hesabın var mı? giriş yap

  • atm'ye giderken uygulamadan çekeceğiniz miktarı vs ayarlarsınız. sonrasında geriye sadece atm ekranındaki qr kodu okutmak kalır. atm'ye dokunmazsınız bile ve 10 saniye içinde parayı çekmiş olursunuz.

    keşke herkes kullansa da atm önlerindeki kuyruklar yok olsa.

  • kızılok ve ortaçgil'in klasikleşen şarkılarının ötesini yeni yeni keşfettiğim bir dönemde tesadüfen bir arkadaşım "bak, bu albümü çok seversin, ikisi beraber hazırlamış" diyerek bana kasetten çekilmiş bir cd vermişti. ses kalitesi pek kötüydü. kaset hışırtıları bazen rahatsız ediyordu. ama şarkıların kalitesine hayran kalmıştım. biraz da şaşırmıştım: kızılok ve ortaçgil beraber albüm yapacak ama benim bu albümden haberim olmayacak ve bu albüm popüler olmayacak. tabii o zamanlar bu ikilinin çekirdek sanat evi macerasını, bir darbe döneminde müzisyenlerin özgürce müzik yapabilmesi için verdikleri çabaları, bu albümün aslında ikilinin ikinci ortak çalışması olduğunu, albümün sadece kaset formatında kalıp çok yayılma fırsatını yakalayamadığını bilmiyordum. bugün artık internette bilgiye ulaşım daha kolay, yaklaşık 10 yıldır bu albüm cd olarak bulunabiliyor, online müzik dinleme platformlarında da albüm yer alıyor. e o zaman bir zamanların gizemli ve muhteşem albümüne bir bakalım. niye çıkmış? ne şartlarda yayınlanmış? sonrasında neler olmuş?

    fikret kızılok, 1960'ların ortalarında bir gitarist olarak başladığı müzik hayatında duru sesi ve kendi şarkılarını yazabilme yeteneği ağır basınca solo kariyerine adım attı. birkaç deneme yanılmadan sonra 1960'lar biterken oldukça sade düzenlemeli, folk tarzında yaptığı besteleri ve türkü yorumları yayınlamaya başladı. anadolu rock o dönem hem vokal hem düzenleme anlamında çok sert ve güçlüydü. belki de kızılok şarkılarının daha naif havası onun büyük bir başarı kazanmasını sağladı. büyük liste başarılarının üst üste geldiği birkaç yıldan sonra ise çıkardığı şarkılar temalar ve düzenlemeler olarak birbirinin benzeri olmaya başlayınca o başarı biraz azaldı. kızılok, tehlikeli madde adlı bir grup kurarak müziğinde farklılığa gidip, klavyeyi müziğine soktu ama kızılok bir grupta uzun süre çalacak bir insan değildi. müzikal yazma denemeleri, nazım hikmet şiirlerine beste yapma gibi denemeleri de istediği desteği görmedi. 1970'ler biterken ve ülkenin politik havası gerilirken, müzik de daha politik hale geliyordu. kızılok da böyle bir ortamda artık müzik anlamında yeni bir şey veremeyeceğini düşünerek kepenklerini kapattı ve diğer mesleği diş doktorluguna geçti.

    bülent ortaçgil de kızılok'tan birkaç yaş daha genç bir müzisyen olarak kariyerine 1960'ların sonlarına doğru kurduğu küçük okul gruplarında başladı. kızılok'un ve dönemin havasının ters yönüne ilerleyen ortaçgil, önce ingilizce besteler konusunda uğraştı, daha sonra ise anadolu rock ile hiçbir teması olmayan, hatta türk müziğinde daha önce hiç değinilmemiş bir konu olan şehirli insanların iç dünyasına değinmeyi tercih etti. kendini de anonimleştirmek için sadece "bülent" adını kullanarak ülkenin en önemli albümlerinden haline gelecek benimle oynar mısın?'ı yayınladı. bu sade, naif, hem çocuksu hem düşünceli şarkılar elbette albümün hiç satmamasına neden oldu. ortaçgil de bu müzik dünyasına herhangi bir şey veremeyeceğini düşünerek kepenklerini kapattı ve diğer mesleği olan kimyagerliğe geçti.

