• basit bir totoloji olan ve leibniz'e atfedilen "neden hiçbir şey olmaması yerine bir şeyler var?" sorusu, doğal olan şeyi, yani bir şeylerin var olmasını dışlar. bir şeyler olmayabilirdi de, fakat var oldu ve bu şeyler üzerinde düşünebiliyoruz. fakat bir şeylerin olmadığı "varsayımının" temsil ettiği hâl, o şeyleri daha önce deneyimleyen, en azından varsayan bir zihni gerektirir. "neden hiçbir şey yerine bir şeyler var?" sorusu, bir şeylerin var olduğundan başka bir şey söylemez; varlıktan yakınır. erken varoluşçu bir yakarıdır bu soru.

    aynı bu sorgulamada olduğu gibi, insanlık, kadim ölümsüzlük arayışında da ölümden yola çıkar. bu tip vakalarda elde bir "şey" vardır, gayet doğaldır ve insan, doğaldan yola çıkarak doğal olmayana varmaya çalışır. kimilerinin zihni için gözlemlenebilir evren doğaldır ve bunun ötesi yoktur, kimlerinin zihni içinse bütün bu keşmekeşin bir ötesi vardır. kimileri dağlara doğru giderken evrenin nereden geldiğini henüz bilmediklerini usulca itiraf ederler, kimileriyse bu sorgulamayı bir kenara bırakıp arka bahçelerinde oruç tutarlar.

    benzer bir sorun, ruh kavramı için söz konusu olur. beden doğaldır, fakat sınırlıdır ve sonludur. ondan yola çıkarak doğal olmayana; sınırsıza ve sonsuza, yani ruha varılmak istenir. tam da bu noktada şunun altının özellikle çizilmesi gerekir ki, bu kulağa pek sağduyulu gelmeyen vargı yolunda pozitif bilim, bir araç olamaz. pozitif bilim, madde ve enerji gibi etkileşebildiğimiz olgulardan ve son dönem fizikçilerinin fantezileri gibi, asla etkileşemeyeceğimiz şeylerden yola çıkar. ruh, tıpkı uhrevî ölümsüzlük kavramı gibi, pozitif bilimler için bir inceleme alanı ya da sorun olamaz. bu, kimilerine göre kısaca ruh (veya ölümsüzlük) diye bir şeyin olmadığını anlatır (yine de modern peygamberler, insanı "ölümsüz" kılacak formüller üzerinde çalışıyorlar*); kimilerineyse yalnızca, pozitif bilimin bunlarla ilgilenecek herhangi bir aracı olmadığını söyler. tıpkı bugünkü fiziğin, yaşadığımız boyutlardan başka boyutları matematiksel olarak çıkarsamasına rağmen, bu boyutları gözlemleyememesinde olduğu gibi. fakat bu yaklaştırım tehlikeli bir yaklaştırım olabilir. ruh ve ölümsüzlük gibi kavramları bizlerin kelime dağarcığına dâhil edip anlamalarını pekiştiren inanç sistemleri, genellikle vahiy ve ilham gibi doğal olmayan yöntemlerden esinlenir. doğal olmayan ruh ve ölümsüzlük kavramlarına varan vahyi ve ilhamı, bu noktada doğal olmayan boyutları varsaymamıza yardımcı olan matematikle karşı karşıya getirmek, ancak pythagorasçı bir bakış olabilirdi.

    bütün bunları bir kenara koyduğumuzda, ruh, ölümsüzlük ve ruhun ölümsüzlüğü, birer bilimsel sorgulama unsuru değilse, inancın sonsuz menziline dâhil olan unsurlardır. doğadaki temel kuvvetler arasında kütleçekim kuvveti, menzilinin sonsuz olmasıyla; yani evrenin, kütlenin söz konusu olduğu bütün boşluklarına hükmetmesiyle diğerlerinden ayrılır. inanç da tıpkı kütleçekimi gibi, sonsuz bir menzilde, yalnızca nesnelerin ve kişilerin kendi içlerinden kaynak bulan, yüce bir edimdir. ruhun ölümsüzlüğünün bilgisinden değil, inancından bahsedebiliriz. modellenen ve tanımlanan evren kuralları, evrenin bir "ötesi" olabileceğini söylese bile, inananın inancı bunun karşısında durup tefekküre dalmaz. 26. boyutlar ve birden çok evreni varsayan çoklu evrenlere dair modeller, inanç sistemlerinde göze çarpan “öte dünyalara” karşılık getirilmemelidir. ruh ve onun ölümsüzlüğü de, kurallaştırılabilir bütün mümkünlerin ötesinde, yalnızca inanan ile dolanık bir biçimde kendisini vahyeder. bununla birlikte, insan hakikat üzerinde doğru ile yanlışı ayırma konusunda acizdir. doğa içinde, doğaya uyumla birlikte evrilegelen bütün duyularımız, esasında bize doğanın 'insanca' yorumundan başka bir şey sunmaz. nesnelerin görüntülerini bile, gözlerimizin kabul edebileceği çok sınırlı bir yorumla algılarız. yaratıcı ise yaratılanın boyutunu kapsarken, ondan münezzehtir.

