• bir kemal sayar kitabı.
  • kemal sayar'ın yeni çıkacak olan kitabı. eminim yine ruha ve kalbe temas edecektir. kitabın kapağı çok zarif duruyor gerçekten.

    "ışık yaradan sızar."
  • kıymetli psikiyatrist kemal sayar'ın, evrensel bilgeliği tarihi ve güncel bilim insanları, yazarlar, düşünürler, filozoflar ve araştırmacıların sözlerinden süzerek kendi perspektifinden iyilik, kıskançlık, aidiyet, dostluk, modern çağ, yalnızlık, tüketim gibi güncel kavramlar kapsamında ele aldığı kitabı.

    beni yer yer sarmış yer yer sakinleştirmiş ve bir yüzleşmenin kıyısına getirmiştir.
    o kadar çok çizerek, tekrar tekrar okuyarak bitirdim ki kitabı, sanırım bir süre üzerine ciddi anlamda kafa yormalıyım.

    alıntılarım:

    sabır edilgenlik veya vazgeçiş değil, "bekleme sanatı" dır. ne zaman harekete geçeceğinin idraki!

    rilke'nin genç bir şaire mektuplar'da söylediği gibi, "kalbinde çözülmeden kalan her şey için sabırlı ol. cevapları şimdi arama. şu anda cevaplar sana verilmez, çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın. bu her şeyi o an yaşama meselesidir. şu anda soruyu yaşaman gerekiyor. belki daha ileride farkına bile varmadan, günün birinde kendini cevabını yaşarken bulacaksın. "

    "aynı adımla hem ölüme hem de geleceğe yürüyoruz," demişti minkovski.

    sabır, insanın kendini, beklediğine yaraşacak şekilde yetiştirmek için kendine tanıdığı vakittir.

    iyi olan her şey zahmet ve emekle var olur.

    hindistan'ın andaman ormanlarında insanlar, koku takvimi kullanır; yılın dönemlerini, çiçeklerin ve ağaçların kokularına göre tarif ederler...

    sabırsızlık öfkeyle aynı mahallede oturur.

    maalesef modern sonrası insan, itikafa bile girse orada da selfie çekilebilecek bir tür.

    "dünyaya almak için değil, yalnız vermek ve feda etmek için geldiğini düşün. her şeyden vazgeçen her şeye malik olur." diye yankılıyor peyami safa.

    insan elinden çıkma bir kötülüğe maruz kaldığımız zaman buna alışmak zorunda değiliz.

    büyümek dünyanın sakladığı riskleri hesap etmeye başlamaktır.

    güvendiğimde muhattabıma şunu demiş olurum:"beni incitebileceğini biliyorum ama bunu yapmayacağını sanıyorum. bu ön kabulle seni iç dünyama buyur ediyor ve seni incitmemek ve seni yanıltmamak üzere sana geliyorum."

    emniyet hissi, yaşı artık bir haddi aşmış pek azımızın sıcak, huzurlu bir öğleden sonrası duygusuyla hatırlayabildiği uzak bir şey.

    birbirine selam vermeyen komşular, sadece ruhun krizini tırmandırıyor.

    ben sana söylediklerimden sorumluyum ve sen de bana söylediklerinden sorumlusun. yaptıklarımızdan karşılıklı olarak birbirimize sorumluyuz.

    goethe şöyle yazar: "inanç, her bireyin kendi duygusunu, zekasını, hayal gücünü yetenekleri ölçüsünde içine atmaya hazır olduğu kutsal bir kaptır."

    güven de temelde budur; ben söylediğimi yapacağım, senden de söylediğini yapmanı bekleyeceğim.

    insan, mucizeler ortaya koyabilecek kadar özgün potansiyele sahip bir yaratık ama aynı zamanda benliğini, karakterini başkalarının suretinde yansıyan görüntüsüne göre yontan sosyal bir varlık.

    insan gönlü, "sen" diyebileceği birinin onayıyla şekillenir.

    cartland romanlarında "seni seviyorum" lafının söylenme sıklığının, artık bu sözün hiçbir anlam ifade etmediği bir vasat yaratması haline dair tespiti de bir o kadar vurucu; gerçek olsa bile bir şeylerin çok sık anılmasının, onu anlamından boşaltması ile sahteliğin, yalanın çok tekrar edilerek gerçek haline gelmesi halinin eşdeğerliliği.

    neye inandığımız nasıl yaşadığımızı değil, nasıl yaşadığımız neye inandığımızı belirler.

