hesabın var mı? giriş yap

  • başlığın şükela entry'lerine bakayım dedim; kullananda akıl yokmuş, onlar zaten ölsünmüş, ne de olsa doğal seçilimmiş... siz ne zalim, ne taş kalpli insanlarmışsınız ya. birileri yazmış diğerleri de bu görüşlere alkış tutmuş. "ölsün" diye atıp tuttuğunuz insan lan. sizin gibi nefes alıyor, seviyor, sokakta falan yanınızdan geçiyor.

    daha geçende içen 3 kişiye rastladım. anadolu'nun kuş uçmaz kervan geçmez bir yerinden gelmişler. konfeksiyon atölyesinde çalışıyorlarmış. aldıkları para kuş kadar, tahsil yok, yol gösteren yok, mahalle boktan, hayat boktan, hayaller yıkık, tünelin ucu bombok bir yere çıkıyor. tutunacak bir dal, bir çıkış yolu aramışlar ama bulamamışlar. sarıldıkları malzeme bu olmuş. "canını seven bonzai kullanmaz" falan diyorsunuz ya... o adamların öyle sevilecek bir hayatı yok zaten.

    sözlükte türlü türlü antidepresanın altına "hayatımın en kötü döneminde karşıma çıkan müthiş ilaç."diye yazmayı biliyorsunuz... o insanların tüm ömrü sizin "hayatımın en kötü dönemi" diye tanımladığınız şekilde geçiyor, belki de daha kötü şekilde... fakat onların karşısına "çıkıveren" antidepresanlar yok çünkü imkan yok, az buçuk imkanı olana ise yol gösteren yok. onların antidepresanı bonzai olmuş.

    sözlükte bonzai güzellemesi yapanlara bakmayın. bu malzemeyi bilerek ve tercih ederek kullanan insan sayısı çok çok az. buzdağının görünmeyen kısmını, yaşadığı berbat hayattan bir süreliğine de olsa uzaklaşmak isteyen ama cebinde sadece beş lirası olanlar oluşturuyor. çok bir şey istemiyorum; biraz empati kurun, bu insanları ve onları bu hale getiren sistemi de biraz sorgulayın. neyse saat geç oldu, yatayım. siz de uyumadan önce vicdanınızı üzerinize örtün, yoksa kalbiniz soğuyup taş kesiliyor.

  • her kitapçıya gittiğimde hissettiğimdir. bundandır her gidişimde manyak gibi kitap alışım. şu an kitaplığımda en göze çarpan yerde 50 den fazla okunmayan kitap olduğunu görünce satın almaya ara verdim şimdilik bir süre.. liste yaptım okuyacağım ilk on kitap için.

    bir de bunun dergisi, köşe yazarı, takip edilen blogları takip edip okuma vs. de var. bildiğin stres sebebi ancak hayatımdaki en güzel stres. *

  • çocuğunu özel okula veren her ana baba ama özellikle anneler sanki bir tek kendi çocuğu özel, okul ve trafik sadece onlar için yapılmış gibi davranıyor. avrupa'da amerika'da yasalar ve pek tabii medeniyet çerçevesinde asla yapmayacakları şekilde kuralsızca ve pek tabii saygısızca ana arterin ortasında arabası ile duruyor, park ediyor, aracı çalışır halde bırakır dörtlüleri yakıyor vs. napıyorsunuz efendim diye sorarsanız yüzünüze boş bakıyor, bazısı hak ve gururla çocuğumu bekliyorum diyor. istanbul'da net bir şekilde sabah ve akşam okul trafiği diye bir şey var ve sebebi de çocuklarını özel araçları ile okula bırakan ve okuldan alan veliler. yürüyerek kırk dakikada geçilecek yollar araba ile kırkbeş dakikada geçiliyorsa mutlaka etrafında bir özel okul vardır. buna cumartesi günleri kurs - etüt - bale - yüzme gibi türlü aktiviteleri de ekleyebilirsiniz. ülkenin eğitimsizlik ve bilinçsizlik seviyesi arşa ulaşınca pozitif ayrımcılığı hak gören ebeveynlerin davranışları gerçekten göz yaşartıcı.

    eskiden sadece trafik tıkanırdı, şimdi artık can ve mal kayıpları da yaşanıyor. araç ve yaya kazaları yaşanıyor. bu konuyu iletişimle çözemediğinizde pek tabii okul yönetimine, belediyeye, emniyet müdürlüğüne, hatta cimer'e ilettiğinizde aldığınız cevaplar yaşadıklarınızdan çok farklı değil.

    sevgili veliler, sadece sizin çocuğunuz okula gitmiyor ve trafik dediğin şey bu kadar sorumsuzca hareket edebileceğiniz bir şey değil.

