hesabın var mı? giriş yap

  • olay bakırköy-taksim sarı dolmuşlarında geçmektedir ...
    thug love cep telefonu ile bir arkadaşı ile mesajlaşmaktadır ...

    thug love: tl
    psikopat yolcu : py (30 yaşlarında iyi giyimli bir bayan)
    dolmuş şöförü: kaptan

    tl mesaj yazmaktadır ..
    py: başka zaman yapsan olmuyo mu o tıktık ı ?
    tl: buyur?
    py: kapat şu telefonu yaa
    tl: ahah size mi soracam hanfendi ne diyosunuz yaa
    py: telefonu kapat dedim rahatsız oluyorum kardeşim tıktık
    tl: bu şekilde söylediğiniz için inadına kapatmam efendi gibi rica etseydiniz kapatabilirdim
    py: gençliğin haline bak bunlardan bişey olmaz be
    tl: sizin gibi olcaksak hiçbişey olmıyalım zira daha güzel bişey olsa gerek
    py: ne terbiyesizmişsin sen ya cep telefonuyla mesaj yazıcaksan in taksiye bin hayret bişey
    tl: siz rahat seyahat etmek istiyosanız taksiye binin hanfendi dolmuşta cep telefonu yasak değil dimi kaptan ?
    kaptan: değil valla abi
    tl: al işte
    py: bak birlik olmuş bunlar terbiyesizler
    kaptan: abla in aşaa yaa ne konuştun iki saattir trafik var zaten
    py: ......
    kaptan durur kapıyı açar : abla valla in çekemem senin dırdırını ben
    py: tamam sustuk bee allah allah
    kaptan: allahım sen sabır ver bana yaa

    tl mesaj yazmaya devam eder ...

  • john ronald reuel tolkien, 3 ocak 1893'de güney afrika'da dünyaya geldi. ingiliz bir ailenin oğlu olan tolkien'in çocukluğu 1895 yılında döndükleri ingiltere’ye geçti.

    dil bilimci olan tolkien latince, fransızca ve almanca'yı erken yaşlarda öğrendi. daha sonraki yıllarda yunanca, eski ingilizce, anglo sakson dili, eski izlanda dili, gotik, modern ve ortaçağ gal dili, fince, ispanyolca ve italyanca öğrenmeye başladı. bu dillere ek olarak tolkien, kendisi de 14 farklı dil icat etmiş ve orta dünya sakinleri için alfabeler oluşturmuştur.

    sarehole köyü tolkien’in hayal dünyasında önemli bir yere sahiptir. babasının ölümü üzerine bu köye yerleşmişlerdi. köydeki cole bank road değirmeni yüzüklerin efendisi adlı romanını besleyecek önemli imgelerden bir tanesiydi.

    öğrenim hayatı sırasıyla king edward okulu, st.philip grammer okulu ve oxford üniversitesi'nde geçti. king edwards'da okurken " klasik diller başarı ödülü "nü kazandı. oxford'da okuduğu yıllarda, birmingham'da tanıştığı edith bratt ile evlendi. mezun olduktan sonra ingiliz ordusuna katıldı. (1916-1917). bu dönem dünyayı kavuran 1. dünya savaşı sürmekteydi. tolkien de somme cephesinde savaştı. çok yakın üç arkadaşından ikisini bu savaşta kaybeden tolkien, 1917 yılında geçirdiği bunalımdan ötürü ordudan ayrıldı.