    "kıskanç olarak, dört kez acı çekerim:
    kıskanç olduğum için,
    kıskançlığımdan dolayı kendimi suçladığım için,
    kıskançlığımın ötekini incitmesinden korktuğum için,
    bir bayalığın beni tutsak etmesine boyun eğdiğim içim." roland barthes

    kıskançlıkta sahip olunan bir şeyi kaybetme korkusu baskın iken, hasette ise sahip olunmayan şeyin başkasında olması ihtimali de şiddetle reddedilir.

    kıskançlık aynı zamanda sevdiğimizi koruma, ona kol kanat germe, onun tarafından da sahiplenilme arzusundan kaynaklanır.

    yok edici haset, ötekinin varlığını ve kimliğini yadsımak ister: "seni her şey için affedebilirdim; olman ve ne olduğun hariç; benim senim olduğun kişi olmamam hariç; aslında sen olmamam hariç."

    patolojik kıskançlıkta da hasetle ortak olan bir şey var; insan kendini yeterince güvende hissetmediğinde, kendini o sevgiye layık hissetmediğinde ve geçmişinden bugüne çok fazla yaralar getirdiğinde (mesela yeterince sevilmemiş bir çocukluktan geldiğinde) bir sevgiliyi kaybetmekle, bir dostu kaybetmekle çok büyük tepkiler verebiliyor. sanki o geçmişteki kayıp yaşantısı, bir kez daha tekrarlanacak gibi geldiği için, o yara bir kez daha kanayacak ve o kanama artık durmayacak gibi hissettiği için çok ani bir öfkeye ve cinnet haline kapılabiliyor.

    bazı insanlara kazanmak yetmez, onlar diğerlerinin kaybettiğini de görmek isterler.

    "ne ki senden alınmıştır, o senin hayrınadır. esirgenmiş olanın aslında sana bağışlanmış olduğunu fark ettiğinde esirgenmenin kapıları sana açılmış olur."

    arzu, tatmini arzulamıyor. tersine, arzu arzuyu arzuluyor.

    haset eden kişi, "sendeki iyiliğin senden alınıp bana verilmesini değil, onun sende kalarak sende pisletilmesini istiyorum," der

    "cehennem acı çektiğinizi kimsenin duymadığı yerdir." (hallac-ı mansur)

    insan aşinalık arayan bir varlık.

    yalnızlığı "ihtiyaç duyduğumuz o çok özel yakınlığın kaybı" olarak tarif etmek, onu tüm tezahürleriyle ihata edebilecek bir tanım kanaatimce.

    her temas, vaat ettiği derman yüzünden daha büyük bir hüsran yaratıyor.

    nezaket zayıflık değil, muhattabımızın incinebilir olduğunu kabullenerek, ona özenle davranmaktır.

    "iki kişinin birlikte, yan yana büyüyebileceğini ve birbirlerine neşe verebileceğini umuyorum. birinin, gücünü sündürmek için ötekini ezmeksizin. belki olgunlaşma, başkalarının da olgunlaşmasına izin vermektir." (liv ullmann)

    "öteki, sadece benim gördüğüm biri değil, aynı zamanda beni gören biridir. bana baktığı sürece de benim kendim olduğumu anımsamamı mümkün kılar. öteki için var olmayı ben seçmedim ama ötekine gözüktükçe, kendim olmayı seçerek, başkasının gözünde kendim olmayı deneyebilirim. "(jean paul sartre)

    insan kendisini olduğu gibi kabullenen bir "yer"e ait hissediyor, kınanmadan buyur edildiği, kendisini güvende hissettiren yere. yaralarının görünmesinden korkmadığı bir yere.

    kalbini hikmete açmak istiyorsan önce ruhunu masivadan boşalt. işe, bildiğini unutmakla başla.

    kendi sesinle haykırdıysan, kendi gözyaşlarınla ağladıysan, kendi gözlerinle gördün ve kendi düşüncelerinle düşündüysen, kendi rüyalarınla uyudun ve kendi dualarınla yakardıysan, sana ait bir ömür sürdün demektir.

    insanı kendimizden tanırız. birini tanımanın yolu kendini tanımaktan geçer.

    geçmiş zaten geçmek bilmez.