    ama ne kızılok ne ortaçgil kendi dünyalarında müzikten kopmuştu. ikisi de şarkılar besteliyor ama bunları kendilerine saklıyorlardı. 1980 darbesi ile anadolu rock da politik rock da silinmişti. köyden şehre göçle beraber değişen büyük şehirlerin demografisi ile paralel olarak büyüyen arabesk, bu yeni kitlenin sesi oluyor, en baba popçular bile dümeni arabeske kırıyordu. piyasada şehirli, eğitim düzeyi daha yüksek, darbeden hoşnut olmayan ama pusturulmuş bir kitlenin seveceği bir tarzın ya da şarkıcının olmaması bir boşluk yaratıyordu. kızılok, 1970'li yıllardaki popüleritesine güvenerek ama çok daha farklı bir tarzda bir albüm olan zaman zaman'ı yayınladı ve albüm tam da arayış içindeki bu bahsettiğim kitleye hitap etti. albümün gördüğü ilgi kızılok'u müziğe devam etmesi için heyecanlandırdı. zaten idealist bir insan olan kızılok hem müzik şirketlerinin baskısı hem de darbenin baskından da bıktığı için tamamen özgür olarak müzik ile uğraşacağı bir ortam kurmak istiyordu. kızılok'un o dönemde yolu ortaçgil ile kesişti. ikili müzik hakkında konuşurken kızılok'un fikirleri, müzik yapmak için uygun ortam arayan ortaçgil'in aklına yatmıştı. böylece bu projeye beraber başlamak istediler ve çekirdek sanat evi kuruldu.

    konsept çok basitti. sanatçılar, tamamen canlı enstrümanlara dayalı performanslarını çekirdek sanat evi'nde sergileyecekler. kızılok ve ortaçgil de bu performansları teybe alacak ve gelenlere hediye edecek. böylece ülkede hem canlı müzik kültürü oluşacak, hem yeni sanatçılar sahne fırsatı bulabilecekler, kayıt için müzik şirketlerine gerek kalmayacaktı. erkan oğur, gündoğarken, ezginin günlüğü ve yeni türkü, çekirdek sanat evi ile yolu kesişip, daha sonra ana akımda da başarı kazanacak isimlerdendi. bu dönemde kızılok ve ortaçgil de beraber şarkılar çalıp söyledikleri dinletiler veriyorlardı. ikili beraber beste de yapmaya başlamıştı. ortaklıklarının manifestosu olan bizim şarkılarımız'ı da içeren biz şarkılarımızı çekirdek'ten çıkan ilk kızılok ve ortaçgil çalışması oldu.

    o dönem ülkenin müzik ortamının en büyük problemlerinden biri "korsan kaset"lerdi. bir albümün başarısı anlatılırken "kaset 1 milyon sattı, korsanlarla 3 milyon olmuştur o" gibi cümleler kullanılıyordu. bu korsan kaset problemini çözmek için 1986'da bandrol yasası çıkarıldı. artık plak şirketleri kültür bakanlığı'ndan bandrol alıp, kasetlerin üstüne yapıştırmak zorundalardı. aslında iyi bir amaç ile getirilen yasa maalesef çekirdek'in çalışmalarını bir anda illegal hale getirmişti. oldukça basit yöntemlerle hızlı kaset kaydedip çıkaran çekirdek, aynı hızla bandrol alamazdı. bu nedenle çekirdek sanat evi, yavaş yavaş piyasadan bağımsız sanatçılar için profesyonel albümler çıkaran bir platform haline dönüştü. bu platformun da ilk ürünü pencere önü çiçeği oldu.

    pencere önü çiçeği albümünde bu kayıtların 1986'da çekirdek sanat evi'nde verilen konserlerden derlendiği yazılsa da ben hala buna inanmakta güçlük çekiyorum. çünkü albümün kaydının kalitesi, "biz şarkılarımızı"na kıyasla kat be kat iyi. ayrıca o albümde seyirci sesleri duyulsa da bu albümde seyirciden bir çıt gelmiyor. ayrıca şarkılarda ufacık bile hata duymuyorum. bu nedenle albüm gerçekten konser albümü ile cidden helal olsun. albüm neredeyse tamamen akustik enstrümanlarla kaydedilmiş. zaten epi topu üç kişi var albümde. vokal ve gitarda kızılok ve ortaçgil. bir de akustik, elektro, bas ve perdesiz bas gitarlarda erkan oğur. buna rağmen şarkılar hiç cılız duyulmuyor. hatta bu tarz albümlerde belli bir yerden sonra şarkılar birbirlerini andırır ama burada her şarkının bence kendi bir kimliği var. ayrıca albüm kızılok ve ortaçgil'in o döneme kadar bilmediğimiz yönlerini gösteriyor. kızılok, klasik türk müziğinden ilk kez bu kadar uzak duruyor. ayrıca ileride fazlasıyla dalacağı politik taşlamalara ilk adımlarını bu albümde atıyor. ortaçgil'in ise ilk albümündeki çocuksu ve naif üslubunun yerini daha ciddi ve gerçekçi bir tarz aldığını görüyoruz. ikilinin aralarında paslaşmaları da güzel. kızılok, ortaçgil'in daha şehirli sözlerini okurken, ortaçgil'in de politik taşlamaları dillendirdiğini duyuyoruz. çok da uzun bir albüm değil. uzunluk olarak oldukça tadında.

