı... siz aralardan derelerden sıyrılıp sizinkine ulaşmaya çalışıyorsunuz, kaza kurşunu yememeyi ümit ederek. (romalı başlığındayız ancak henüz ortada romalı yok farkında mısın?) işte bu arada derede gözünüze takılıyor kütükler. gel zaman git zaman alışkanlık halini alıyor kütükler ve onlarla ilgilenen adamlar.

    bu akşam ortalarda dolanmayan adamlar çekti dikkatimi. ve kütükler ahşaptan bir kulübe halini almıştı. bedonların arasına bir de çim bittirtmişlerdi. (bak sen korku nelere kadir, çim bile biti biti* veriyor. kulübenin iki yanında çimlerin üstüne yerleştirilmiş alçıdan romalı asker heykelleri. 1.60 boyunda, etekli, laurier'li...tek eli havaya kaldırılmış ve romalı askerlerin o havadaki ellerine sopalı bir türk bayrağı monte edilmiş.

    sabahları önüne gidip istiklal marşını okumaya, türküm doğruyum, romalıysam ne olayım demeye yönlendiren...
  • bir eskimo kafilesinin, sandallarından karaya çıktıklarını gördüğünde bile yüreği sevinçle dolan fakat buna karşılık romalıları yalnızca ayakta dururken,yatarken ya da savaşırken düşünen, hatta bundan öfkelenen canetti 'nin genellemesinde haklılık payı yoktur, diyemem. öyle ki; batı dediğimiz, haklılığını kimi zaman imkanlarına (örneğin; hristiyan birliğine, haçlı ordularına, uygun coğrafi koşullarına) ve bazen de sistemli, düzgün, hedefinden yüzyıllarca hiç şaşmamış sabırlı yolculuğuna borçlu, isyanların, devrimlerin ve o başkaldırıların sonucu olarak, yeni insani kazanımların, değeri bilinen erdemlerin, 'humanizma adına geri dönüşü olmaz' yolların kesiştiği nokta ve o noktanın insanları, yani batılıları için 'roma' tüm yolların çıktığı kent ve 'romalı' da o kentin, yani bir nevi avrupa'nın başkentinden tüm kıtaya -hatta amerika 'ya, sanayi hamlelerinin ve yeni sınırlara açılmanın yani emperyalist kaygıların doğal sonucu olarak 19.yy'da asia'ya, afrika'ya gözü para bürümüş şekilde- yayılan kısaca 'batılı' diyebileceğimiz 'yararcı, hatta bir o kadar da -platon 'un devlet 'inde geçtiğince- güçlendikçe işine gelen durum gereğince 'doğrulukçu' ve 'adaletçi' olabilmiş ama özünde ilk söylediğim özelliği yani yararcılığı hep baskın karakteri olmuş vatandaşıdır. yapıp ettiklerinde, bazen yıkarak yeniden kurmaya çalıştıklarında hep bir 'pragmaticus' yani; işlevsellik ve işinin kendisine ait vazgeçilemez amaç/sonuç bulunmaktadır.

    her ne kadar "akılcı ve insancı değerler sistemine dayalı düzen içinde yaşayan toplumlar, bu düzeni benimseyen insanlar batılıdır; onun dışındakiler ise batılı değildir." tanımlamasıyla suat sinanoğlu hoca fazlaca iyimser bir gözlükle değerlendirme yapmışsa da -ki batılı olma ümidiyle, benliğine bir şekilde uymayacak gömleği giymeye çalışarak artık ne eskisi gibi kendisi ne de 'batılı' olabilmiş kişi ve toplumlar için hem kötümser hem trajik bir durumu hatırlatıyor bana bu tanım.- kanımca şu şekilde bir çıkarım ya da tespit yapmak zorundayım; "roma'nın belirlediği kurallar içinde ve romacı değerler sistemine dayalı düzen içinde yaşayan toplumlar, bu düzeni benimseyen insanlar romalıdır; onun dışındakiler ise romalı değildir, barbardır, yabancıdır, romalı'nın kurduğu (yeni) dünya düzeni 'ne uymak zorundadır." üstelik iletişim çağında yaşayan bizlerin bile; canlı şahidi olduğumuz 'iletişimsizlik' savaşları, o savaşlara gösterilen tepkisizlikler, güçlünün güçsüze olan adalet sağlama amacıyla yağdırdığı bombalar, yukarıda da değindiğim 'humanizma adına geri dönüşü olmaz yol'dan sapmalar, o sapmaları en tepki gösterenimizin bile artık duymaz, görmez, hissetmez hale geldiği bir ortamla, caesar'ın çapı ile ölçülemeyecek bir nisbette olmakla beraber yine de büyük bir devlet adamı sayılan augustus 'la başlayan,-vergilius'un da yaşadığı- roma'nın istediklerinin olduğu, istemediklerinin de olmadığı principatus ve pax romana / roma barışı dönemi karşılaştırıldığında kanımca, birçok olanağa sahip bizlerin ve dönemimizin bizzat o olanaklarımıza rağmen yapamadıklarımızdan ötürü daha günahkar, suçlu olduğumuz söylenebilir.