    ülke her anlamda içten içe çürüyor, kanunsuzluk ve kuralsızlık kol geziyor onu geçtim insanların kendine ve birbirine saygısı yok ama sorarsan çocuğunu özel okula gönderiyor. kusura bakmayın da bu kafayla siz nesiniz ki çocuğunuz nasıl bir eğitim alıp ne olacak?

  • yaptığı dizilerin friends ile tek benzerliği sit-com olmasıdır. uzaktan yakından alakası yoktur. benzeten insanın sadece iki sit-com izlediğini düşünürüm. friends'te 6 ana karakter varken bu kadının dizilerinde 132 tane karakter vardır. karakterlerin çoğu kaliteli olmakla beraber yaptığı iki dizide de bu karakter bolluğu dizinin boka sarmasına, takip edilemez ve itici bir hal almasına sebebiyet vermiştir. yaptığı iki dizide de modern dünyada yaşamını sürdürmeye çalışan geleneksel türk ailesini işlemiştir diyebiliriz. friends'le alakasını düşünsem düşünsem bulamam. avrupa yakasında babasının muhalebicisini işleten volkan ve dergi editörü kız kurusu adını unuttuğum karakterlerin ya da ev mekanının, dergi ya da muhallebici dekorunun friends ile ne alakası vardır kardeşim. göz var izan var. oturup uğraşsan bulursun, illa ki. geniş aile'de ya da ne bileyim arka sokaklar'da bile bulursun.

  • bizim oğlanda iki sene önce ilkokula başladığında, okulunun koridorundaki satranç köşesinde akran öğrenmesi vesilesi ile bir satranç sevdası yeşerdi. her akşam eve başka bir arkadaşı ile yaptığı maçların hikayeleri gelmeye başladı. bir akşam biz de bir maç yaptık, ben tabi acımam affetmem bak diye önden göz korkutmak için " ortaokulda turnuvada üçüncü olmuştum*" dedim buna. sonra da maçta tokatladım zibidiyi. adam rocky balboa gibi, günden gün iyice kaptırdı kendini.

    önce youtube'da satranç eğitim videoları izledi. bütün taşları, hamleleri, açılışları, terimleri öğrendi. ekran karşısında adeta kung-fu yüklenen neo gibiydi. bir süre sonra satranç uygulamalarına dadandı. evin içinde "vezir gambiti mi hint savunması mı daha estetik?" diye gezmeye başladı. (bkz: #87953133)

    son seviyede artık kasparov'un, karpov'un, carlsen'in eski maçlarını seyretmeye başladı. "orada fil g5'e mi oynanır yeaa?" diye edepsiz yorumlarda bulunuyordu. iş artık 1851'de oynanan maçların hamlelerini ezberlemeye ulaştı. artık hemen her akşam maç yapıyorduk ve beni yeniyor ya da yenemese bile çok zorluyordu.

    pandemi döneminde çocuklara sokağa çıkma yasağı başlayınca, daha önce yüz yüze satranç dersi aldığı bir satranç kulübünün başka bir eğitmeninden çevrimiçi eğitim almaya başladı. skype'taki derste önce öğretmenle tanıştılar. ardından öğretmen muhabbet açılsın diye sordu:

    - ünlü oyunculardan kimseyi biliyor musun?
    + babam var.
    - aaa kim ki?
    + bir kere turnuvada üçüncü olmuş.

    var ya, işte o an, öğretmenin çaresizliğini falan boş ver, kasparov'un carlsen'in tüyleri nasıl ürpermiştir, anderssen ve kieseritzky aynı anda nasıl ters dönmüştür mezarlarında. lan sen bütün satranç külliyatını hatmet ama gelen ilk temel soruda bilal oğlan gibi "babacım" diye mırıldan. yok yani babacı da değil ibiş:

    - deniz, ara tatilde ikimiz ankara'ya gidelim mi?
    + annem de gelsin ben onsuz yapamam çok özlerim.
    - bak ya! siz ikiniz gidin o zaman bence.
    + ee valizleri kim taşıyacak??