    1920'de leeds üniversitesi'nde ingiliz dili okutmanlığına başladı. 4 yıl sonra da profesörlüğe yükseltildi ve o zamana dek bilinen en başarılı filoloji uzmanlarından biri oldu.

    kendini monarşist ve katolik olarak tanımlayan yazarın dünyaca ünlü eseri yüzüklerin efendisi ‘seri üretim yapan robot fabrikalara, trafik gürültüsüne ve modern avrupa yaşamının sevimsizliğine’ öfkesini kustu’ öfkesini yansıtıyordu sanki. tolkien, "yüzüklerin efendisi" basıldığında 60 yaşını geride bırakmıştı. bu eser aynı zamanda kuzey efsanelerindeki cücelerden esinlemeydi ve tolkien bu efsanelerden de beslenerek yeni bir dil inşa etmeye çalıştı.

    kitabın basımının üzerinden daha bir yıl geçmemişti ki "hobbit" çocuk edebiyatı dalında new york herald tribune ödülünü kazandı ve klasikler arasına girdi. olumlu eleştirilerin yanında olumsuz eleştiriler de alsa da bu, kitabın kısa zamanda popüler olmasına engel olmadı.

    kitabın yayımcısı stanley unwin tolkien'e "hobbit"in devamını yazmasını önerdiğinde o "yüzüklerin efendisi"ni yazmaya başlamıştı bile. 12 yılda tamamlanan "yüzüklerin efendisi", tolkien emekliye ayrılmadan önce yayımlandı. "yüzüklerin efendisi"nin ilk iki bölümü kitapçı raflarında yerlerini aldığında, takvimler 1954'ü gösteriyordu. bir yıl sonra da üçüncü bölüm ingiltere'de yayınlandı. üçleme "hobbit"ten de fazla ilgi topladı.

    emekliliğinin ardından bournemouth'a yerleşen tolkien, eşinin 1971'deki ölümünden sonra oxford'a döndü ve 2 eylül 1973'te öldü. yazar, oxford'un kuzeyindeki wolvercote mezarlığı'nda eşi edith'in yanına gömüldü.

    en önemsediği çalışmalarının bazılarının toplandığı "silmarillion"ın basılışını göremedi. 20. yy.’ın ilk yarısında olup biten her şey vardı bu kitapta: 1920’lerin ve 1930’ların puslu atmosferi, kitlelerin korkusu, arkaizme geri dönüş, vb. gibi konular işleniyordu bu kitapta.

  • "tanrı kesinlikle var olmalı. bunca yüksek düşünceli insan varolduğu kanısında olduğuna göre bu kesindir. ama o kadar meşgul olmalı ki koskoca evrende zamanının tamamını insanın mutluluğuna adadığını düşünmek saflık olur." böyle demiş i.ö. 4ncü yy da epiküros!

    oysa elimizde tanrının elimize verdiği şahane bir araç var: haz duygumuz. bizi mutluluğa yönlendiren yaşamdan zevk almamızı sağlayan şahane bir aygıt. insana hazzı çok gören bir tanrı anlayışı ile beyinlerimizi yıkamaya çalışanlara kulak asmayın siz. onlar kendi menfaatleri, şefahatleri için yüzyıllar boyu insanları kandırıp kapalı kapalı ardında bedensel hazları için alemler düzenlediler.

    o halde bırakalım tanrıdan medet ummayı. keyfimize bakalım. dünya nimetlerini tadalım. ama tattıkça bir şeyin de farkına varmakta gecikmiyoruz. bilgisine varmadan yöneldiğimiz her uğraşı başta zevkli iken sonradan sıkıcı derken acı verici olmaya başlıyor. o zaman bir başka şahane aracın daha farkına varmamız gerekiyor. hedonizmi buraya kadar alanlar genellikle bu noktada saplanıp kalıyorlar. hazzı bilgi ile zenginleştirmenin yolunu bulamayanlar elbette kötü örnek oluşturuyor ve anti hedonist propogandanın malzemesi haline geliyorlar.
    http://www.google.com.tr/…rilmiştir?&btng=ara&meta=

    oysa hayır. hayatın gayesini zevk zannedenlerin beyinleri, midelerine inmiş değilir. tersine maddi zevkten başka zevklerin de olabileceğini en iyi onlar bilirler. açı doyurmanın, yetimi okşamanın, düşküne yardım etmenin de bir hazzı tatmin olduğunu da görürler. müziği gürültüden , mizahı kasıklar patlatayana kadar gülmekten , edebiyatı şehvet kokusundan ayırmayı en iyi bilenler yine onlardır.

