• bertrand russell'in en insancil ve cana yakin filozof olarak tanimladigi buyuk metafizikci. hayatini mercek, buyutec vs. imal ederek kazanmistir. on adi baruh'tur, ve bana "havaya firlatilan tas eger konusabilseydi, mutlaka kendi iradesiyle yola ciktigini soylerdi." gibi bir inci kazandirmistir.
  • "özgür insan ölümü, her şeyden az düşünür; onun bilgeliği ölüme değil yaşama yoğunlaşmasından doğar."
    (bkz: etika)
  • yolun sonunda ölüm olduğunu bile bile, farklı bir yoldan gitme imkanına sahip olmasına rağmen hayatı boyunca mercek işlemeyi bırakıp yolundan şaşmadığı için 44 yaşında akciğer yetmezliğinden hayatını kaybeden hollandalı bilge.

    liseden yeni mezun olduğum dönemlerde delirmiş gibi felsefe okurken spinoza'ya ayrı bir ilgi duymuş, hayatını ve eserlerini ayrı bir özenle okumuştum. yaşadığı zor hayata, çevresinden ve insanlardan gördüğü baskıya, söylediklerinden dolayı aforoz edilmesine rağmen bu kadar iyi işler çıkartabilmesine hayret eder, başarısını örnek alırdım. başarısının sebebini azim olarak görür ve başarılı olabilmek için azimli olmayı ön koşul olarak kabul ederdim.

    ancak bir şey bir türlü kafama yatmazdı.

    spinoza neden kendisine gelen teklifleri kabul etmek yerine öleceğini bile bile mercek işlemeye devam etmişti ki? üniversitelerden gelen teklifleri kabul etseydi hem ekonomik olarak daha rahat bir hayatı olacak, hem sosyal hayatta daha prestijli bir konuma gelecek, hem sağlığından olmayacak hem de zamanının tamamını felsefe öğreterek geçirebilecekti. bu kadar zeki, bu kadar bilge bir adam neden tüm bunlara rağmen gelen teklifleri kabul etmemişti? bir türlü yatmıyordu kafama bu.

    ne teklifinden bahsettiğimi bilmeyenler için geçiyorum bu özeti.

    yıl 1632. otuz yıl savaşları başlayalı 14 yıl olmuş ve savaşların bitmesine henüz 16 yıl var. avrupa'nın din konusunda fazlasıyla hassas olduğu, mezhep savaşlarının yaşandığı ve oldukça kanlı halde devam edeceği dönemler. bu dönemde, hollanda'da hem yahudi hem tüccar olmasına rağmen pek de zengin olmayan portekizli yahudi bir tüccarın oğlu olarak doğuyor spinoza. 6 yaşında annesini kaybedip öksüz kalıyor ve 17 yaşına kadar hem çalışıp hem tevrat eğitimi alıyor. ailesi ve çevresi tarafından yahudi kültürü, yahudi gelenekleriyle büyütülüyor ve kendisinden bu kültürün bir parçası olması bekleniyor. spinoza 21 yaşına geldiğinde babası da ölüp geriye borç harç dışında bir şey bırakmıyor. bu yüzden spinoza bir şekilde babasının mirasını reddedip annesinden kalan mirası üstleniyor ve bu şekilde hiç değilse bir iki yıl felsefe okumaya ve latince öğrenmeye vakit bulabiliyor. tüm bu süreçte geleneksel tanrı anlayışını sorguluyor ve içten içe kendisine anlatılan türden bir tanrının mantıksız olduğuna inanıyor.

