541 entry daha
  • harbiyeli babamdan...

    narissa (2 ağustos 1974)

    ben şuna inanırım:
    "milletler savaşmaz, devletler savaşır..."

    neden böyle düşündüğümü hikâyenin sonunda anlayacaksınız.

    bu olay, bundan tam 44 yıl önceydi.
    1974 kıbrıs...
    ilk harekât bitmiş, ikincisine hazırlanıyoruz.
    yakınımızda bellapais isimli bir rum köyü var, akdeniz'e tepeden bakan manzarasıyla sayfiye köyünü andıran güzel bir köy.

    yakın olduğumuz için asli görevimize ilâve olarak bizim kontrolümüze verilen köyde, kadın çocuk ve yaşlılardan oluşan 700 kadar rum ahali mevcuttu.
    ayrıca bm barış gücü'ne mensup kanada'lı bir müfreze de köyde bulunuyordu ki bunların görevi rumların yiyecek içecek ihtiyaçlarını karşılamaktı.

    köy meydanında iki katlı bir binayı karargâh olarak seçtik ve balkonuna türk bayrağı astık.
    yanımızda iki de kıbrıs türk polisi vardı ki, bölgeyi iyi bildikleri için birçok konuda bize yardımcı oldukları gibi, rum ahaliye emirlerimizi iletmekte tercümanlık da yapıyorlardı.

    emirler deyince, ahalinin köyde topluca bulunmaları ve etrafa dağılmamaları maksadını içeren bir nevi sıkıyönetim emirleriydi.
    buna göre özetle, gündüzleri köy içinde serbestçe dolaşabilecekler, kilisede ibadetlerini yapabilecekler, bahçeleriyle meşgul olabilecekler, ancak köyün dışına çıkamayacaklardı.
    havanın kararmasıyla, herkes kendi evinde olacak, köy içinde de dolaşılmayacaktı.

    köyde oldukça iyi seviyede donanımlı bir revir ve rum doktor da mevcuttu.
    gündüz revire gitmek serbestti ama gece bizim iznimiz olmadan gidilemeyecekti.

    bir gün gerekli kontrolleri yaptıktan sonra, karargâh olarak kullandığımız binanın balkonuna oturup etrafı seyrederek biraz soluklanayım dedim.
    gözüm civar evlerden birinin balkonuna takıldı.
    genç bir kadın oturuyordu balkonda ve zaman zaman gözlerini silmesinden anladım ki ağlıyordu.
    merak ettim, yanımdaki halim astsubay'a dedim ki:
    -kimdir bu kadın ve neden ağlıyor, öğren ve bana bildir, yapabileceğimiz birşey varsa yapalım...

    halim başçavuş yanına kıbrıslı türk polisini de aldı gitti ve bir süre sonra döndü.
    komutanım...dedi, kadın rum değil yunanlıymış, adı narissa...
    kocası yunanlı subay imiş, savaş başladığından beri kocasından haber alamamış, öldü mü kaldı mı bilmiyormuş, o yüzden ağlıyormuş.
    kadın hamile...diye de ekledi.

    savaş şartlarında olur böyle şeyler diyerek üstünde fazla durmadım, köyden ayrılıp asli görevim olan batarya mevziine döndüm.

    ikinci harekâtın hazırlıklarına hızla devam ederken, zaman buldukça kontrol amacıyla köyü de dolaşıyordum.
    yine bir gün narissa'yı balkonda ağlar görünce merakımı yenemeyip yanıma kıbrıslı polisi de alarak evine gittim.

    kapıyı çaldık, açtı, içeri girdik.
    kadın endişeli gözlerle bize bakıyor, neden geldiğimizi anlamaya çalışıyordu.
    polis ona rumca birşeyler söyleyince sakinleşti.
    basit ama zevkli döşenmiş bir evdi.
    masada bm yardımından verildiği belli olan bir kısmı yenmiş konserve tipi yiyecekler vardı, "zambonaki zwan" yazıyordu birinin üzerinde, yani domuz jambonu.
    bir cola şişesi ve ne olduğunu bilmediğim ilâç kutuları da vardı masada.
    sigara küllüğü tepeleme doluydu, bir an nerede bulunduğumu unutup türkçe olarak "içmemelisin bunu" diye sigara paketini işaret ettim.
    hamileliği ileri safhada olduğundan gayriihtiyari söylemiştim bunu.

    polis, bu sözümü kadına tercüme edince kadın hayretle başını yerden kaldırıp bana baktı.
    öyle ya...savaştaydık, kadın o anda esir durumundaydı ve yabancı bir ülkenin baştan ayağa silâhlı teçhizatlı bir subayı, ona karnındaki bebeğe zarar verecek birşeyi yapmamasını tavsiye ediyordu.

    gözüm sehpanın üzerindeki bir çerçeveye takıldı.
    narissa ve eşinin düğün fotoğrafı olmalıydı, yanak yanağa geleceğe güvenle bakıyorlardı.
    kadın fotoğrafı bulabildiği bazı çiçeklerle süslemişti.