    albümün açılışını olmasın varsın yapıyor. yukarıda darbeden bahsettim. darbenin en doğrudan etkilediği isimlerden biri elbetteki bülent ecevit olmuştu. darbeden önceki son seçimde "karaoğlan" ecevit'in chp'si %41 oy almış ama buna rağmen mecliste çoğunluğu sağlayamayınca başbakan olamamıştı. ancak 1978'de güneş motel vakası sayesinde başbakanlığa gelebilen ecevit'in sağlam temellere dayanmayan hükümeti birkaç ay sonra ara seçimlerde süleyman demirel'in oy oranını arttırması ile düşmüştü. 1980 darbesiyle ise ne demirel ne ecevit kaldı. ortaçgil ve kızılok'un çekirdek yıllarında ecevit, bir zamanların umudu olmaktan çok uzak bir devrik liderdi. ecevit'ten politikacılığını aldığımızda da geriye şairliği kalıyor elbette. kızılok, ecevit'in siyasi görüşüne yakın olduğu gibi şairliğine de ilgi duyuyordu. kızılok, 1970'lerde, hem de kıbrıs barış harekatı'ndan çok kısa süre sonra, ecevit'in türk - yunan şiiri'ni bestelemişti. şarkı bu albüme kısmetmiş. keza albüm kapağında yazdığına göre, şarkının oy kaybettirme ihtimali olduğunu düşünen ecevit kaydın yayınlanmasına uzun süre izin vermemiş. ama artık oy kaybı derdi olmayan ecevit tabii ki bu albüm için izin istendiğinde olumlu yanıt vermiş. şiirin türk yunan dostluğu teması şarkının içinde çift gitardan gelen buzuki havasına yedirilmiş. ortaçgil ve kızılok'un bir önceki konser albümünde bulunan kızılok'un katerina yorumunda kızılok'un yunan müziğine yatkınlığını zaten görmüştük. bu şarkının ikinci yarısında erkan oğur'un perdesiz gitarı o buzuki havasının yanına anadolu'dan nameler ekliyor. o kadar da inanılmaz oluyor ki. kızılok'un vokali her zamanki gibi kusursuz. sıla, hasret, özlemi anlatacak kadar hüzünlü, dostluğu anlatacak kadar sıcak. kızılok, bu şarkıyı yazdığı dönemde bir başka ecevit şiiri bach sonatı'nı da besteleyip, ecevit'in huzurunda trt'de çalmıştı. hatta çekirdek dönemi'nde "biz şarkılarımızı yarıştırmayız tazı gibi" demesine rağmen, o dönem bach sonatı ile eurovision'a katılmak için ecevit'ten izin istemişti. o şarkı maalesef hiçbir stüdyo albümüne giremezken, "olmasın varsın" çok iyi bir düzenleme ile iyi ki bu güzel albümün en başına eklenmiş.

    ortaçgil'in bugün baktığımızda en önemli şarkılarından biri olan değirmenler, albümün ikinci şarkısı olarak karşımıza çıkıyor. aslında şarkı ilk kez "sen, ben ve değirmenler" olarak rüzgara söylenen şarkılar dinletisinde ortaya çıkmıştı. işin ilginci, bu albümde "değirmenler"i ortaçgil'in değil kızılok'un söylüyor olması. başka şarkıcıların şarkılarını neredeyse hiç söylememiş kızılok'un bir ortaçgil şarkısı yorumluyor oluşu kendi başına çok hoş bir durum. kızılok'un ortaçgil'den daha iyi bir vokalist olmasından ötürü de bu tercih kulağa çok iyi geliyor. yine de nakaratlarda ortaçgil'in geri vokali oldukça belirgin. böyle efsanevi şarkılar hakkında ne denir bilmiyorum aslında. şarkı boyunca farklı farklı gidişleri dinliyoruz. zaman durmadan ilerliyor. dostlar gidiyor. kuşlar gidiyor. uçurtma gidiyor. bir tek iki kişi değirmenlere karşı direniyor, "sen ve ben". ama onlar da yitip giden bir savaşçı. bu savaşı kaybeden ikili de dereler gibi denizlere gidiyor. ama en güzel mısra nakaratı bitiren mısra: "belki de en güzeli böyle". hayat durmadan ilerliyor, çünkü hayatın kanunu bu. bunu kabullenip tadını çıkarmak en iyisi. mesela kızılok'un şarkı sonundaki iç çekişi ve erkan oğur'un mükemmel solosunu dinleyerek geçip giden zamanı iyi bir şekilde kullanabiliriz. değirmenler'in birçok versiyonu var ama benim için en iyi versiyonu hep bu olacak çünkü "en güzeli böyle".