    "mutluluk", diyordu gandhi, "insanın düşündüklerinin, söylediklerinin ve yaptıklarının uyum içinde olmasından doğan ahenktir."

    iyilik "eylem halinde sevgi" dir.

    "iyiyle kötü arasındaki tercihe dayalı ahlaki hayat, bir öz kınama ve öz suçlamayla doludur. ahlaklı olmak, hiçbir zaman yeterince iyi hissetmemek demektir. ancak erdemimizden emin olmadığımızda ve hatamızı kabul ettiğimizde birbirimize karşı iyi olabiliriz, " der zygmunt bauman.

    "insanların yüreğinin derinliklerinde, maruz kalınan ve tanık olunan onca cürme rağmen ona kötülük değil de iyilik yapılacağına dair yenilmez bir beklenti vardır. her insanda kutsal olan, her şeyden önce işte budur," demişti simone weil.

    platon, iyiliği "her ruhun takip ettiği, takip etmekten vazgeçmeyerek ilerlediği, doğasındaki sezgisel kavrayışla ona yöneldiği ancak onu her gördüğünde şaşkına dönmekten kendini alamadığıdır." diyerek tanımlıyor.

    her toplum, "önce ben" yaklaşımının üstesinden gelmek zorundadır.

    bencil güdülere ve piyasa güçlerine dayalı bir toplum zenginlik üretebilir ama hayatı daha değerli kılacak birliği ve karşılıklı güveni kesinlikle üretemez. bu yüzden, mutluluğun ölçüldüğü araştırmalarda ilk sıralarda en zengin ülkeler değil, vatandaşlarının birbirine en fazla güvendiği ülkeler bulunuyor.

    insan iyiliğine güvenebilmek, en derin ihtiyaçlarımızdan biri.

    hepimizin içinde bir kötülük bekler, biz ona fırsat verirsek uyanır ve bizi zalimleştirebilir.

    ahlak dediğimiz şey empati duygusuyla, kendimi ötekinin yerine koyup, onun gibi olmanın neye benzediğini anlayabilmemle başlar.

    cemil meriç'in "iyilik eden mükafat bekliyorsa tefecidir," sözü ne kadar derin bir hakikate işaret ediyor.

    "birisine iyilik etmişsen daha fazla ne istiyorsun? doğana uygun davranmış olmak yeterli değil mi senin için? yaptığının karşılığını görmeyi mi arıyorsun daha? gözün görmek, ayakların yürümek için ödül istemeleri gibidir bu." (marcus aurelius)

    iyiliğin harcında dikkat vardır. aidiyet istiyoruz ancak bir birey olarak tanınmayı da bekliyoruz. iyi bir eş veya arkadaşlık ilişkisi, sevgi ve ihtimamla olur. gerçek ihtimam da keşfe, değişmeye ve büyümeye izin verir. ne isek o olabildiğimiz, hayallerimizi izleyebildiğimiz, maske takmadığımız bir beraberlik. her insan ait olmak, sevilmek, değer ve takdir görmek ister.

    iyiler, çoğu zaman iyi olduklarını bilmezler, bunun varlığın doğası olduğu inancıyla donanmışlardır.

    "usulüne göre gömülmeyen ölüler geri döner."

    "tüketicilik malların birikimiyle ilgili değil, bunların kullanımıyla ilgilidir; başka mallara ve onların kullanımına yer açmak için kullandıktan sonra bunlardan kurtulmanın yollarıyla ilgilidir. tüketici yaşamı, hafifliği ve hızı öne çıkarır; tıpkı bunların teşvik etmesi ve acele ettirmesi umulan yenilik ve çeşitlilik gibi. homo consumens yaşamında başarıyı ölçen satın alınanların hacmi değil, bunların devir hızıdır. " (zygmunt bauman)

    varlığımın biricikliğini sağlayan şey benim bu dünyayla ve insanlarla, hayat ve evrenle kurduğum özgün ilişkidir.

    kapitalist kültür "hiçbir şeye sadık olmamayı" beraberinde getiriyor.