    evet ömürleri, yeni zevkleri hayal etmekle geçer. zevkin sınırı yoktur. bunun nesi kötü. ama evet tekrarlanan hazlar, tat vermez olur. hazcılığın kendi menfaatlerine aykırı bir toplumsal harekete dönüşmesinden korkanlar bu noktada onları afyon, eroin ve alkol bağımlılarıyla bir göstermeye çalışırlar. hedefler saptırılır. ve bilgiye ulaşan yolun ışıltısı karanlıkla bastırılmaya çalışılır.

    oysa bizzat epikur'ün savunduğu şey ister bedensel ister zihinsel hazzın bilgi ile donanmamış bir beyinde gerçekten de bir yere kadar tatmin sağladığıdır ve tüm felsefesi aslında bu noktadan sonra ikinci aracın "bilgi"nin yüceltilmesi üzerine kuruludur.

    hazcı, onun yaşama biçimini kutsal değerlere saldırı olarak algılayan inanç sahiplerine karşı kayıtsızdır. onlar hazcıyı hergün şarap ve makarna ıle tıkınarak hayattan zevk almaya çalışmakla suçlarken o, bir sonraki öğünde makarna sosuna katacağı hangi baharatın lezzete ne katacağı veya bir mahsül yılının üzüme nasıl olup diğerinden bu denli farklı bir tad katabildiğinin özünü aramaktadır. ama arayışı burada bitmez. giderek herşeyin detayında her kapağı açılmamış kitabın sayfaları arasında yaşamına değer katacak ne yeni bilgiler bulunduğunun heyecanı içinde yaşamaya başlar. ama çözülemeyecek gizemlere kafa yormaz o. bilinemeyeni değil giderek pragmatizme dönüşecek yaşam kalitesini arttıracak pratik bilginin peşindedir.

    inanana yukarıdan baktığı doğrudur. ama aynı zamanda bu, inananın kendisine kin dolu kıskançlık dolu bakışının aksine, "kazımayan" bir bakıştır . onu kendisi ve tanrısından başka birşey bulunmayan koskoca ve sıkıcı evreninde yalnız bırakıp kendi minicik ama detaylarla zengin dünyasına çekilir ve oradan yitip gitmiş uygarlıklardan çok uzaktaki kültürlere kadar sade ama detayda zengin yaşamlara uzanır. çay pişirmenin yüzlerce yolunu öğrenir mesela veya vahşi doğada çırılçıplak kalmanın hazzını...

    sonuç olarak hedonist, zekasının kendisine verilmiş en değerli ödül olduğunun farkındadır ve onu amacına en uygun şekilde kullanmak arzusundadır. gerçek erdemin huzur veren kollarına ulaşmak amacına...

    (bkz: gozumuzun onune cekilen perde/#9108439)

  • cengiz diye kimi kimsesi olmayan birisi askere gitmiş. arkadasları aileleriyle konuşuyor, ailelerinden para falan istiyormuş, fakat bizim cengiz telefon açacak kimsesi olmadıgı için, oturmuş allaha bir mektup yazmış.
    allah'ım durum sana ayan beyan, kimsem yok biliyorsun, ne olur bana 200 milyon.'
    cengiz kapatmis zarfı yazmış üstüne ' cengiz'den rabbine' atmış postaya.
    cengiz'in mektubu tabii asker mektubu, incelenir ,.

    subaylar bir bakmışlar birliklerinde gariban asker. subayın birisi 'bizim birlikte böyle gariban askerler de mi vardı? haydi çıkın paraları' demiş.
    200 milyon çıkmamış, 150 milyon çıkmış. koymuşlar zarfa yazmışlar 'rabbinden cengiz e'...

    aslanım cengiz almış zarfı bakmış 150 milyon. oturmuş allaha 2. mektubu döşemiş.
    allahım mektubunu aldım çok teşekkür ederim. şimdi sana bi adres verecem parayı bundan sonra oraya gönder. zira bu ibne subaylar içinden çalıyor.