    ama yine de benim için albümün en iyi şarkısı güneşin aynasında. kızılok ve ortaçgil'in ortak üretimi olan bu şarkı hem müzikal hem söz olarak çok güzel. giriş melodisi çok hoş. sadece giriş de değil. erkan oğur'un şarkı boyunca arka planda çaldığı küçük pasajlar ve şarkı biter gibi yapıp bitmedikten sonra gelen solo da çok hoş. insanın eline akustik gitar alası geliyor. ama alsa ne olacak. erkan oğur'dan çıkan sesi en baba gitardan çıkarmak zor. vokalde yine kızılok oldukça başarılı. ortaçgil'in geri vokali de yine çok uyumlu. sözlerde hafiften bir gizem var bence. şarkının ana karakteri düşünüyor, şarkıyı dinleyen düşünüyor. hatta bir bilmece de var şarkının içinde: "bil bakalım sen nesin?". şarkının ilk kısmına bakınca bunun cevabı "bir sevgili" gibi geliyor ama bence bu doğru cevap değil. çünkü bu sorunun olduğu kıtada basit bir aşktan daha büyük bir şeyin ipuçları var: "kalemin yasaklarında, çalışan parmaklarında ve ağaran saçlarında tutsak bir düşüncesin". şarkının girişinde "güneşin aynasında ben" mısrası da şarkının sonunda "güneşin aynasında biz"e dönüyor. bu "ben"den "biz"e dönüş de bir ipucu. benzer bir tema ortaçgil'in sen varsın şarkısında da vardı. benim için iki şarkıda da daha özgür, daha dost bir ülkenin özlemi var ama elbette ki yoruma çok açık bir şarkı bu. "ben bunları düşünmek istemiyorum" diyenler için de bir müzik ziyafeti var. daha ne olsun?

    bir önceki şarkı politik olabilir ama albümün dördüncü şarkısı uyusun da büyüsün ise değerleri darbe sonrası hızla değişen toplumu anlatmakta. aslında "iyi uykular türkiyem (!). anlayana..." muhalifliği ile aram iyi değil ama bu şarkının ismine rağmen bu tarz bir muhalefetten çok farklı olduğunu kabul etmem lazım. mesela şarkının girişini çok seviyorum. herhangi bir çocuğun sıradan hayatını anlatan kelimeleri sıraladıktan ve "ve de ciklet" diyerek bitirdikten sonra birden bire "hoppala yavrum, coca cola"yı duyuyoruz. hoppala, çünkü o zamana kadar coca cola, bir çocuğun hayatında yoktu. 1986 yılında coca-cola ve fanta'nın ilk kez 330ml'lik teneke kutularda piyasaya çıkması elbette tesadüf değildi. şarkıdaki "çokonat'ın lezzeti bambaşka" sözü de coca-cola ile birlikte reklamların hayatımıza ne kadar dahil olduğunun bir göstergesi. çokonat jingle'ını ortaçgil ve kızılok'un eski dostları mfö'nün yapması da hayatın bir ironisi. darbe sonrası müzik kültürü de dönemin en ünlü isimlerini sıralayarak çok doğrudan yansitilmis. arabesk, arabeskleşmiş türk sanat müziği ve yabancı sözlü pop müzik dönemin furyaları olarak sıralanıyor. playboy da dönemin önemli trendlerinden. türkiye'de erkekçe, bravo, playmen ve gözde kadın dergileri büyük tirajlar yakalayınca playboy dergisi de 1985 yılının sonunda türkiye pazarına giriyor. futbol da elbette ülkenin en büyük eğlencelerinden biri. 70'lerin sonu 80'lerin başında yabancı futbolcu sayısında kısıtlamalar olsa da 1980'lerin ortalarında yabancı futbolcular tekrardan ülkeye gelmeye başlıyor. gerçi kızılok ve ortaçgil'in saydığı üç yabancı isimden ikisi teknik direktör ama olsun. "darwin, hacı hoca" derken bence doğrudan adnan oktar'a gönderme var keza oktar ilk kez 80'lerin ortalarında kendini göstermeye başlıyor. bir de tabii bu kadar materyalist bir toplumda eğitimin de artık bir at yarışına çevrilmesine de gönderme var. "ne sağcı, ne solcu, doğramacı, macuncu" derken de yök'ün ilk başkanı olarak üniversiteleri apolitik hale getirme çabalarının sembol ismi ihsan doğramacı'yı da bir anmışlar. 3 dakikalık şarkıda daha fazlası da var ama bu kadar yeterli. bu temalar daha sonra kızılok albümlerinde karşımıza sık sık çıkacak ve bu şarkıyı ninni ismiyle olmuyo olmuyo albümünde oldukça kötü bir düzenleme ile dinleyeceğiz. ilginçtir ki ortaçgil de bu şarkıyı konserlerinde söylemekte. biraz garip duruyor ama neden olmasın? müzikalitesinden pek bahsetmedim ama şarkının matrak havasına matraklık katan kazoo solosuna değinmek lazım. bu şarkıdan önce hiçbir türk şarkısında kazoo duyduğumu sanmıyorum. onun dışında oldukça sade, şarkının sözlerini öne çıkaracak bir düzenlemesi var.