  • yedi - sekiz yıl önce, sahip olunan pentium 100 bilgisayarın 20 gigabyte'lık hard diski, norton speed disk ile defragmente edilmeye bırakılmıştır. bu işlem yarım saatten fazla sürecektir. o esnada başka bir işi halletmek için dışarıya çıkılır. eve dönüldüğünde, anne odanızda bilgisayarınızın başında oturmuş, büyük bir dikkatle, hipnotize olmuş halde monitöre bakarken bulunur.

    - anne ne oldu?
    - oğlum şu şeylere bakıyodum, ne zaman durucak diye. (norton speed disk'in blok hareketlerini gösteren renkli minik kutucuklarını kast ediyor)
    - niye ki anne?
    - e dursun da kapatayım, boşuna açık kalmasın diye.

    burada anne, en azından ekranda bir hareket varken, "demek ki bilgisayarın içinde bir işler dönüyor, çalışıyor" mantığını yürüttüğü için takdir edilir. çeşitli yazılımlardaki, yaptığı her haltı grafik olarak gösteren cafcaflı arabirimlerin hikmeti anlaşılır.

    demek ki ucuz bilim kurgu filmlerinde, panellerde o kendi kendine yanıp sönen ışıklar sırf şekil olsun diye orada değildir. o ışıklar hareket etmese, mürettebattan birinin annesi gelip "boşuna açık kalmasın" mantığıyla sistemi kapatacaktır.

  • öncelikle (bkz: #75505701)

    küresel ısınma mevzusu son zamanlarda öyle büyük alarmlar vermeye başladı ki, karbon emisyonu konusunda ülkeler çoktan harekete geçti. fakat küresel bir hareket hala sağlanamıyor, sebebi ise 'tarihsel sorumluluk', sanırım önce bundan bahsetmemiz gerekecek.

    sanayi devrimi ile zenginleşen ingiltere'nin başı çektiği büyük ülkeler için 'küresel ısınma var, fosil yakıt kullanmayalım' demek elbette çok kolay. zira ekonomisi çoktan gelişmiş ve yatırımları farklılaşmış, sürdürülebilir enerji kaynakları yatırımı almış başını gitmiş, sürdürülebilir ekonomileri çoktan kurulmuş ülkelerden bahsediyoruz. bu ülkeler kalkıp 'gelişmekte olan'ülkelere 'tatlım siz de fosil yakıt tüketmeyin, karbon salmayalım, kardeş kardeş yaşayalım' dedikleri zaman çin gibi, türkiye gibi ülkeler de diyor ki, 'tatlım yalnız şuanki berbat durumun sorumlusu sensin, sen dünyaya karbonu bastın ve bugün bu haldeyiz. fakat geliştin. benim de gelişmem lazım' diyor.

    bence hiç bir yere varmayan, uzlaşmadan uzak, saçma sapan bir görüş olsa da haksızlar diyemeyeceğim.

    hal böyleyken 'hadi bakalım artık karbon salmıyoruz' diyemiyoruz ne yazık ki. fakat ne yapıyoruz? karbon ekonomisi geliştiriyoruz. aslında çok basit iki sistem var, bir tanesi ülkemizde uygulanmamasına karşın prensibine aşina olduğumuz 'vergi' sistemi, diğer ve daha ilginç olanı ise 'karbon borsası'. şimdi her iki sistemi de artılarıyla, eksileriyle, etik tartışmalarıyla biraz gözden geçirelim.