    sonuç olarak diyebilirim ki; 'romalı' 'agricola virtus'u yani çiftçi karakteristiği taşıyan, dindar aeneas'tan, kurucu romulus'tan, kentten kovulan tarquinius hanedanından, sulla'dan, j. caesar'dan, octavianus'tan, geç dönem imparatorlardan kalan yönetim örnekleriyle, felsefeleriyle ve yaşanmışlıklarıyla, plautus 'undan cicero'sundan, horatius'undan, vergilius'undan, tacitus 'undan, seneca'sından ve daha birçok büyük edebiyatçısıyla, devlet adamıyla kimi zaman grek etkisiyle, etrüsk ve doğu faktörleriyle kalbini ve beynini tek noktada birleştirmiş, hem duygulu hem duygusuz, hem minimalist hem yayılmacı, hem barışçı hem savaşçı, hem adetlerine önem veren hem de yabancılardan alabilen, emir vermeden duramayan, vatanı için her emri yerine getiren, kartaca'yı gelenekten dolayı/beri hem sevmeyen, dido'dan ötürü hem de seven, -sadece aeneas 'ın kısa dönem svegisinden bahsediyorum, zira romalılar ilerleyen dönemde kartaca ve dido'yu lanetle anacaklardır.- nietzsche 'nin deyimiyle 'çelişkileriyle en bilge olmayı hakeden' insan tipidir. ayrıca ne güzel söyler mme de stael; "..yunanlılar gelecekte yaşarlardı, romalılarsa, daha o zaman bizim gibi gözlerini geçmişe çevirmeyi severlerdi." geçmişi düşünüp 'nerede o eski romalı erdemleri..' serzenişinden güç alıp daha büyük bir sıçramayla anlatmak istedikleri konuya dalan edebiyatçılarıyla, pratik düşünmenin de sonucu olarak bu arayıştan bir fayda sağlayan siyasetçileriyle (bakın: augustus ve reformları) bir bütün ve bu bütünlüğüyle de bir güçtür 'roma'. romalı da roma 'nın ve dünyanın yöneticisidir.belki de tarihin yetiştirdiği en büyük katliamcı lideri sayılabilecek a. hitler bile kavgam'ında roma tarihinin, zamanı ve gelecek için en büyük kılavuz olduğunu belirterek, "'batı demokrasisi'nin tiyatroyu andıran binasını, yunan ve roma devlet adamları ile filozofları süsledi." diyebilmiştir.
  • şu özelliklere sahip olması idealleştirilendir. aksi takdirde hoş karşılanmaz.

    i) pietas (tanrılara, ailesine, askerliğe bağlılık)
    ii) virtus (cesaret, erdem)
    iii) gravitas (ağırbaşlılık)
    iv) auctorîtas (nüfuz, selâhiyet, otorite)
    v) frugalitas (sadelik, tutumluluk)

    ayrıca cicero, de finibus 'unda cato 'nun dilinden şöyle bir açıklama yapar; (de finibus, iii, 37)

    "..aut quis est, qui maiorum, aut africanorum aut eius, quem tu in ore semper habes, proavi mei, ceterorumque virorum fortium atque omni virtute praestantium facta, dicta, consilia cognoscens nulla animo afficiatur voluptate? "

    ".. kim haz duymayabilir maximus, africanus ailelerinin ya da senin de dilinden düşürmediğin büyük büyük babamın ve diğer sayısız asil, cesur ve tertemiz atalarımızın erdem dolu sözleriyle asil davranışlarıyla?"

    zordur romalılık, aynen türklük gibi. kabul ettiklerinizin yanında etmediklerinizle de sorumlusunuzdur, roma ile istanbul arasındaki benzerlik de buna paralel olarak kurulabilir.

    edit @: yukarıda saydığım bir romalı'da mutlaka olması gereken özellikler genelde ön plana çıkmış tüm romalı liderlerde var olduğu söylenir; julius caesar veya augustus gibi. marcus antonius demeyin, o hanımköylü çıktı, densiz it.

    edit2 @: #7222717 no lu entirime bakarsanız ve bu entirimdeki ilk edit 'e bakarsanız , kendisiyle çelişen bir yazar görürsünüz.
  • antik çağda yaşayanlarının ayaktakımından olduğu rivayet edilen roma vatandaşı.