    dinsizlerin genelde ya işkence gördüğü ya da öldürüldüğü bir dönemde düşüncelerini söylemekten çekinmiyor ve yaşadığı yerin yerel sinagogunda bıçaklı saldırıya uğruyor. bunun üzerine sinagoga gitmeyi bırakınca 23 yaşındayken yahudi cemiyetinden aforoz ediliyor ve kendi insanı, kendi toplumu tarafından dışlanıyor. bu süreçte dört yıl boyunca özel felsefe dersi vererek ve mercek yontarak hayatını idame ettirmeye çalışıyor ama dört yılın sonunda amsterdam'da kalmak elinden gelmeyince mümkün olduğunda dönmek üzere amsterdam'dan rijnsburg'a taşınıyor. burada iki yıl boyunca kalıp o tarihten henüz on yıl önce ölmüş olan descartes'ın çalışmalarını inceliyor ve bugün hepimizin bildiği ethica isimli eserini yazmaya başlıyor.

    yıl 1663 olduğunda, 31 yaşındayken amsterdam'a dönüyor ve sansürlenmeyeceğini düşündüğü için ilk ve son defa kendi ismini kullanarak kartezyen felsefenin ilkeleri ismindeki eserini yayınlıyor ve tekrar amsterdam'ı terk edip yedi yıl yaşayacağı voorburg isminde bir kasabaya taşınıyor. burada dönemin başbakanı denilebilecek bir devlet görevlisi olan laik devlet adamı ve matematikçi jan de witt'i savunan anonim bir çalışma yayınlıyor ve kısa süre sonra jan de witt dindarlar tarafından öldürülünce kendi hayatı da tehlikeye giriyor. hatta alman matematikçi gottfried leibniz spinoza'yı can güvenliği konusunda uyarmak için bizzat ziyaret ediyor.

    burada da rahat bırakılmayan spinoza, 1670 yılında 38 yaşındayken mecburen den haag'a taşınıyor ve burada mercek yontarak hayatına devam ederken ethica'sı da dahil birçok çalışma yayınlıyor ve dönemin aydınlarıyla sohbetler yapıyor. bunca dışlanma ve kovulmanın, sansürün, korkunun ve tehlikenin ardından en sonunda spinoza'dan fikirlerini, felsefesini öğretmesini isteyen insanlar ortaya çıkıyor. hatta heidelberg üniversitesi kendisine felsefe profesörü olup ders vermesi için iş teklif ediyor.

    peki spinoza ne yapıyor?

    gelen teklifleri reddedip kalan hayatını 44 yaşında akciğer yetmezliğinden ölünceye kadar mercek yontarak ve boş zamanlarında eserlerini yazarak geçiriyor.

    neden? neden? neden?

    neden en sonunda rahatlayıp sansürlenmeden, dışlanmadan felsefe dersi verebilme imkanı bulan bir adam bunu kabul etmeyip ciğerlerini parçalayan bir iş yapmayı sürdürdü? derdi neydi?

    spinoza ile ilk tanıştığım zamanlar anlam veremezdim bu yaptığına. çünkü bana felsefe yapmak araç, filozof olmak amaçmış gibi gelirdi. filozof olmayı iyi felsefe yapmanın bir ödülü zannederdim. çok cahildim.

    hayatım yıllarca ben farkında olmaksızın düşünüp de yapamamak ile yapamayıp da düşünmek arasında gidip gelen dengesiz bir ruh hali ekseninde şekillendi. hiçbir zaman her şey yolunda gitmese bile hiç değilse sosyal yaşantımın yolunda gittiği, sevdiklerimin ölüp durmadığı, birilerinin aniden hayatımdan çıkmadığı, sürekli olarak sağa sola taşınmak zorunda kalmadığım görece rahat dönemlerde hayat bir yığın amaçla doldurulması gereken bir şeymiş gibi gelirdi. bu dönemlerde hayatıma bir anlam yüklemeye çalışırken elimden geldiğince benmerkezci olur, farklı biri olduğumu, dünyaya amaçsız yere gelmiş olamayacağımı düşünürdüm. kendime şunları başarmalıyım, bunları başarmalıyım diye amaçlar koyar, bu amaçlara ulaşabilmek için gerekli adımları tayin eder ve bu adımları atabilmek için yorulmaksızın çalışırdım. sahip olduğum motivasyon göğsümde yanan ve bana güç veren bir ateş varmış gibi hissettirirdi. çalışma azmiyle fütursuzca tutunurdum hayata. ancak o zamanlar yaptığım şeyler sıkıcı gelirdi hep. çünkü yaptığım her şeyi daha büyük bir amaca giden yolda adımlar olarak görür, değersiz bulurdum. bir şey yaparken bunu da yapınca bir sonrakine geçebileceğim düşüncesiyle yapardım. kendime seçtiğim o büyük amaca giden bitmek tükenmek bilmez yolu aşabilmek için o sıkıcı adımları atmaktan yorulmamamı sağlayacak motivasyona ihtiyaç duyardım. ancak o motivasyona ihtiyaç duyduğumun farkında olmadan yapardım bunu. o zamanlar bilmezdim böyle olduğunu. ödevini teslim edip sorumluluktan kurtulduğu için içi rahatlayan bir ortaokul öğrencisi gibi hissederdim kendimi her tamamladığım adımda. bunu yaptığım işten aldığım keyif olarak yorumlardım. aslında yaptığım işten değil, ilerlemiş olma fikrinden keyif alırdım.

