*

  • fazlasıyla hollywood filmi gözüken bir yapım gibi durmakta. aranofsky'nin fountain'ın üstüne ne yapacağı merakla beklenirken bir güreşçinin son dövüşünü anlatan bir film çekeceğini duymak biraz şaşırttı. sanırım sporcuların üzerinden yapılan dramların bayatlaması yüzünden bu kadar önyargılıyım. yine de aranofsky'nin parmağı değmişse kesin farklı bir tarzı olacaktır.*
  • önceki sene the fountain ile yuhalanmasının ardından bu filmle altın aslan alması da enterasandır, güzeldir, ironiktir.
    alın size film. ama anlayacağınız tarzda. zira kafanız çok basmıyor dercesine.
    hem iyi hem genel geçer bir filmdir. izlenesi.
  • stockholm film festivalinin acilisini yapan, cok basit bir senaryoyu sicak ve basarili sekilde aktarmis aranofsky filmi. mickey rourke'un performansi uzerine kurulu bu filmden sonra, yaşlandıkca bıçkın adam rolleri ile kariyerinde puan toplamaya başlayan abimizin bir kac odul aldigini da gormek pek sasirtici olmaz. oscarlı marisa tomei'i "farkli sekilde", todd barry'i de kendine benzeyen bir rolde gormenin disinda, axl rose'a ozel tesekkur gecmis bir film oldugunun altını cizelim.

    sonuc olarak sahsen beklentilerimi karsilayan bu filmden sonra the fighter'i iple cekiyoruz. tabi filmden sonra aklimdan cuneyt arkın da bundan feyz alsa, cagan irmak'la bir olup böyle bir film cekse, mickey abinin ringin kosesinden uctugu gibi 16 uzaylinin ustune ucsa ama alttan da drami verse, sonra ödülleri toplasa; derken dönerimi yerken acildim.
  • fragmanı yayınlanmıştır. hayırlı olsundur. fragmandan izlediğim kadarıyla mickey rourke oldukça iyi bir performans sergilemektedir.

    (bkz:http://www.apple.com/…/fox_searchlight/thewrestler/ )
  • büyük ihtimalle bruce springsteen bu film için yazdığı aynı isimli parçayla oscar'a aday gösterilecektir. ve yine büyük ihtimalle, bu "performans"ı televizyondan da olsa canlı izlemek için, içinde bir ateş yanmaya başlayan şahsım, ertesi gün işe gitmeyecek ve despot german patrondan disiplin kelimesinin karşıt anlamları ile yücelen topal bir süvarinin tırnakları sis dolu hiyayesini dinleyecektir. kelimeler, telefonlar ve dosyalar zamana sürttükçe aklıma mickey'nin rüzgarda savrulan saçları, sönmekte olan sigarası ve boşalmış içki bardağı gelecek. ve benim şansız olduğum bu iki/üç günlük dönemde, eğer o şanslıysa, yani gerçekten şanslıysa-la'de pek te tanımadığı birinin evinde, üzerine doğru koşmakta olan kedinin dökülen tüylerine takılmış düşüncesi ile güreşen yanı pes edecek, bardak yeniden dolacak ve duvarda ki dart aniden takılı olduğu çividen açılıp düşecektir. ve mickey; benim ofiste, yüzümde aptal bir gülümsemeyle sabit bir noktaya baktığım o andan çok ta uzak olmayan bir anda; sırtında bir oscar heykeliyle titreyen telefona uzanıp; "alo" demeden, sadece sessizliği dinleyecektir.