    (bkz: roma halkının ayaktakımı olması)
  • romalı horatius 'dur. (i.ö. 65-i.s.8)

    quintus horatius flaccus, i.ö. 64-68 yılları arasında doğmuş, augustus çağı edebiyatının belki de aynı zamanda dostu da olan vergilius 'dan sonra, çağa en çok damgasını vuran edebiyatçısı olmuştur, diyebiliriz. horatius, derin düşünen, hatta augustus 'un kültürel reformları çerçevesinde, memleket meselelerini derin ve felsefik bir biçimde eserlerine yedirebilmiş vergilius 'dan farklı olarak kent yaşamının bütün topluluklarına katılan, oldukça neşeli, insanlara karşı sevgi dolu olmakla birlikte, olaylara ve insanlara ince bir alayla bakabilen bir kimseydi. yetiştiği çağ, roma 'nın pek sallantılı bir dönemine denk geliyordu, cumhuriyet rejiminde doğmuş, o havada büyümüş, özgür cumhuriyet nesline mensup genç horatius, tüm arkadaşlarıyla beraber bu yolun, bu heyecanın yolcusu idi. ona göre; caesar 'ın ölümü demek, cumhuriyet 'in nefes alması demekti. horatius 'un gençlik yaşamı oldukça çalkantılı geçiyordu; evvela brutus 'un ordusunda gönüllü olarak bulunuyor, dört sene sonra bu sefer mutlakiyetin süngüsü, tek adam augustus 'un sağ kolu maecenas'a tanıştırılıyordu. horatius eski cumhuriyet heyecanlarını bir kenara koyup, bu sefer vatanın selameti niyetine, augustus 'un politikalarını destekliyor, fakat eski dostlarını da unutmuyor, bir yandan augustus'a , diğer yandan ihtiyar cumhuriyetçi cato 'nun sert ve yeni dünya içinde hiç irkilmeyen ruhuna kasideler düzüyordu. muhtelif cereyanlar ortasında birleştirici ve uzlaştırıcı rolünü oynamaktan asla vazgeçmedi. horatius için, böyle bir rolden başka türlüsünü oynamak da mümkün değildi. bu rol, onun yalnız karakterine değil, felsefesine de pek uygundu. horatius, devrin üç temel felsefi akımı olan; stoacılık, platonculuk ve epikurosçuluk 'tan üçüncüsüne rağbet ediyordu. yani her şeyin tadını ve zevkini çıkarıp ona göre yaşamayı emreden düşünce sistemini yeğlemişti. zevki ancak fazilet ve namusa uygunsa kabul ediyordu. horatius, tabiatının hercailiğini bildiğinden, daima roma 'nın sofralarından ve şenliklerinden ve böbürlenmelerinden uzakta, münzevi bir hayat içine çekilmiştir. (bkz: otium) burada, horatius 'a ne zevk ve hazdan tiksinme, ne de ölümden korku gelmişti. çünkü hiçbir şeyden bıkmamıştı. hiçbir kupayı sonuna kadar içmemişti. ölümden korkmuyordu, yolun sonunda ihtiyarlık insanı bekleyen asli gerçekti ona göre, o halde henüz gençlik ve kuvvet yerinde iken, dünyanın güzel şeylerinden yararlanmayı bilmek gerekiyordu.

    ayrıca horatius 'un genel mutluluk anlayışı çerçevesinde, arzusu olan aynı zamanda korkak da olur ve asla hür olamaz, faziletten uzaklaşır. kanaatkar bir insan ise asla böyle bir tehlikeye maruz kalmaz. vatandaşlarına huzur ve sükuna, mutluluğa ulaşmanın yolunu felsefe ve babasından aldığı terbiyenin ışığı altında, tıpkı babasının taptığı gibi misallerle göstermeye çalışan horatius eserlerinde azla kanaat etmek gerektiğini telkin ediyor.