    zaman geçtikçe dengemi koruyan her şeyi birer birer kaybettim. saatlerce bir yerde oturup esasında sıkıcı gelen adımları takip edebilirdim belki ama bunu yaparken bana eşlik eden bir arkadaşım, bana yalnız olmadığımı hissettiren bir sevgilim, kendi yapma imkanına sahip olmadığı şeyleri yaptığım için benimle gurur duyan bir abim olduğundan yapabilirdim. bir iki yıl içinde hepsini yavaş ve ağır bir süreçte teker teker kaybettim. zamanla çevremde kimse kalmadı. yerim değiştikçe bir yerde sabit kalmayı denedim ama kalamadım. hayatımdan insanlar eksildikçe yerlerini doldurmayı, yeni birileriyle tanışmayı denedim ama dolduramadım. bu sefer herkese iyi davranayım dedim, ama faydası olmadı.

    konuşacak, arkadaşlık yapacak kimsesi kalmayan birine dönüp çıktım sonunda. bu durum zamanla arttıkça aynı oranda bir yerlere gelme, önemli birileri olma motivasyonumun azalarak kaybolduğunu gözlemlemeye başladım. artık zevk almadığı sıkıcı işleri yapabilmek için kendini bir masanın başına sabitleyip bundan keyif alabilen biri olmaktan çok uzaktım.

    konuşacak biri olmayınca kendi kendime konuşmaya, kendi kendime konuştukça da çocukluğumda, daha ergenliğe bile girmemişken hissettiğim o saf merak duygusunu yeniden hissetmeye başladım. kendi kendime konuştuğumda, insanları, olayları ve yaşananları düşünmeyi bırakıp dünyaya, çevremde olup bitenlere, güneşe, yıldızlara, çiçeklere, arılara, karıncalara baktığımda öğrenmekten ve araştırmaktan gerçekten keyif aldığımı fark ettim. sürekli ilerliyor olmaktan değil de o an var olmaktan ve merak duymaktan, öğrenmek istemekten keyif almanın ne kadar huzurlu bir duygu olduğunu çocukluğumu kaybedince unutmuşken, yetişkin olmaya çalışıp amaçlarla doldurduğum hayatın bitmek tükenmek bitmez yolunda yürümekten vazgeçince hatırladım.

    belki bu şekilde akademisyen, öğretmen, kanaat önderi falan olmam. yazdıklarımı, düşündüklerimi, keşfettiklerimi önemsiz bir adam olarak paylaşır, ciddiye alınmamış bir adam olarak ölüp hiçliğe karışır giderim.

    ama önemli değil. her zaman tatmin olabilmek için daha iyisine ihtiyaç duyup yaptığı işten, yaşadığı hayattan hiçbir zaman keyif almamış ruhsuz biri olarak yaşayıp ölmektense spinoza'nın sevinciyle yaşamış basit bir adam olarak ölürüm daha iyi.