    karbona vergi koyan ilk ülke, 1990 yılında finlandiya oluyor. onu norveç ve isveç 1991 yılında takip ediyor ve akabinde pek çok ülke vergi politikalarıyla karbon salınımının azaltılması için kendi çaplarında önlemler alıyorlar. türkiye çevre politikalarına bakacak olursanız, devlet baba size 'akaryakıttan yüksek vergi alıyoruz ki ülkenin karbon salınımını azaltalım' diyecektir. gülüp geçiniz. neden? zira 'karbon vergisi' ile elde edilen bütçe tamamen fosil yakıt ithalatına gidiyor =) normal şartlar altında, diğer ülkelerin yaptığı gibi, bu vergi kumbarasının yenilenebilir enerji kaynaklarına ya da karbon emisyonunu azaltacak teknoloji yatırımlarına gitmesi gerekirdi. boş bir lakırdı anlayacağınız bizdeki 'akaryakıt vergisi', altı tamamen ekonomik çıkarlara dayanıyor. peki teoride yüksek vergi, az tüketimi getirir tamam, bu sistemde problem ne? problem şu, aslında tüketim, öngörüldüğü kazar azalmıyor. finlandiya'da yüksek vergi ile üretilen bir mamul yerine türkiye'de yüksek karbon salınımı ile üretilmiş bir ürün ithal edilerek yine finlandiya'da tüketiliyor. ne oldu? bu sefer bir de lojistik dolayısıyla daha fazla karbon salmış bir ürün tüketmiş oldun. çok tatlı. ülkenin bana göre en vizyonlu iş adamlarından biri olan cem boyner'in bu konuya şahane bir önerisi vardı, her ürünün karbon ayak izini hesaplamak ve satışı sırasında etiketlemek. nasıl ki çikolata aldığınızda arkasında şeker gramajı varsa, bunu da öyle düşünebilirsiniz. bu elbette küresel ısınma bilinci olan kişilerde işe yarayacaktır. özetle: vergi tek başına yeterli bir sistem olmamakla birlikte tüketim bilinci arttıkça verimliliği artacaktır.

    gelelim karbon piyasasına. bu bir hayli ilginç bir konu bana sorarsanız. karbon piyasası nedir? kısaca şöyle anlatalım. örneğin benim bir fabrikam var ve bana 100 tonluk karbon salınım izni verilmiş. ayşe'nin de bir fabrikası var ve ona 300 ton karbon salınım hakkı verilmiş. ben yıl sonunda bakıyorum ki aslında 80 ton karbon salmışım, 20 tonluk karbon hakkım kalmış. ayşe'ye ise 300 ton karbon yetmemiş bile. ayşe bana diyor ki, malmocuğum, sen bana o 20 tonluk hakkını satsana? ben de diyorum ki, tabi yahu, zaten o 20 ton benim 'üretim fazlam' (bu şekilde kabul ediliyor), bari sana satıp para kazanayım.

    ve satıyorum.

    ne oluyor? doğaya 400 tonluk karbon salınmış oluyor. yani ben kotamı doldurmayıp karbon salınımımı azaltıyorum aslında üretimimde. ancak bunu azaltamayan biri gelip benden karbon salınım hakkı alarak kendi sınırlarını aşıyor ve günün sonunda atmosfere salınan karbonda bir değişiklik olmuyor. üstelik, daha da saçması, günümüzde o kadar çok 'üretim fazlası' karbon salınım hakkı çıkıyor ki ton fiyatları anormal derecede düşük oluyor. örneğin, atmosfere bir metrik ton karbon salmanın maliyeti 20 dolarken (doğaya verdiği zarar baz alındığında ücret bu çıkıyor), piyasadaki karbon salınım fazlası nedeniyle bu ücret karbon borsasında 5 dolarlara kadar düşüyor. saçmalığın farkında mısınız?

    çözüm nedir?

    kotaların kısılması elbette. bunu kime sorsanız söyler, fakat koskoca borsalar nasıl oluyor da bunu düşünemiyor diyebilirsiniz. düşünüyorlar. fakat ne yazık ki radikal kararlar alamıyorlar. karbon metrik tonunun ücretine alt limit koymaktan öteye gidemiyorlar.

    türkiye'de karbon borsası da yok. ismini tahmin edebileceğiniz birkaç büyük holding gönüllü olarak bunu şuan kendi aralarında deniyorlarmış, öte yandan dünya bankasının da türkiye'de karbon borası başlatılabilir mi hedefinde yaptığı bir inceleme varmış. fakat benim ülkeye dair inancım sıfır. nedenini türkiye'nin karbon politikaları nezdinde daha sonraki bir entryimde açıklayacağım.

    kahvenizi, kırmızı etinizi, avokadonuzu filan azaltın, şu kaloriferlerinizi de az kısın arkadaşlar be. valla bak.