  • adini seviyorum ben. ankara guzel geliyor lan kulaga, ayaklari yere basiyor soylerken bile. bi de istanbul'a bak bildigin yavsagin gevsegin teki. ankara'yi en cokta agbi ankara gri yea, cok sikici yea diyen gotverenlere inat seviyorum. sen gokkusaginda yasiyosun sanki amina kodumunun.

  • mantikli insandir. misal adam dogma büyüme kesanli. keşan nereye bagli? edirne. e edirne kesan arasi 114 km öyle bakirköy-taksim arasi bir mesafe degil, yani belki adam hayatinda 3-5 kere gitti edirne'ye, olabilir mi? olabilir. bir de tabi kesan'da selanik tarafindan göcmenler bulunurken edirne merkezde selanik-makedonya göcmeni sayisi kesanla karsilastirilamaz. kendini dogup büyümedigi bir yere ait hissetmeyebilir. bunun bir benzeri de biga-çanakkale rekabetinde vardir ki asil nedeni aradaki 95 kmlik mesafe degil canakkale merkezin bundan 80-90 sene önce biga sancagina bagli bir ilce hatta bucakken bugün bunun tam tersi biga'nin canakkale'ye bagli bir ilce haline gelmesidir. bunun disinda mesela edremitli, ayvalikli, bandırmalı bir adam gidip de balikesirliyim demez, keza balıkesir ile ayvalık ya da bandırma arasinda her yönden daglar kadar fark vardir, adam haklidir.

    zöge: bunun nesini eksiliyorsun be allahin denyosu?!?! insan gibi aciklama yapiyoruz adam seri eksiye abaniyor hay amk.

  • ''taksici 3 lira bozuğu çıkmayınca "hakkını helal et abi" dedi. ben de hak geçmesin diye 3 liralık daha git dedim, şimdi yürüyerek geri
    dönüyorum.
    paramı kimseye yedirmem arkadaş, enayi miyim ben ''

  • hacca giden müslümanların üç gün üst üste şeytan taşladıkları kuyudaki taşlar için suudi arabistan'ın ürettiği muhteşem bir çözüm var :

    atılan taşlar aşağıdaki delikten iner, orada kurulan tesiste yedişerli olarak yeniden poşetlenir. bu poşetlenmiş taşlar hacılara poşeti 3 dolardan yeniden satılır.
    tahmini 5 milyon hacı, her biri 9 poşet taş alıyor. etti mi 45 milyon poşet taş.
    tanesi 3 dolardan eder 135 milyon dolar cebe giriyor yani.

    müslümanların, şeytanla ortaklığının çıkarı.

    ne güzel değil mi ?

    edit: arkadaşlar bir düzeltme yapmam gerek. suudi arabistan'ın ülke olarak değil, saadece bir kısım suudi'nin uyguladığı bir durum yukarıda anlattıklarım. bir çeşit işi karaborsaya düşürme, inidiregandi yani. çevrenizdeki hacılara sorarsanız bir kısım bunu doğrularken bir kısım da yalanlayacaktır.

  • atatürk'ün emriyle, türk dil kurumu özellikle öz türkçe adları derleyip bunları kitapçıklar halinde muhtarlıklara ulaşacak biçimde tüm yurda dağıttı.

    sülale adı olanlar ya da kendi seçenler vs uygun olan isteklerini yazdırdı. isteyen de bu listelerde beğendiğini seçip soyadı olarak aldı.

    bu yüzden çoğumuzun adı arapça-farsça iken soyadlarımız çok büyük oranda türkçedir.

    yaşa atatürk!

    not: sözünü ettiğim kaynak kitap bu. öyküsü de tanıtım bülteninde kısaca açıklanmış. buraya da ekleyeyim.