    çünkü artık anlayabiliyorum profesör olup da felsefe dersi vererek geçinip gitmek dururken mercek yontarak boş zamanlarda düşüncelerini yazarak yaşamanın gerekçesini.

    hiç değilse anlayabildiğimi sanıyorum.
  • "iyilik, sempatiden doğmuş bir aşktan başka bir şey değildir." diyen filozof.
  • sivil hayatta camcılık ve züccaciye işleriyle uğraşmış, mercek ustası monist filozof.
    rene descartes ve gottfried wilhelm leibniz ile birlikte kıta üçlüsünün ikinci ismidir. bunlara karşı ada üçlüsü denilen üç ampirist filozof ise, george berkeley, john locke ve david hume'dur.

    spinoza, descartes'ın adıyla anılan kartezyanizm ekolündendir. kıta felsefecisi olduğunu zaten söylemiştik. onu özgün kılan ise; descartes'taki ruh ve beden ayrımını temel alan düalizm fikrine karşı çıkarak, varlığı tek bir töze indirgemesidir. o töz de tanrı'dır.

    bu, islam tasavvufu'nda önemli ve aykırı bir ekol haline gelmiş olan vahdet-i vücud inanışının hemen hemen aynısıdır. her şey tanrıdandır, ve aslında her şey tanrı varlığının bir parçasıdır. şu halde, kainatta gördüğümüz her şeyin içinde tanrı vardır, o halde bu "her şey" de tanrı'dır.

    kafa karışıklığına yol açmadan, basitçe devam edelim. varlığın tek bir töz olması, pek çok sorunu da beraberinde getirir. mesela bu görüşe karşı çıkan pek çok doğulu ve batılı düşünce insanı, bunu şiddetle eleştirmiş ve hatta doğrudan şunu sormuştur: "o zaman sıçtığımız boka da tanrı demeliyiz".

    evet, ona da tanrı demeliyiz monist öğretiye göre. tanrı için hayır veya şer yoktur, iyilik veya kötülük de. bunlar hep izafi kavramlardır çünkü. uzun ve kısa gibi; nefret ve sevgi gibi. bu kavramlar, metafizik evrende herhangi bir karşılığa tekabül etmezler. mesela tanrı için en, boy, derinlik veya zaman gibi fiziksel boyutların da herhangi bir anlamı yoktur. şu halde bize kerih gelen ve yüzümüzü ekşitmeye neden olan bok ile çok değerli bir taş arasında metafizik bakışla hiç bir fark yoktur. bunlar, tamamen bizim fizik alemimize ait duyumsamalardır. dolayısıyla der monist öğreti, sizin boktaki tanrısallığa baş kaldırmanız, aslında yalnızca basit bir fizik yanılsamadır. çünkü tanrı katında altın, zümrüt, çamur ve bok aynı şeydir. bunlar, yalnızca bizim gözümüzde değer açısından farklıdırlar.

    daha sonra immanuel kant'ın felsefe dünyasına armağan edeceği o meşhur nomen alem - fenomen alem ayrımını da yapar spinoza. ve der ki, fenomen alem, yalnızca tanrının bir tek iradesinden ibarettir. nomen alem ise, bizzat tanrı'dır.

    spinoza'ya yapılan pek çok büyük itiraz daha vardır elbette. ama bunlardan en başta geleni, kötülük problemi ve teodise başlıkları altında daha evvel bu sözlükte işlenmiş olan karşıçıkış ve bundan başka da insana ait olan günah sorunsalıdır.

    kötülük problemi, kendi başlığı altında incelenmiş olduğu için bunu burada yeniden işlemek istemiyorum. zaten bu problem, daha çok spinoza değil, david hume felsefesinde önemli yer tutar. dolayısıyla, o konuya girmeyelim. ama, oraya da bir göz atayım diyenler için de;
    (bkz: kötülük problemi) ve (bkz: teodise)