    alvin toffler gibi yazarların ifadesiyle 'kullan-at' toplumunun ortaya çıkışının işaretleri 1960'lı yıllarda belirmeye başlamıştı. bunun anlamı sadece üretişmiş malları atmak değildi...aynı zamanda değerlerin, hayat tarzlarının, istikrarlı ilişkilerin, şeylere, binalara, yerlere, insanlara ve eyleme ve olma konusunda öğrenilmiş tarzlara bağlılığın da atılabilmesi anlamını taşıyordu.

    bir gönüllü sadelik hareketi başlatmalıyız hayatımızda.

    yakınlarda yapılan bir çalışma toplumsal olarak reddedilmenin insanda kemik kırılması kadar büyük bir acıya yol açabildiğini gösterdi.

    yalnızlık insana eşlik edecek kimsenin olmayışıdır; bu yokluğun doğurduğu kederdir.

    dostluk, sevdiğimiz insanı, yargılamadan ve ondan bir talepte bulunmadan "kalpte tutmak"tır.
    dostluk tutunmaktır; hatırda tutmak ve hatır tutmaktır.

    artık bu çağda yaşamak için fazla ölüyüz ve ölmek için de fazla diriyiz.

    kırılmışlık, eskimişlik, solmuşluk, tuhaflık, örselenmişlik, fanilik; bunlar olmadan bir güzellik henüz yarı yoldadır ve itibarı hak etmez.

    "psikanaliz çıktığından beri hemen herkes az çok hastadır." (a. h. tanpınar, saatleri ayarlama enstitüsü)

    "saygı duyulan hekim, bireylere hastalık rolü yapmak için sosyal olanaklar sağlar." (ıllich)

    "yola çıkmak kaygıyı çoğaltmaktadır; yola çıkmamaksa kendini kaybetmektir ve en üst anlamıyla yola çıkmak kendi benliğinin farkına varmaktır." (kierkegaard)

    "yaşamakta mutluluk diye bir şey yok
    yaşamak: acılı ben'ini dünya adına taşımak. ama olmak; olmak, mutluluk. olmak: çeşmeye, evrenin içine ılık bir yağmur gibi indiği taş bir havuza dönüşmek." (milan kundera)

    "insana özgü bir yeteneksizliktir yaşayamamak."

    freud, "hayat denen oyunda en büyük bahis ortaya atılmadıkça veya bizzat hayatın kendisi riske edilmedikçe, hayatınız her gün bizzat daha güç kaybedip yoksullaşacak ve sonunda, deyim yerindeyse, amerikalılarda gördüğümüz kadın erkek ilişkileri gibi sığ ve yüzeysel olacaktır," demişti.
    freud, henüz 20. yüzyılın tamamını görmemiş bir iyimserdi.

    "biliyorum mutlu olmak istiyorsunuz... ama daha önemli şeyler var."

    anları değil şeyleri biriktiren kişi için dursuz duraksız bir koşudur hayat, vakit her an nakite çevrilmesi gereken iktisadi bir varlıktır.

    adil bir toplum, en dezavantajlı üyelerine ne kadar uygarca davrandığıyla ölçülür.

    "eğer mutlu olmak istiyorsanız bu kolay. başkaları kadar mutlu olmak istiyorsanız, bu imkansız. çünkü biz, başkalarını, olduklarından daha mutlu sanırız."

    "keder içinizi ne kadar derin oyarsa, neşe de o kadar çok yerleşir oraya." (halil cibran)

    üç şey var ki vermeden alamazsınız, size dönmesi için önce onu başkasına vermeniz lazım: mutluluk, huzur, özgürlük.

    mutluluğun formüllerinden ilki "aidiyet", ikincisi "zamanımızı kendi gönlümüze göre kullanabilmek".

    her gerçek mutluluk zamanın özgürleşmesini gerektirir.

    tahayyülün bittiği yerde ömür uzamaz, ömür bereketlenmez, ömür çeşitlenmez. dolayısıyla hayal kurabilmeyi, ümit edebilmeyi de mutluluğun bir rüknü olarak düşünmemiz gerek.

    ister mutlu ol ister mutsuz, sen, dünyaya kattığın şeysin.
hesabın var mı? giriş yap