    şimdi kasedin diğer yüzüne dönelim. bizi ortaçgil'in vokali ile bir nihavend yalnızlık karşılıyor. ortaçgil'in betimlemeleri, öyküleri her zaman farklı ve güzel. bunda hem fikiriz. ama bu şarkı şarkıdaki kişinin iç dünyasına ek olarak, bu kişinin bulunduğu çevreyi de bence muazzam betimliyor: gazeteler, manav, kapı, tas, eski sinemalar, takvim yaprakları ve daha fazlası. bu nedenle şarkıyı ne zaman dinlesem kafamda eski ahşap evlerin bulunduğu bir mahalle canlanıyor. ancak kelimelere çok iyi hükmeden bir insan bu hissiyatı yaratabilir. mesela "elim cebimde" değil de "cep elimle dolu" tabirini kullanıyor ortaçgil. ne kadar güzel, ne kadar yeni, değil mi? ana karakteri çevresinden izole etmemesine rağmen, şarkının "kanımca her şey boşuna" diye bitmesi ve bunun hissettirdiği yalnızlık çok etkileyici. bu kabullenmişlik, benim için "değirmenler" ile bir bağ kurmakta. etrafında çok şey oluyor gibi gözükse de aslında hiçbir şey olmayan karaktere çok iyi ses veriyor ortaçgil. kızılok'un geri vokali de leziz. oğur da şarkıyı yine çok tatlı melodilerle doldurmuş.

    pencere önü çiçeği, bana "bir nihavend yalnızlık"ın bir adım ötesi gibi geliyor. yine bir ev, yine yalnız bir karakter. ama pencere önü çiçeği çok trajik bir hikaye. bu hikayeyi ortaçgil'e yazdıran ilhamın nereden geldiğini dinlemek isterdim. şarkı ailesi tarafından bilinçli bir şekilde evde tutulan bir kızdan (ya da erkekten ama ben hep kız diye düşünürüm) bahsediyor. pencerenin berisinde her gün güzel yemekler, içecekler vardır. çok güzel kitaplar okur, güzel kıyafetleri vardır. e bu güzel bir şey. pencerenin ötesinde zorlu rüzgarlar ve haylaz çocuklar vardır. bu sayede kızımız ne kıvrılır ne koparılır. e bu da güzel bir şey. ama pencerenin ötesinde kötü olduğu kadar iyi de vardır. ansızın yağmur yağar ama gökkuşağı da vardır. farklı insanlar, farklı çiçekler vardır. sabahlar dipdiridir pencerenin ötesinde, bahar insanın içine kıpırtılar doldurur. hele gece olduğunda pencerenin ötesinde insanlar ay ışığının keyfini çıkarır, pencere önü çiçeği ise ancak yapay bir lambanın keyfini çıkarmaya çalışır. ne kadar anlamlı sözler. müzik de sözler kadar yumuşacık. belki öykü şarkının müziğinin önüne geçiyor ama erkan oğur, yıllar sonra şarkıyı enstrümantal olarak yorumlayıp müziğinin güzelliğini de başarı ile vurgulamıştı. onu da kaçırmamak lazım.