    şimdi, spinoza'ya bir reddiye olarak asıl konu olan günah sorunsalına eğilelim. şöyle ki; spinoza'ya göre varlığı oluşturan ve ona öz teşkil eden tek töz tanrı'dır ve bütün alem onun yalnızca bir cüz'üdür. bunu daha önce de konuştuğumuz üzere, insan dahil, kainattaki her şey ama her şey özünde bir tanrısallık barındırır. burada akla gelen ise, insan ve günah paradoksudur. böylesine tanrı özünü içinde barındıran ve aslında kendisi de bu manada tanrı'nın bir fiziksel yansıması olan insan, nasıl olur da günah işler? sonra, eğer bu monist öğreti doğruysa, şeytan'ın fonksiyonu nedir? spinoza ile vatikan'ın papaz olduğu nokta da budur işte. öyle ya, o zaman şeytan insanı değil, bizzat tanrı'yı yoldan çıkarıyor. bu, bütün semavi dinlerin en temelkoyucu hükümlerini kökünden dinamitleyen bir öğretidir.

    spinoza'yı felsefe dünyasına tanıtan ve onu önemli kılan ana noktalara kısaca temas ettiğimi düşünüyorum. tabi ki böylesine kapsamlı bir filozofu bir tek entryde anlatabilmek olası değil. ancak, şimdilik aklıma geldiği kadarıyla, spinoza'nın en temel görüş ve öğretileri bunlardır.
  • "ben spinoza'nın allahına inanıyorum. kendisini tüm varlıkların uyumluluğunda gösteren tanrıya inanıyorum; insanın yazgısı ve eylemleri ile ilgilenen tanrıya değil." albert einstein
  • “insanlar, bize zarar verdikleri için değil; yaptıkları haksızlıklarla ruhumuzun ışığını söndürüp içimizdeki kötülüğün başkaldırmasına sebep oldukları için korkunç.” demiş filozof.
  • aslinda din ve tanri ile ilgili bir sorunu olmasa da ve de asil amacinin iman ve toplumsal huzur için felsefeyapmak oldugunu söylese de zamanin anlayisina ters(ileri) düsünceleri yüzünden ateist olarak(her ne kadar kendisi yahudi inancindan vazgeçmese de yahudilikten afaroz edilmistir) algilanmis ve uzun seneler hakettigi saygiyi görmemis, daha da kötüsü eserleri ve fikirleri inkar edilmistir bu filozofun. 19. yüzyilda goethe ve coleridge'in çabalariyla tekrar sayginlik kazanan spinoza o çagin renkli ve derin düsünce sisteminin içinde yer alan hemen her akimin(hegelciler, marxist teori, idealistler, deneyci filozoflar) temellerinin olusmasinda büyük katkisi oldu. ancak lanetli kimligi yüzünden akademik hayatta ve özellikle de aydinlanmaci bati felsefesinde üvey evlat muamelesi görmeyi sürdürdü. bunda eserlerinin oldukça karmasik ve ayrintili olmasi ve de metafizigi anlamak için yöntem olarak da(bati felsefesinin temel yöntemi tümevarimin yerine) tümdengelimciligi savunmasiydi. schopenhaur, nietzsche ve sonradan gelen varolusçularin da bol bol faydalandigi spinoza ortaya koydugu bilgi kurami ile günümüzde postmodern düsünürlerin ve lacan gibi psikolojik çalismalarin da referanslarindan biri olmus ve eserleri yogun incelemelere tabi tutulmustur.

    "dogru bir fikri olan insan dogru bir fikri oldugunu da bilir."

    benedictus spinoza
  • baruch spinoza’nın tanrı anlayışı ile ilgili, son derece yalın ve kolay anlaşılır bir dille (anneye anlatır gibi) kaleme almış olduğum bu mini ödev, masa üstümde bayatlamasın, planda olmayan saçma sapan bir formatta sır olmasın. peki ne olsun? buradan başka zihinlere ulaşıp taze kalsın. hem internette hiçbir şeycik kaybolmaz derler. göreceğiz bakalım... 20 sene sonra bu başlığa gelip kontrol edeceğim.