    bu noktada islam’ın yaklaşımını ele almak gerekirse, burada "eşref-i mahlukat" olarak insandan bahsedilir. başka bir deyişle, insanın, yaratılabilecek en muhteşem şekilde yaratıldığından bahsedilir. evrim teorisine göre, insan bedeninin işleyişinde birçok "kusur" bulunur, bu sebeple, "nerede bu muhteşemlik?" sorusu belirli çevrelerde sıkça dillendirilir. kendi bakış açılarına göre çıkarımları doğru, çünkü algılarını sadece bedene çevirmiş durumdalar. böyle bir zeminde muhteşemlikten bahsetmek mümkün görünmese gerek. diğer yandan insan yaratılanların en muhteşemidir, çünkü allah'ın isimleri arasından, yaratılan bir şeyin taşıyabileceklerinin tümüne sahiptir. insana en yakın olanlar olarak, melekler iradeye; cinler ise vücuda sahip değildir. insan, taşıdığı özellikler bakımından allah'a en yakın olandır. bir de derler ki "müslümanlar hırsa sahip olmazlar." hâlbuki hırsın en büyüğü müslümanlarda olur. terbiye kelimesinin kökünde "rab" vardır ki, onun ahlakıyla ahlaklanıp ona ulaşma derdidir bu. tabir tehlikeli olacak, fakat aslında bir bakıma rablaşmaktır. vahdet-i vücud buraya yakın diyebiliriz belki.

    kelam ilminde ilk yaratılanın resûlullah (s.a.v.) efendimiz'in nuru olduğu söylenir. tek yaratılan olarak, yarım gün (yani 500 sene) allah'ı hamd ettiği ve göklerdeki isminin ahmed olmasının nedeninin bu olduğu söylenir. ardından resûlullah efendimiz’in nurundan sırasıyla diğer tüm varlıkların yaratılma safhaları anlatılır. burada da vahdet-i şuhud’un temelini görebiliriz. şimdi buradan çıkarımlar yapmaya devam edersek ki, çok tehlikeli olduğunu baştan belirtmeliyim, kabullerden yola çıkarken bu kabullerden uzaklaşma ihtimali yüksek. kâinat yaratılmadan önce nur vardı diyebiliriz. kâinata dair boyutların nurdan ortaya çıktığını düşünürsek, nur kâinattaki tüm boyutların ötesindedir. bu da boyutlardan bağımsız olmanın yaratıcı olmayı gerektirmediğine bir örnek olabilir. kıyamet günü ise azrail (a.s.) kendi ruhunu kabzedeceğinden ve sadece allah'ın kalacağından bahsedilir. ruhlar kâinattan ayrı bir boyutta mı bulunacak? islam'da "katmanlardan" bahsedilirken kâinat bu katmanlardan sadece biridir. bir yandan düşününce, bu tüm katmanlar da nurdan bir parça sonucu çıkıyor. böyle çıkarımlar yapmak şahsımı korkutsa da, belki ruhun bu nur ile bir bağı vardır ve belki de ruh, bu nurun kendisidir.

    tekrar bilimsel perspektife dönersek, matematikçiler ve fizikçilerin, newton'dan beri aralarındaki soğukluğu yavaş yavaş giderip artık çok iyi anlaşmalarından mütevellit, canımız sürekli sıkılıyor*. tecrübe ile muhayyele ayrı dururken ne kadar da huzurluyduk… yerdeki fizikçiler, gökteki matematikçiler… herkes kendi tarafında arıyordu gerçeği. şimdi ise ikisi bir olup yeri göğü birleştirdiler*. yine bizim gibi düşük zekâ formlarına arayışlarının neticelerini matematikten sıyrılarak anlatabiliyorlar. doğal kuvvetlerin hepsini bir arada barındıran bir teorinin arayışında olan bilim insanları, geriye sadece kütleçekimini de içeren bir kuantum teorisini bulmanın kaldığını söylüyorlar. diğer yandan, yakınlarda keşfedilen higgs bozonu, diğer bütün kütle sahibi parçacıklara kütle kazandıran bir alana sahip. bu mekanizmanın nasıl ortaya çıktığını ve evrende kütleyi "icat ettiğini" sorguladığımızda ise bir "kendiliğinden simetri kırılması" karşımıza çıkıyor. bu noktadaki kendiliğindenliğin, epey kadim bir söylencesi olduğunu söyleyebiliriz.