    edit: bruce, into the wild karartmalı eddie vedder'ın kaderini paylaşmış ve bizlere, beklenti ile yıkım arasında ki cinsiyetsiz ilişkiyi yeniden tanımlamıştır. ama ümit dediğin birazda böyledir işte, rumble fish misali, ömrünü tanımlamak için geriye kalan yazlarını sayarsın...
  • mickey rourke üstadın kariyerinin zirvesine ulaştığı, iç acıtıcı film. oscar almak asla bir ölçü değil ama mickey rourke'ın bu performansı ödüllendirilmeli bir şekilde.
  • 80'lerin efsane güreşcisi the ram artık çökmüştür ve sadece para kazanmak için haftasonu mahalli güreşlere katılmakta, hafta içi de gündelik işlerde çalışmaktadır. vücudu artık bu spora dayanamayacak derecede yıpranmış olmasına rağmen, yüklü miktarda ilaç desteği alarak büyük bütçeli bir dövüşe katılır. sağ salim biten dövüş sonrası soyunma odasında kalp krizi geçirir, by pass ve ve doktor artık dövüşemeyeceğini söyler. hayatının tek amacından kopunca etrafına bakar ve neleri kaybettiğini görür. yeniden hayata tutunmaya çalışır. ve olaylar gelişir.

    izlerken the ram diye bir güreşcinin gerçekten de yaşadığını düşünüyor insan. sanki mickey rouke hiç var olmamış da the ram'miş kendisi yıllardır. tabi rouke'un başarılı oyunculuğunun yanında aranofsky'nin belgeselvari biz tarz kullanmış olmasının da bunda etkisi oldukça fazla.

    --- spoiler ---

    the ram güreş dışında neredeyse sadece cassiday(marisa tomei) ile görüşmektedir. ancak cassiday'in de sürekli tekrar ettiği gibi bu sadece iş ilişkisidir. the ram ona yaralarından bahseder bir ara, geçmişe dair bu izler bir bakıma, cassiday'nin üzerindeki dövmeleriyle ve benzer işleri ve geçmişleriyle örtüşmektedir. cassiday henüz taş gibi olsa da, yaptıkları işler dolayısıyla ikisi de vücutlarını bu yolda tüketmekte ve eskidiklerinde kendilerinden geriye birşey kalmamış/yacaktır.

    cassiday'den istediklerini duyamaz ve yıllardır ihmal ettiği kızıyla iletişime geçmeye çalışır. bunda biraz başarılı olur gibi olsa da kendi yaşam tarzı, bağlantılarını sonsuza dek koparır ve daha önce de neden böyle olduğunu da gösterir. kendisini hayata bağlayabilecek iki kadından da umduğunu bulamamıştır. bir erkek için olabileceklerin en kötüsüdür belki de.

    markete çalışmak için ilk girişinde asıl işindeki gibi bir hava yaratan yönetmen marketteki işinden ayrılırken de benzer bir çekimle yeniden the ram'i uyandırır. the ram, randy robinson olmayı kabullenememiş, kendisine yedirememiş ve kaldıramamıştır. şimdiye kadar var ettiği kişiden başkası olmak ölü birisi olmakdan farksızdır onun için.

    tam da bu noktada yönetmen izleyiciye beklediğini mi verecek diye bir düşünce sarar. olabildiğince abartısız şekilde the ram son dövüşüne hazırlanır. (son dövüş kısmında iran vs. amerika olması üzerine çeşitli şeyler söylenebilir.) dövüşün sonunda the ram rakibine son darbeyi vurmak için ringin yanındaki iplere çıkar, seyirciler coşmuştur. herzaman, belki de sonsuza kadar olmak istediği yerdedir the ram. ve ekran kararır... film bu şekilde bitmez herhalde diye düşünecekken bruce springsteen tıngırdatmaya başlar. ve gerisi bize kalır...

    --- spoiler ---

    ...ve bir de, randy'nin son olarak ringe çıktığı anda, fonda sweet child of mine çalmaya başlar ki, insanın ayağa kalkıp, "yürü be randy, işte bu be" diyesi gelir. en azından bana öyle oldu.

    http://kavanozdakiadam.blogspot.com/…-wrestler.html
  • sanatla hayatın iç içe geçtiği muhteşem film. bunda darren aronofsky'nin randy'nin ensesinden ayrılmayıp onu bir adım geriden takip eden ve gördüğümüzü bir belgesel kıvamına getiren kamerasının da büyük payı var.