    "pencere önü çiçeği"nde entelektüel kelimesini duymuştuk. şimdi ise bu şarkıda entelektüel kavramına biraz daha dalıyoruz. 1980'lerde başlayıp günümüze kadar gelen bir tartışma aslında bu: "entelektüel kimdir? entel nedir?". benim garibime giden o dönem herkesin entellerle dalga geçmesi. bu şarkı entelektüellere takılıyor. sonra cem karaca, yarım porsiyon aydınlık ile entelle dalga geçiyor. ahmet kaya, entel maganda diyor. üşenmedim baktım, zülfü livaneli de entelleri eleştiren, entel kadroların ona saldırdığını söyleyen bir makale yazmış zamanında. e sen değilsen, ben değilsem, kim bu entel? neyse, bu şarkıyı dinlemek çok zevkli çünkü sözleri pek ilginç. müzik olarak da erkan oğur'un elektro gitarı şarkının gerçek havasını veriyor. ama gel gelelim bu şarkı tam olarak ne anlatıyor, bilmiyorum. bu kadar anlamsız olması elbette dolu gözüken ama aslında bomboş konuşan entelektüeli eleştirmek için bilerek yapılmış olabilir. daha doğrudan göndermeler de var. mesela entelektüelin içtikçe filozofluğu bırakıp hanımefendilere yazmasını anlattığı kıta pek açık. bir de tabii ki ülkenin entelektüelinin düştüğü hali düşünerek saçları beyazlayan karakterimizi son kıtada görmekteyiz. şarkı kızılok ve ortaçgil'in ortak çalışması olsa da ve şarkıyı ortaçgil söylüyor olsa da konu ve üslup olarak tamamen bir kızılok şarkısı bu. keza bu şarkıyı da kızılok, olmuyo olmuyo albümünde yeniden yorumlamıştı. hatta sözleriyle oynamalar yapmıştı. düzenleme hala çok kötü olsa da ritmi ve yeni sözleri aslında iyiydi. bu iki versiyonun karışımından ortaya çok iyi bir şarkı çıkabileceğini düşünüyorum.

    albümün son şarkısı şarkıdaki maymun. şarkıyı sözsüz dinle, dersin ki "ah ne kadar romantik, hoş bir şarkı. şu kemanın güzelliğine bir bak". bu arada kemanı çekirdek müzik okulu öğrencilerinden biri çalmış. çok kompleks bir pasaj değil, yani bir öğrencinin bunu çalıyor olması çok şaşırtıcı değil. ama keman, şarkının havasına çok iyi gitmiş ve doğru yerde doğru notaları şarkıya eklemiş. ama sözler acı biberden acı. ajda pekkan'ı hedef alan şarkı söz olarak çok sert. hatta yanlış hatırlamıyorsam ortaçgil, "biraz abartmışız" tarzı bir yorum yapmıştı bu şarkı hakkında. haklı. şarkı da aslında eleştirdiği konuda haklı. türk müziğine sadece görünürde katkıda bulunan ama aslında için boş bir müziği ve bu şarkıcının tüketime, alışverişe dayalı imajını eleştiriyor. ama kızılok'un dilinin de pek kemiği yok. hadi "maymun" kısmını geçtim. "oysa gerçekte bir maskarasın", "gerilmiş bir dümbelek", "bomboş kafandaki zindan" gibi oldukça ağır tabirler var. ama ajda pekkan'ın o dönem yurtdışında tanınma çabaları ve bunun başarısız olmasına rağmen medya tarafından pohpohlanması, bu çabalar süresince ülkenin tanıtımı için ya da ülkenin yararına hiçbir şey yapılmaması, halktan kopukluk ve üstten bakma gibi konular doğrultusunda doğru eleştiriler var. en sevdiğim kısmı da fransızca şarkılar yapıp, türkçesinin içine bilerek fransızca kelimeler atan ajda pekkan'a nazire yaparak kızılok'un bir kıtayı fransızca okuyup, pekkan'ı bir de fransızca eleştirmesi. bence çok karizma bir hareket bu. aslında ben de ajda pekkan'ın şarkılarını seviyorum. hatta bir günah gibi bence çok iyi bir şarkı. ama fikret baba bu. öyle kolay karşı çıkılmaz. sözler ne kadar sert olsa da müziğe öyle bir oturtmuş ki ne dese dinlenecek bir şarkı ortaya çıkarmış.