    bilimle inancın çatışmasının temelinde felsefe ile bilimin çatışması yok mudur? esasında bilim ile inancın çatışabileceği hiçbir konu başlığı yoktur, fakat insani durumlar, bu farklı dünyaları hep karşı karşıya getirir. bilim, felsefe üzere kurulmuştur ve felsefi bir yol üzerinde ilerler. gözlemlenebilir yalanlar üzerine kurulmuş; özellikle kuantum fiziğinden sonra hiçbir zaman neden-sonuç ilişkisini gösteremeyecek; hakikate de tam olarak ulaştığını iddia edemeyecek bir disiplin. determinizm ilkesi yahut diyalektik felsefeye dayalı çıkarımların pozitif bilimde yeri yok. bilimin yanlışlanabilir ve gözlemlenebilir olgular üzerinden ortaya atılmış hipotezlerin çürütülmesi üzerine ilerlediğini, karl popper çok güzel izah ediyor zaten. şu hâlde bilimle hakikati bulmak için evrenin tamamını gözlemlemek gerekiyor. bu da olanaksız görünüyor. sadece biraz daha yaklaşma söz konusu. newton yanıldı, einstein yanıldı, peter higgs de yanılacak.

    son olarak felsefeye ara verip yeniden din boyutuna bakacak olursak, gönderilmiş son din, islam. hakikat insana baştan sunulsa da, insanlık her seferinde hakikati terk etmiş. semavi dinler kavramından da artık bahsedemeyiz. yahudilik olsa olsa, kendilerince tanrı ile bir anlaşma; hristiyanlık ise kültten öteye geçememiş bir inanış. müslümanlar olarak, hakikatin yalnız allah'tan geleceğine ve onun bildirdiği dosdoğru yol üzerinden ona ulaşacağına iman etmek gerek. ortada 99 yanlış ve bir doğru varken, felsefede de 99 yanlış birbirini yalanlamakla meşgulken, islam tek olan doğruyu göstermek ve insanı o doğruda tutmak üzerine islam. felsefe "la"ların arasında "illa" araken ve "la"nın içinde kaybolmuşken, islam "la"nın ötesinde, "illa"da bulunmakta. bilim yalanlar arasından bir hakikat bulmaya çalışırken, eşyanın sırrına mümkün olduğunca yaklaşır. hâlbuki işin hikmet kısmında kalmış olanın kudreti algılaması beklenebilir mi? inancın getirdiği hakikat kavramı, inanan her bir insanın içine ayrı ayrı ilham verir.
  • ruhun ölümsüzlüğünü sevdiğin birini kaybedince anlıyorsun. onunla yaptıklarınız onunla gittiğiniz yerler onun sevdiği yiyecekler onun izlediği şeyler sanki hala sizinle gibi. hele de daha önce birlikte olduğunuz bir yere gidince önce onunla o ani tekrar yaşayıp sonra şimdiki zamana dönüyormuşsun bu bir ruhun ölümsüzlüğü değil de nedir?
    bir insan için bir ruh ancak kendi öldüğü zaman ölür.
  • "kuşkular içimizi kaplayıp ruhun ölümsüzlüğüne inancımızı yitirdiğimizde, adımızı ve ünümüzü sürdürmek, bir ölümsüzlük hayaline erişmek arzusu güçlü ve acı veren bir itilim kazanır. herhangi bir biçimde diğer insanların ve gelecek kuşakların belleğinde yaşamayı sürdürmek amacıyla ne yapıp edip dikkati çekme savaşımı buradan kaynaklanır; bu savaşım, yaşam savaşımından bin kez daha dehşet vericidir." *
  • varlığına inanmak istemediğim. acı çeken bir ruh ölümsüzlüğe nasıl dayanır, bilmiyorum.
hesabın var mı? giriş yap