    --- spoiler ---

    eserin kitap olarak ikinci basımı ise 1935 yılında, ulus-devlet inşası sürecinin en önemli merhalelerinden biri olan soyadı kanunu’nun kabul ve yürürlük tarihiyle örtüşen bir dönemde, dâhiliye vekâleti tarafından yapılmıştır.

    kitap vekâlet tarafından sadece basılmakla kalmamış, ayrıca kitaptan alınan isim listeleri dönemin dâhiliye vekili şükrü kaya’nın talimatıyla anadolu ajansı tarafından gazetelere gönderilerek neşredilmiş, nüfus müdürlüklerine dağıtılmış, 1936 yılında ise kısaltılıp türk adları başlığıyla jandarma genel komutanlığı eliyle üçüncü defa basılmış, bu yolla etkisi en uzak kasaba ve köylere kadar uzanmıştır.

    böylece, bugün türkiye cumhuriyeti vatandaşlarının kullandığı pek çok soyadının kaynağı olarak belge niteliğinde, batılılaşma ve vatandaşların türk kimliğiyle yeniden tanımlanma sürecinin aynı zamanda ideolojik enstrümanlarından biri olan, kültür politikasının son derece değerli bir verimi ortaya çıkmıştır.

    --- spoiler ---

  • yine muhabbet boş beleş dönüp duruyor.

    ilk bir kaç ay öğrencilik muhabbetiyle geçmiş. yani 1.sınıf öğrencisi. zaten 1.sınıf öğrencisi temel bilimler okur. klinik bilmez. merak edip muayenelere katılmak isterseniz katıl derler ama bir şey beklemezler. klinik bilmediği için kimse sorgulamaz.

    sonra tatil dönemi gelmiş. bir doktoru kandırıp yeni mezun oldum, ameliyatlara girebilir miyim izlemek için diyor. o da izin veriyor. bunlar sık sık yapılır ve doktorun hoşuna gider, bazen öğretmeye çalışır. ama bu kızda bu da olmamış, sadece izlemiş, ameliyat yapmamış. bir kenarda izleyen adamı niye sorgulasınlar. dikiş atmayı öğretmişler, o da dikiş atmış. merak etmeyin 3 kez gösterseler siz de atarsınız. estetik atamazsınız o ayrı, ama atarsınız.

    yani temmuz ayında ameliyatlara gözlemci olarak katılsa, 4 ay gözlemci olmuş. hiç konuşmasa yıllarca bile girebilir ama sohbetlere katılınca farkedilmiş.

    sistemin çürümüşlüğünü sorgulayın siz. belgelerin gerçekliği sorgulanmamış hiç.

    kendi kafanızdan bir hikaye uydurup peşinden gitmişsiniz. merak etmeyin, ameliyat bilmeyen adam ameliyat etse anında farkedilir, ortalık ayağa kalkar. pilot olmayıp uçağı kaldırmaya çalışmak gibi. sohbetlere katılınca farkedilmiş kız.

    entrilerden birinde doktor odasını ne zannettiniz, akademik ortam mı demiş. bu doğru işte: ya maaş, ya yeni alınan araba, ya da çocuğun özel okulu konuşulur. ülkenin durumu budur. e kız da burdan yırtmış işte, herkes beni sevdi demiş; kimse tıbbi sohbet açmamış. açınca da farkedilmiş.

    işin içinde olan bir doktor olarak söyleyeyim: yeni mezun doktor ve hemşireler o kadar kötü yetiştiriliyor ki, belki de muhabbet eden doktorlar "ulan bundan da doktor mu olur" demiştir bir süre.

    bence siz içinde olduğumuz döneme yanın.