    pencere önü çiçeği, kızılok ve ortaçgil için çok verimli bir dönemin zirvesiydi. bundan sonra kızılok ve ortaçgil'in müzikal ortaklığı farklı bir şekle döndü. ikili, çekirdek'in genç şarkıcılarının stüdyo albümlerinde işin mutfağında yer almaya başladı. bir yandan prodüktörlük yaparlarken birçok yeni kızılok ve ortaçgil şarkısı bu kasetlerde ilk kez dinleyicilerin kulaklarına farklı seslerden ulaştı. ama prodüktörlük, kaset basmak, tanıtımı, masrafları derken bu ortaklığın rengi değişmeye başladı. ikili de yollarını ayırmaya karar verdiler. kızılok'un ölümüne dek de herhangi bir yerde bir araya gelmediler ya da geleceklerine dair en ufak olumlu bir sinyal göstermediler. kızılok, 1989 tarihli yana yana ile bir kez daha büyük kitlelere ulaştı. ama kızılok bu kitleleri yine elinin tersiyle itti ve 1990'ların ilk yarısında huysuz bir ihtiyar olarak oldukça politik ve didaktik çalışmalar yapmayı tercih etti. sonra da inzivaya çekilip, 2001'de aramızdan ayrıldı. ortaçgil ise hiçbir zaman büyük kitlelere ulaşmadı, hiçbir zaman çok sivri bir politik kimliğe de bürünmedi. aşka, hayata, yalnızlığa, mutluluğa dair şarkılardan oluşan albümlerini 90'lar boyunca arka arkaya yayınlayarak oldukça güçlü, kemik bir kitle elde etti. yıllar yıllar sonra kızılok ve ortaçgil'in trt'de yaptığı çocuk programının görüntüleri internete düştü ve 2007'de büyükler için çocuk şarkıları yayınlandı. böylece kızılok ve ortaçgil ortaklığının bambaşka bir yüzüne de şahit olma şansı yakaladık. şimdi bakınca kızılok ve ortaçgil gibi iki dev ismin bir araya gelip bir süre beraber çalıştığını görmek heyecan verici. ama olayın aslı elbette bu değildi. bu ortaklık, müzik dünyasından tokatlar yemiş iki idealistin kurak bir çöle ektiği tohumların küçük bir ormana dönme hikayesiydi. pencere önü çiçeği de bu ormanın belki de en güzel ağacıydı.

    5/5 verdim gitti.
    albümü en iyi anlatan şarkılar: güneşin aynasında, pencere önü çiçeği, entelektüel

  • başta şempanzeler, goriller, orangutanlar ve gibonlar olmak üzere diğer primatlarla aramızda ortak olan sayısız paydadan biri.

    insan, saydığım diğer primatlarla ortak atadan türemiş bir hayvan ve her ne kadar evrim süreci boyunca iki bacağı üzerinde dik durabilme yetisinin yanında iki ayak üzerinde yürüyebilme ve koşabilme yetisini de kazanmış ve bunda zamanla ustalaşmış olsa da, dört ayak üzerinde yürüyen atalarının izlerinden tamamiyle arınmış değil. bir primat olan insan, bugün dört ayak üzerinde yürümüyor belki ama iki ayak üzerinde yürürken bile dört ayak üzerinde yürüyen kuzenleriyle aynı uzuvsal hareketi yapmaya devam ediyor.

    primatlar, "sağ bacak + sol kol" --> "sol kol + sağ bacak" şeklinde formülleştirilebilecek çiftli bir kombinasyona göre yürüyorlar. kediler ve köpekler gibi "quadrupedal", yani dört ayak üzerinde hareket eden diğer pek çok hayvan türü ise "sol kol" --> "sağ bacak" --> "sağ kol" --> "sol bacak" şeklindeki tekli bir nizama göre yürüyorlar.

    bu hareketleri görselleştirmek için, bundan yüz yıl kadar evvel ardışık hayvan hareketi fotoğrafları çekmeye başlayarak sinemanın mimarlarından biri olduğu gibi evrimsel biyoloji çalışmalarına da çok kıymetli materyaller sunmuş olan eadweard muybridge'e danışabiliriz. misal, bu ardışık fotoğraf dizisi, muybridge tarafından çekilmiştir ve bir primat olan bir babunun yürüyüşünü göstermektedir. bu fotoğraf dizisinde ise koşmakta olan bir insanı hareket halinde görüyoruz. görüldüğü gibi, evrim ağacının aynı ana dalını paylaşan birer ara dal olan babunlar ile insanlar, aynı uzuvsal yasaya göre hareket ediyorlar. bu yasaya göre bir primat, sağ bacağıyla eş zamanlı olarak sol kolunu ileri taşıyor ve yerle temas ettiği zaman aynı işlemi sol bacağı ve sağ kolu ile tekrarlıyor.