    ethica’ya göre spinoza’nın tanrı anlayışı ve tanımı

    spinoza, her şeyin temeline tanrı’yı koyar; başka bir deyişle her şeye tanrı ile başlar ve nihayetinde insanın özgürlüğüne de bu şekilde varılabileceğini savunur. tabii ki spinoza’nın tanrı’sı yığınların, genelin tanrı’sı değildir. o, gerçek tanrı’nın yığınların tanrısı olduğunu düşünmez. spinoza’nın tanrı’sı, bambaşka bir tanrı’dır. peki spinoza’nın “gerçek tanrı” kavramına yaklaşımı nasıldır? ona göre tanrı’nın anlamı nedir? ethica’nın “tanrı üzerine” isimli ilk kısmında spinoza, işte bu soruya cevap vermeye çalışmıştır.

    kendi kendisinde var olan bir tanrı

    spinoza, “tanrı nedir?” sorusuna, tam olarak şöyle bir cevap veriyor: “kendi kendisinde var olan ve kendi kendisiyle kavranan; yani kavramını, kendisini teşkil edecek başka bir şeyin kavramına borçlu olmayan şey.” bu tanımdan da çıkaracağımız sonuç üzerine tanrı, kendi kendisinin nedenidir; bu sebeple onun var oluşunu başka bir şeyle açıklamak mümkün değildir. bu ifadeden spinoza, şöyle bir sonuç çıkarır: ona göre, var olması ve nedeni kendisinde olan tözün daha üstünde bir kavram yoktur. nitekim onun dışında tüm kavrananlar da ancak onun altında kavranabilir. o bölünemez, sınırlanamaz, tek parçadır ve elbette sonsuzdur.

    tanrı doğadır ve her şeydir

    spinoza’nın tanrı anlayışı ele alınırken belki de en fazla “tanrı doğadır” fikri üzerinde durulur. spinoza’ya göre tanrı doğadır, doğa da tanrı’dır; her şey tanrı’da ya da doğadadır. spinoza’nın bu bakış açısı, yukarıdaki paragrafımıza açıklık getirir nitelikte: var olan her şey tanrı’da vardır, o olmadan hiçbir şeyin var olması söz konusu olamaz, hiçbir şey tanımlanamaz, kavranamaz. tanrı her şeydir. her şey olan aynı zamanda “hiçbir şey” olarak da nitelenebileceğinden tanrı, ne yaratır ne de yardım eder; cezalandırmaz ve ödüllendirmez. evet, tanrı hiçbir şeyi yaratmaz ama her şey, onun özünden “zorunlu” olarak çıkar, ürer.

    spinoza, tanrı’nın tanımını temel olarak bu ilkeler çerçevesinde yapar ve denklemi çözdüğünü düşünür. öyle ki, ethica’nın ilk cümlesi, bu iddiayı apaçık ortaya çıkarıyor: “kendi kendisinin nedeni ile ben, özü var oluşu içereni veya var değilse doğası kavranamayanı anlıyorum.”

    spinoza, tüm var olanlara veya bu var olanların düzenlenmesi ilkesine “evren” ya da “kosmos” der. bu kavramları mutlak bir gerçekliğe oturtur. ona göre bu kavramlar, her türlü etkileşimin tamamlandığı bir dizidir. yani doğadır; içerisinde yaşadığımız ve bir parçası olduğumuz doğa. spinoza’nın tanrı anlayışı, bu doğa tanımının ta kendisidir.

    tanrı’nın özgür iradesi var mıdır?