    "bir gün, ahçın sokağa çıktı diyelim; dışarda kış hüküm sürmektedir. deniz kapkara ve dalgalı bir halde, balıklarını balıkçının bütün hilelerine karşı hapsetmiştir. nene gerek, bir az tuz ve ekmek sana yeter, bununla midenin feryatları son bulacaktır ve sen mesut olacaksın. bu mucize nereden geliyor? midenin hazları, o kadar masraf ederek elde ettiğin baharatlı yemek kokularında değil, senin kendindedir. yemeklerinin tadını tuzunu kendi iştahında ve kendi yorgunluğunda ara. huzuzdan benzi uçuk, rehavetli pisboğaz ne istiridyede, ne saragosbalığında , ne yabancı (peregrinus) kıyılardan gelmiş kuş etinde bir tat bulabilir. bütün bu muhakemelerin; önüne bir tavuskuşu yemeği koydukları vakit, onu şapur şupur yemekten ve onun komşusu olan tavuğa hakaretle bakmaktan, seni alıkoyacak mı? hayır, faydasız ve sahte şey seni çekecektir. bu kuş, altın ağırlığı pahasına satılıyor. pek nadirdir. bir yelpaze gibi açılmış kuyruğunda, en zengin renkler pırıl pırıl pırıldıyor: onu tercih ediyorsun. bütün bu gösterişlerden sana ne? sen ki yalnız karnını doyurmak istiyorsun. bu pırıltılı tüyleri yiyecek değilsin ya? tavuskuşu bir defa pişip tüyleri yolunduktan sonra, horozdan ne farkı kalır? ikisinin etinin tadı bir değil midir? neyse, işte itiraf ediyorsun; görünüşün seni aldattığını söylüyorsun. lakin, şu ağzını açmış duran levrek balığının bir tiber irmağı'ndan mı, yoksa bir denizden mi geldiğini, onu götüren dalgaların iki köprü arasından veyahut, tuscus nehri 'nin ağzından mı aktığını nereden biliyorsun ? hey budala, üç libralık (libra, bir roma ağırlık birimi; 0.326 kg. ağırlığındadır.) bir sazan balığı gördün mü, ağzının suyu akmaya başlar; halbuki, onu parça parça etmeden yiyemezsin. onda hoşuna giden şey, yalnız büyüklük müdür? o da değil. çünkü, büyük bir levrekten hoşlanmazsın. bu kapris niye? tabiat levreği (lupus) geniş ve büyük, sazan balığını (mullus) hafif yaptı diye mi? karnın acıktığı vakit, kursağın halk yemeklerini dahi kabul eder. "bir büyük tabak içinde, bir büyük sazanbalığı ne güzel bir manzaradır!
    ..
    “bütün bu azarlara ve sitemlere lâyık olan trausius'dur. benim üç krala yetişecek kadar servet ve gelirim vardır.” bu servetin fazlasını daha münasip bir yere sarfetmek mümkün değil midir? sen zengin olduğun müddetçe niçin bir namuslu adam fukara kalsın? niçin ilahların eski mabetleri yıkılıp gitsin? niçin ey sefil, bu kocaman altın külçesinden aziz vatana bir şey hediye etmiyorsun? zanneder misin ki, her şey sonuna kadar ancak senin lehine, sana muvafık olarak gelip geçecektir? ah, günün birinde düşmanların senin haline kahkahalarla gülecektir. söyle bana, talihi tersine döndüğü vakit, hangi adam kendisinde yeterli bir direnme kaynağı bulabilir; ekşimiş ruhu ve kibirli vücudu bin türlü zevklere ve hazlara alışmış olan mı? yoksa, azla kanaat ederek ve istikbalden korkarak, barış zamanında savaş için öngörü sahibi olarak silahlanmayı bilen mi? şu dersleri dinleyiniz. ben ofellus'u, bunları tatbik ederken gördüm. onu çocukken tanıdım. o zaman, şimdi azalmış olan servetini ayni itidal ile, idare ederdi. onun, bu metin kalpli adamın, devlet tarafından zaptedilmiş bir küçük tarlanın ortasında kendi malının kiracısı olarak, çocukları ve sürüleri ile nasıl çalıştığını bir görmeliydiniz.
    ..
    toprak tabiatın malıdır ve tabiat toprağı ne ona, ne bana, ne başkasına vermiştir. o bizi kovduysa, haksızlığı yüzünden onu da kovanlar çıkacaktır... şimdi bu toprağın adı umbrenus'tur, vaktiyle ofellus'du. o hiç kimsenin değildir kah bana, kah başkasına yarar. bu yüzden cesaretle yaşayınız ve talihin ters cilvelerine metanetle göğüs geriniz."