    o evden ayrılırken ruhumun savaşlardan ebediyyen nefret edeceğini hissediyordum.

    karargâh binasına dönünce polisi yollayıp rum doktoru çağırttım, geldi.
    sava savidis isminde orta yaşlı bir adamdı, pratisyen olmasına rağmen her olaya başarıyla müdahale eden gayretli bir doktordu.
    datsun marka otomobilini köy içinde olaylara seri müdahale edebilmesi için kullanma izni vermiştik.
    bir defasında kazara elinden yaralanan bir askerimize de ilk müdahaleyi yapmış, yarasını sarmıştı.
    sava'ya tercüman aracılığıyla dedim ki:
    "narissa sana emanet, her gün gerekli kontrollerini yapacaksın, doğum vaki olacağı zaman bizden izin almaya gerek olmadan derhal revire götürülmesini sağlayacaksın..."

    sava, minnettar gözlerle bana bakıp selâm vererek geri geri odadan çıktı gitti.

    aradan kaç gün geçti bilmiyorum, bir gece yanımda halim başçavuş da olduğu halde, sıkıyönetim emirlerimize uyulup uyulmadığını denetlemek üzere köy sokaklarında jeep ile devriye gezerken, revirin önünde bir hareketlenme dikkatimizi çekti.
    hemen o yana sürdük, baktık ki narissa revire getirilmiş.

    biz de inip revire girdik, kadın bir karyolaya yatırılmış, komşusu olduklarını tahmin ettiğim yaşlıca iki kadın ve doktor doğum hazırlıklarına başlamışlardı.
    doktor başıyla nazikçe bir işaret yaparak dışarı çıkmamızı istedi.

    bunaltıcı, ağır ve nemli bir ağustos gecesiydi, gökyüzü hışırdım gibi yıldızlıydı, ateşkes olmasına rağmen yerel çatışmalara ait silâh sesleri arada bir yankılanıyor, biteviye öten cırcır böceklerini bile korkutup sessizliğe bürünmelerine neden oluyordu.

    halim başçavuş bir sigara yaktı.
    içmiyor olmama rağmen bir tane de ben istedim.
    az ötede jipinin başında bekleyen şoför ere seslendim:
    -tayyar!...
    -emret komutanım.
    -evli misin?
    -evliyim komutanım.
    -çocuk?
    -iki yaşında kızım var, ellerinden öper komutanım.
    -allah bağışlasın, bir sigara da sen yak...

    sigara kullandığını biliyordum ama bir mehmetçik asla komutanlarının yanında sigara yakmazdı, bu nedenle tereddüt etti.

    -yak yak, böyle kahırlı bir gecede içilmez de ne zaman içilir bu meret...ben feleğin böyle gadrinin içine tüküreyim...

    arkasını döndü, sigarasını yaktı, avucunun içinde göstermemeye çalışarak içmeye koyuldu.

    üç mehmetçik, revirin önünde, yunanlı bir kadının yunanlı bir bebeği dünyaya getirmesini bekliyorduk.
    kendimizi doğum odası önünde bekleyen babalara benzettik gülüştük.

    sava telâşla dışarı çıktı, az bildiği bir türkçe ile, "kan lâzım...kan lâzım..."diyerek kan grubunu yazdığı kâğıdı uzattı.
    anlaşılan doğum zorlu olmuş, kadın kan kaybediyordu.

    vakit geceyarısını geçkindi, bu saatte köydeki rumlara haber salıp istenen kanı bulmak çok zaman alacak, belki de kadın kaybedilecekti.
    hay allah ne kadar kötü bir durumdu.

    halim başçavuş, elimdeki kâğıda baktı, "benim kan grubum tutuyor komutanım."dedi ve rum doktora doğru yürüyüp iri pazulu kolunu uzattı:

    -al benim kanımı be!..türk, yunan farkeder mi, hepimiz insanız...insanlık öldü mü, al benim kanımı be!..

    sava şaşırdı, böyle birşey beklemiyordu, gözleri buğulandı ve yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı.

    benim de tüylerim diken diken, gözlerim dolu dolu olmuştu.
    mehmetçik savaş meydanında yazdığı destanın daha büyüğünü şu anda burada bu revirin önünde yazıyordu.
    şoför er daha fazla dayanamadı, yere çömelip ağlamaya başladı.

    narissa, bir kız bebek dünyaya getirdi...
    ikinci harekât başlayacaktı, köyü polislere emanet edip oradan ayrılma zamanı geldi.
    karargâh binası önünde, önde benim jeep, arkada bir reo içinde mehmetçikler olduğu halde hareket edecekken, dönüp o balkona baktım.

    narissa, kucağında bebeğiyle balkonda ayaktaydı.
    sessizce öylece bize bakıyordu.
    ona asker selâmı verdim.
    başını zarif bir nezaketle eğerek selâmımı aldı.

    dedim ya...
    milletler değil devletler savaşır...
158 entry daha
hesabın var mı? giriş yap