    spinoza; akıl, arzu ve irade gibi kavramların doğaya ait olduğunu, doğalaştıran doğa (natura naturata) ile açıklanabileceğini ifade eder. ona göre akıl ve irade, düşünceye ait olduğu için kendi doğalarının zorunluluğu ile var olmamışlardır. çünkü bu gibi kavramlar, başka bir şeyin aracılığı ile tanımlanabilirler, anlaşılabilirler. tam bu noktada spinoza’nın “irade” tanımını nasıl yaptığını belirtmeliyiz. ona göre irade, düşüncenin bir tarzı olduğu için nedensiz olamaz; yani irade, özgür neden olarak değil; zorunlu neden olarak adlandırılmalıdır. buradan hareketle spinoza, tanrı’nın özgür irade ile etkide bulunmadığını, özgür irade ile yaratmadığını dile getirir: tanrı, şeyleri özgür iradesi ile değil; kendi özünün sonucu olarak (taşma) üretir. bu çıkarımdan da anlıyoruz ki spinoza’ya göre tanrı yaratmaz, var olanlar tanrı’nın özünden zorunlu olarak çıkar.

    herkes kendi tanrı’sını yaratır

    tanrı’daki akıl ve iradeden söz ederken şunu net olarak bilmeliyiz ki: ondaki akıl ve irade ile bizimkisi birbirine benzer değil. spinoza için bu önemli bir duraktır; çünkü onun benzetmelerin zorunluluğu vurgusu vardır: spinoza’ya göre her varlık, nihai var oluş ilkesini zorunlu bir biçimde kendisine benzeterek hayal eder. yani insan, tanrı’sına kendisinde bulunan özellikleri atfeder. aynı şekilde geometrik bir şeklin aklı ve tanrı tanımı olsaydı, o da tanrı’yı geometrik bir şekle benzetecekti, kendisinde olan özellikleri ona yükleyecekti. bu sonuçtan hareketle, tüm din bilginleri, teolog ve filozofların tanrı tanımındaki uygunsuzlukları, onların tanrı’yı kendi doğasına uygun bir biçimde kavramalarına, yani kendilerine benzetmelerine bağlar. işte tanrı tanımındaki en büyük hata, tam da bu noktadadır, yanlışlık buradadır: onlar başlangıç noktasına kendilerini koyuyor, kendi zihinlerini tüm zihinlerin ölçütü olarak kabul ediyor. oysa yazımızın başında da belirttiğimiz üzere spinoza, her şeyin başlangıcına tanrı’yı koyar, diğer her şeyi tanrı’nın zorunlu bir özü/parçası olarak kabul eder.

    tanrı’yı kavrayıştaki yanılgı

    spinoza, özellikle insanların tanrı’yı kavrama aşamasındaki yanılgılarını, pür cahilliğe ya da aklımızın noksanlığına değil de bilgi eksikliğine bağlar. buradaki bilgisizliği, mutlak bir bilgisizlik ya da mutlak bir cahillik olarak tanımlamaz; “yarı-cahillik” kavramından söz eder. buradaki suçlu bizzat kendimizizdir. en büyük hatayı, kendimizi cahil bırakarak yapıyoruz. bu noktada güneş ile ilgili bir örnek verir spinoza: güneş’e baktığımızda, onu çok yakınımızda sanabiliriz ve yürüyerek güneş’e ulaşabileceğimizi düşünebiliriz, hayal edebiliriz. ardından onun gerçek uzaklığını öğreniriz ve durumun hiç de zannettiğimiz gibi olmadığını kavrarız. gerçeği öğrenmeden önceki hayalimizin nedeni, güneş’in gerçek uzaklığından bihaber oluşumuzdu. bu noktada da duraksamıyor spinoza, daha da ötesini düşünüyor: ona göre, güneş’in gerçek uzaklığını öğrenmiş olsak bile ona yürüyerek
    ulaşabileceğimiz algısı devam eder; bu yanılgıyı zorunlu olarak kabul etmiş oluruz. işte tanrı’yı kendimize benzetmekteki ısrarımız ile yukarıdaki örneğin nedeni, tamamen aynıdır: önemli olan, bu kavrayışlardaki nedenleri anlamaktır.

    tanrı özgürdür

    spinoza tanrı’ya “özgür” sıfatını atfeder ve özgürlüğün tanımını şöyle yapar: “yalnızca kendi doğasının zorunluluğundan var olan ve yalnızca kendisi tarafından faaliyette bulunmaya belirlenen şeydir.” tanrı ya da doğa, kendisinin haricinde, kendisine yabancı bir ilkenin hakimiyetine girmediği için ve kendi kendisinin nedeni olduğu için özgürdür.