    şimdi bir de, genetik anlamda ancak uzaktan akraba olabileceğimiz diğer hayvanların hareketlerine bakalım:

    bir at,
    bir keçi,
    bir kedi,
    bir inek,
    bir fil.

    bu ardışık fotoğraf dizilerinde gördüğümüz dört ayaklı hayvanları hareket anlamında biz primatlardan ayıran, onların arka ayaklarını yürümek için kullanırken ön ayaklarını, yani kollarını yürümek dışında bir amaçla kullanamıyor oluşları. misal, bir insan iki ayağı üzerinde yürürken ellerini kullanıp su içebiliyor. aynı şekilde bir şempanze, iki ayağı üzerinde yürürken ellerini kullanıp muz yiyebiliyor. primatların omurga yapıları ve kemiklerinin dizilimi bunun için uygun pozisyonda. fakat atlar, keçiler, kediler, inekler ve filler, ancak dört ayak üzerindeyken hareket edebilen hayvanlar. bunu, bu hayvanlar ile primatların el-ayak yapılarını karşılaştırarak da görebiliyoruz. bu hayvanlar, böyle bir durumda oldukları için yürürken üç bacaklarını yerde bulunduruyor, ancak tek bacaklarıyla ilerleyebiliyorlar. insan haricindeki diğer primatlar ise "sağ kol + sol bacak" gibi çaprazlama uzuv çiftleri kullanarak hareket edebiliyorlar.

    bir başka deyişle, uzuv kullanımı açısından "diğer dört ayaklılar < insan haricindeki primatlar < insan" şeklinde bir sıralama yapabiliriz. zira insan, diğer primatlardan ayrı olarak "dört ayaklılık"tan kurtuluşu yansıtıyor. gelişmiş bir alet kullanma becerisine sahip olan insan, yürüdüğü sırada kollarını özgürce kullanabildiği için doğadaki diğer türler karşısında da avantaj yakalamış oluyor.

    entry'nin başında da belirttiğim gibi, çaprazlanmış çiftler halindeki bacak-kol salınımımız, dört ayaklı atalarımızdan kalan bir miras olarak varlığını sürdürüyor. dahası, bu miras, yürüyüş ve koşu sırasında bize kolaylık sağlayan bir fonksiyon vazifesi de görüyor. 2009 yılında cosmos magazine'de yayınlanan bir makaleye göre, kollarımız sallandıkları sırada yürüyüşümüze %12 oranında bir efor kolaylığı sağlıyorlar. kulağa küçük bir miktar gibi gelen bu oranın, 10 kg'lık bir sırt çantasına eş değer bir yükü ortadan kaldırdığı belirtiliyor. yakın zamanda the journal of experimental biology'de yayınlanan bir makaleye göre ise, koşarken kollarını sallayan bir insan, kollarını arkasında sabit tutan bir insandan %3, kollarını göğsünde birleştiren bir insana kıyasla %9, kollarını başının üzerinde birleştiren bir insandan ise %13 oranında daha az enerji harcıyormuş.

    bu bilgiler ışığında insanın sokağa çıkıp elini-kolunu sarkaç gibi sallaya sallaya dolaşası, koşturası geliyor.

  • yaşım daha küçükken behlul ve bihter arasındaki tutkuyu,heyecanı,toksikliği,abartılı cümleleri, kavgaları aşk zannederdim.büyüdüm ve bir kez daha izledim.gerçek aşkın peyker ve nihat arasındaki uyum, yormayan tutku,arkadaşlık, ne olursa olsun birbirinin arkasında durma,saygı olduğunu anladım.
    edit:ilk defa bir entrym debeye girdi...

  • kuşları ürkütmeyecek kadar ponçik, dolar tahminleri yapacak kadar ekonomist. hmmm kızlar eklesin mi yani ?

  • ismi yadırganan film. ilk film gibi bunun da ismi arabesk bulunuyor. iyi de behzat'ın kendisi zaten arabesk? adam araba arkasında yazı görüp sevdiği kadına sms atıyor, filmin ismi de "rise of the dark machines" olmayacak elbette.

    aslında ingilizce düşününce; "007: london burns" diye film çekseler salyanız aka aka izlersiniz sofistike ibneler sizi...

  • sıfır atık için yapılabilecek en iyi tatlı diye övdükleri limon tatlısı sıfır atık falan değildir. mehmet şef limon kabuklarının en az 60 derecede bir gece pişirilmesi gerektiğini söyledi. bir gece boyunca(8 saat diyelim) bir fırının harcadığı elektrik enerjisi doğaya çok daha fazla zarar veriyor. o kabuğu sıfır atık derdine pişirmek yerine çöpe atarsanız doğa için daha faydalı bir iş yapmış olursunuz.