    --- spoiler ---

    belli bir yaşın üzerindekilerin (gençliğini seksenlerde tüketenlerin özellikle) ağlamadan izleyemeyeceği, yüreği dağlanmadan şahit olamayacağı o son sahnede mikrofonu eline alıp konuşan mickey rourke mudur yoksa randy the ram mıdır söylemek mümkün değil. bir devrin bittiğini, dışarıdaki hayatın artık ''o adam''ı kustuğunu izlemek kolay değil. rumble fish'teki melek yüzlü adam son maçında ''in this life you can lose everything you love, everything that loves you. a lot of people told me that i'd never wrestle again, the only one that's gonna tell me when i'm through doing my thing, is you people here.''
    derken salondakilere değil, perdeye gözünü dikmiş olan bize konuşmuyor mu aslında. üzerime alınmakta bir beis görmüyorum ben. hele bir de fonda sweet child o mine çalıyorsa, botokslu yüzü ve takma saçlarıyla axl rose da insanın içini burkuyorsa.

    --- spoiler ---

    muhteşem bir film demiş miydim?
  • açıkçası bu duygu seline bir adım öteden bakmayı tercih ettiğimi baştan belirterek filmle ilgili maruzatımı yazmak isterim. öncelikle requiem for a dream'i izledikten sonra nedir bu iki yüzlülük diye düşünüp, yönetmenin hem tv-mania'yı uyuşturucuyu, genel anlamda bağımlılığı, filmine konu edip, türlü ajitasyon yöntemleriyle bu güncel konuların kaymağını yiyip, sonra da seyirce, bak çok tv izlerseniz delirirsiniz, uyuşturucu kullanırsanız alimallah orospu olursunuz ya da kolunuzdan bacağınızdan olursunuz şeklinde parmağını sallama yöntemini hiç tutmamıştım. fountain biraz daha farklı bir yerde duruyor olsa da aronofsky amcamız yine bir düşmüşlerin hikayesi ile karşımıza çıkmış. tam bir arabesk hikaye yine bol ajitasyon, eh az çok dünya sineması takip eden biri olarak da kendisi filmde aktüel kamera kullanımına girişmiş (yalnız kanımca rosetta'yı biraz geç izlemiş olacak) ki ayrıca tutarsız şekilde kullanılmış, böyle bir hangi karakteri takip ettiğini şaşırıyor kamera ara sıra. belgeselimsi hava başta sanki şöyle bir yakalanıyor ama o yapış yapış sentimentallik rüzgarı o havayı çok kolay dağıtmış. müziğin kendisi filmin artısı olsa da kullanıldığı anlar, arkaplan hikayeleri derken tam böyle ağlak, duygusal yine de gururlu -neredeyse bir küçük emrah, ya da rocky balboa havası, ya da ikisinin karışımı... evet mickey rourke'un oyunculuktaki başarısına kesinlikle katılıyorum (yalnız bunu doğrudan kendisinin hissiyatına bağlıyorum filmden ziyade) ancak marisa tomei tam bir kasting faciası olmuş, yani ne ben bu hanımın hanımhanımcık rollerini unutabildim ne de bütün meme şovuna rağmen kendisi bana bunu unutturabildi. yine de teknik açıdan çok falso vermiyor film, güzel ışıklar falan. tam amerikan bir hikaye ile avrupai sinematografi olmuş, heralde bu yüzden venedik'te gaza gelip altın aslanı vermiş olacaklar. şahsen ödülün daha bir zeka ve deha ve hatta dozunda şaklabanlığı için dahi burn after reading'e verilmesini canı gönülden isterdim.
    böyle ucuz numaralar, formüller kokuyor the wrestler kısaca. ama mickey rourke hayranları izlesin tabi, geri dönüş falan hikayesi de bence biraz “ver gazı” durumu zira mickey efendi -illa bir geri dönüşten bahsedilecekse, sin city'de sırf karakterin samimiyetiyle bile bu fakir ama gururlu güreşçiye tabiri caizse ram jam yapabilecek olan marv karakteri ile dönmüştür zaten. böyleyken böyledir, gidilsin görülsün kötü film izlemekte de sakınca yoktur.
  • fragmanı izleyip önce mickey rourke* akabinde bruce springsteen* ile heyecanlandıran, en nihayetinde imdb de 8.7 puan ile heyecanı tavan yaptıran filmdir. heyecanla bekliyoruz efendim.
hesabın var mı? giriş yap