    "eğer azla geçinip gidiyorsan neden birtakım haram mallara göz dikiyorsun, neden dolandırıyorsun; neden her yanı çalıp çırpıyorsun?" (61)

    işte bu noktada horatius 'u da etkilemiş olan epikuros öğretisinin önemli bir özelliğinden söz etmeliyiz; erdem ya da ahlak, kendi içinde bir son değildir. onlar bir tedavi sanatı gibidirler. epikurosçu mutluluk, bir duyumsal alışkanlık yaşantısı ile gerçekleştirilemez. epikuros, platon, aristo ve stoa ile işte burada aynı erdemi savunmaktadır; bunlar akıl, cesaret, ılımlılık ve doğruluktur. eğer bunlardan biri eksik olursa epikurosçu öğreti asıl düşün sistematiğinden sapar. tıpkı horatius 'un verdiği örnekteki adalet ve dürüstlükten bihaber kişinin 'azla yetinmek' eyleminin epikurosçu zihniyete mal edilemeyeceği gibi. yine aynı parçada horatius, şu soruyu sorar pintilik üzerine;

    "quid enim differt, barathrone 166
    dones quidquid habes an numquam utare paratis? "

    "elde olan bir malı uçuruma atmakla, ondan hiç yararlanmamak aynı şey değil midir ha?"
    (sermones, ll,2)

    yani romalı bilge, azla yetinmelidir fakat pinti olmamalıdır,, romalı bilge gösterişe önem vermemelidir, bu onun insani özgürlüğünü kısıtlar. özgür olamayan istediği kadar zengin ve gösterişli olsun, yaşamdan beklediği enerjiyi duyumsayamaz. o halde otium 'una çekilmiş romalı salt dünyanın o keşmekeşliğinden kaçmış sayılmaz, aynı zamanda üretime de geçmiştir. fikirsel ve fiziksel üretimin yaşama aksettirilmesi işte romalı bilgenin karakteristiğinde yer alan mühim bir nokta. romalı horatius'dur doğru. horatius romalıdır.

    romalı örneklerine bu başlıkta devam edeceğim. verdiğim misallerin karakteristik yapılarıyla bir romalı nasıl olmalıdır, ondan da bahsetmiş olacağım.

    konunun devamı niteliğinde:
    ideal romalı
  • günümüz roma'sında doğmuş italyan ya da antik dönemde bir büyük imparatorluğa mensup kimse.
    ayak takımı rivayeti de enteresan bence. patricisi var, burjuvası var, azatlısı var vs. illa ki ayak takımı da vardır ama sen komple sülalesi patrici yani soylu olan bir adama ayak takımı dersen senin objektifliğinden de şüphe duyulması kaçınılmaz olur. nitekim iyilerdir hoşlardır ama bir antik yunan da değillerdir.

    edit büdüt: imla.
  • patates seyyar satıcılarının, pazarcılarının patatesi halka avaz avaz romalı soylu gibi padyades veya padyates sözcükleriyle ünlediklerini* biliyor muydunuz? (bkz: patates/@ibisile)

    [başında pembe tülbentten başörtüsüyle incecik, erimiş gibi, boynu biraz çarpık, ayağında romalı sandallarına benzeyen meşin atkılı takunyasıyla yüzüne bakıyor, nazım hikmet'in "iyi günler göreceğiz çocuklar*" diye başlayan "nikbinlik" adlı şiirini ağzı ve gözleriyle dinliyor, ağzı ve gözleriyle anlıyordu. anlıyordu da, ciğerlerini tas dolusu tükürmeye başladığı halde, "ne fayda biz göremeyiz ki,' diye şikayet bile etmiyordu.] kemal tahir - karılar koğuşu

    "bir grek'ten yazmayı öğrenmiş kim var ki? romalılar olmasa yazmayı kim öğrenirdi ki!.. bana sakın platon'u göstermeyin. (...) bana kalırsa platon, bütün üslup kalıplarını birbirine karıştırıyor, böylece o üslubun ilk decadent'ı oluyor." friedrich nietzsche - götzen-dammerung

    (bkz: roma/@ibisile), romalılar
hesabın var mı? giriş yap