    spinoza ateist miydi?

    spinoza, tanrı’ya inanır; ancak onun tanrı’sı, “bir başka” tanrı’dır. ona ateist ya da inançsız diyenlerin kendi kendilerine sormaları gereken sorular şunlardır:

    • biz nasıl bir tanrı’ya inanıyoruz?
    • kendi inancımızın nesnesine dair açıklama yapabiliyor muyuz?
    • spinoza, bizim tanımladığımız tanrı’ya inanmıyor ise ateist mi olur?
    • tanrı’nın evrensel bir tanımı mı var?

    spinoza’nın tanrı anlayışını, en temel hatları ile bu şekilde özetleyebiliriz.

    referanslar:
    spinoza, baruch. ethica. çev: çiğdem dürüşken. birinci baskı. istanbul: kabalcı yayınevi, 2011.
    zelyüt, solmaz. spinoza. ikinci baskı. ankara: dost kitabevi yayınları, 2010.
  • spinoza'nın "tanrı her şeydir ve her şey tanrıdır" diyerek felsefesinin temeline oturttuğu panteizm günümüzde (spinoza'nın kesinlikle öngöremeyeceği şekilde) bilimsel metoda gönül vermiş insanların çoğunun benimsediği tanrı anlayışı olmuştur. "zihin için en yüksek iyi, tanrı bilgisidir; en yüksek erdem tanrıyı bilmektir" sözünün gerçek bağlamını anlayanlar gerçekten de "tanrı"nın özünü anlamayı amaçların en yücesi addetmişlerdir. içlerindeki inanç ve hayranlık duygularının bir yüce açılımı varsa bu açılımın spinoza'nın tanrısından başka bir şey olamayacağını ifade etmekte beis görmemişlerdir. #10360099 einstein gibi her bilim adamı, biraz üzerine gidildiğinde, böylesi bir tanrı anlayışını şevkle ve biraz da kayıtsızlıkla kabul eder. kişisel tanrılar ile kanıksanan geleneksel doğaüstü kuvvetler ile uzaktan yakından alakası yoktur çünkü böyle bir tanrının.. bilimsel metodu tehdit etmediği gibi onu yüceltir bile. çünkü "tanrı sevgisi, zihinde baş yeri kaplamalıdır" derken spinoza, bir bütün olduğuna inandığı "her şey"e dair kavrayışın artması ile birlikte gelecek zihinsel durgunluk durumundan bahsetmektedir. öznel olanı terk edip nesnel olana geçerek elde edilecek ahlaki aydınlanmadan bahsetmektedir. bu durumda son derece anlaşılabilir bir şekilde 20. yy pozitivizmi ile hak ettiği değere kavuşmuştur. çoğu günümüz bilim adamı ve filozofu gibi o da özgür iradeye inanmıyordu ve bu acziyet durumunun ayrımına varmadan mutluluğa, dinginliğe dair söz söylenemeyeceğini söylemişti. "evrensel yapının bir parçasıyız biz ve onun düzenini izleriz. eğer bunu açık seçik anlıyorsak zekayla tanımlanan, daha iyi olan yanımız başımıza gelene sessizce katlanmamıza yol açacak ve böyle bir yumuşaklık içinde varlığını sürdürmeye çalışacaktır" demiştir ki bunları okuyunca gözümün önüne ister istemez bir tarafta spinoza'nın diğer tarafta schopenhauer'ın yarıştığı bir münazara geliyor, neredeyse aynı teşhislere ulaşmış fakat farklı tedaviler önermiş, çağdaş sayılabilecek iki filozof. jüriyi ikna etmek için "her şey"e ve "hiçbir şey"e vurgu yapan iki yarışmacı. o münazarada jüri olmak istemezdim.
hesabın var mı? giriş yap