38 entry daha
  • efe’nin giderken gönderdiği e-maili okudum, ortak arkadaşlarımızdan kendisini yakından tanıyanlar var, e-maille ilgili olarak şu anda söyleyebileceğimiz doğru gözüktüğü, dolayısıyla ben bu öngörü ile bir şeyler yazacağım.

    ailesi, eşi, sevdikleri, arkadaşları için anlaması, kaldırması çok zor olacak muhtemelen, hepsine sabır dilerim. efe de gittiğine inandığımız yerde biraz huzur bulabilmiştir umarım, nur içinde yatsın.

    haberi duyduğumdan beri bu konuya epey kafa yordum, efe’nin geldiği yer, okuduğu okullar, yürüdüğü yol, yaptığı işler ve hatta arkadaş olduğu insanlar benimkine çok benzer, belki de bu yüzden, benim gibi yüzlerce hatta daha fazla kişiyi derinden etkilediğini tahmin ediyorum.

    gidenin ardından ne dense boş denir, belki gerçekten öyle ama, bugün biz burada, whats app gruplarımızda, twitter’da, başka mecralarda efe’yi konuşuyorsak bunu bi anlamı, söylemek istediği bir şey - bence- mutlaka var.

    öncelikle bir kısmının “istifa etmek de bir seçenek, keşke bunu değerlendirebilseydi” yorumu ile ilgili birkaç şey söylemek isterim.

    yıl 2015, çok zor şartlarda, çok yoğun saatlerde, “bağlı avukat” olarak çalışıyorum. bir gece canım gerçekten sıkkın, babam bir gece aniden öleli ve beni “yakınının kaybı” ile tanıştıralı 5 sene olmuş, üniversiteden yeni mezun bir gencim. hayata, olduğum yere, sisteme dair epey “dark” bir yazı yazıp içinde olduğum(uz) ortama eleştiriler yağdırıp sessizce buraya post olarak bırakıyorum. sadece kendi yaşadıklarım değil, birçok arkadaşımdan 1 seneden fazladır duyduğum birçok şeyi, biraz da öyküleştirerek yazıyor ve kendi içime kaçarak “kral çıplak” diyorum. kral çıplak ve ben - inanılmaz yorgun olduğum bir gece vakti - babamı dilediğim gibi anamamanın öfkesi, sıkışmışlığı içindeyim.

    aradan yaklaşık 10 ay geçiyor, ben o 10 ay boyunca bazen durduk yere, hiçbir sebep yokken metrobüste eve dönerken ağlıyor, bazen iş yerinde sinir krizleri geçirerek işe devam ediyorum. 10 ay sonra benim yazdığım sessiz isyan postu bir anda viral oluyor, hukuk fakültesi öğrencileri, hukuk bürolarından insanlar bunu konuşmaya başlıyor. yazıda çalıştığım yeri, kimliğimi belirtmiyorum. kimse aslında ben olduğumu bilmiyor, tanıdığım, yanımda olur diyeceğim insanlar benim anonim yazıma “keşke istifa etseymiş” cümleleri ile başlıyor. ben neden istifa etmiyorum, edemiyorum, ne yaşıyorum anlamaya gayret ediyorum. sonra bir anda yöneticiler beni odalarına çağırıyor. yazıyı benim yazıp yazmadığımı soruyorlar, orada iş hayatımın (hâlâ birinci sıradadır) ilk büyük sinir krizini yöneticilerim önünde geçiriyor, bağırıp çağırıyor ve işten kovuluyorum. akabinde yazının bana ait olduğunu en azından yakın çevrem, o dönem beraber çalıştığım ofisteki insanlar, belki onların arkadaşları vb. duyuyor ve ben kendi sessiz “kral çıplak” hikâyemi yaşayıp hayatıma bir şekilde devam ediyorum.

    çalıştığım büro beni arayıp, kendileri için makul olan sebeplerle “postu kaldırmamı ve bu işin kapanmasını” rica ediyor. “benim gücüm bu işle mücadeleye yetmez” diyerek henüz 24 yaşıma basmadığım bir dönemde, böyle bir halet-i ruhiye ile postu siliyor, başka yerlerde iş arıyor, kariyerime bu zamana kadar devam ediyorum.

    bugün de türkiye’nin önde gelen şirketlerinden birinde hukuk danışmanı olarak çalışıyorum.

    buradan başlama sebebim öncelikle “efe’nin istifa etme seçeneği vardı” yazanlara, o gün istifa etmemiş ve fakat bir şekilde kendisini kovdurtarak sistem dışına itmeyi başarmış biri olarak biraz sitem.

    öncelikle şu var, etraflıca düşünmeyerek ettiğimiz her söz, yazdığımız her kelime hem efe’nin eşi, ailesi, sevdikleri hem de belki efe’nin sıkışmışlığını hisseden ve bunları okuyan diğer insanlara - bence - çok büyük bir yük. ben o gün “yahu öyle ise neden istifa etmedi?” yazanları okuduktan, bunların da benim yakınlarım, arkadaşlarım olduğunu gördükten sonra çok büyük bir umutsuzluğa kapılmış, mücadele edecek gücü kendimde bulamamıştım örneğin. bu benim iyileşmemi, hayatıma devam edebilmemi çok zorlaştırmıştı.

    efe kendisine yapılan mobbing nedeniyle mi bu yolu seçti, yoksa daha derin bir şeyler yaşayıp bir yerlerde sıkıştı ve giderken böyle bir ses duyurmayı mı tercih etti, bunu ben bilemem; belki de hiç kimse bilemeyecek. ancak efe, gördüğü adaletsizlikleri, çarpıklığı, yozlaşmayı, çirkinliği anlatmaya çalışarak, (belki de) kendisi olmasa bile başkalarının yaşadığını gördüğü sistematik zulmü (sadece bağlı olduğu banka bünyesinde de değil, sistemin bizi getirdiği yeri) anlatmaya çalıştı gibi geliyor bana.

    bizim şirket, deprem olduğu gün henüz bu konuda bizimle toplu bir iletişim kurmadan evvel, istanbul’da gerçekleşen (bence) anlamsız bir hedef sebebiyle kurumsal hesaplardan “tebrik, motivasyon, gaza getirme” mesajları gönderdi mesela - yaşadığım öfkeyi tarif edebilmem imkânsız. insanlar enkaz altında yardım bekliyordu ve biz, gerçekten anlamsız bir hedefi gerçekleştirmenin başarısını kutluyorduk. bence o gün yapmamız gereken ise topyekün dayanışma ve mücadele içine girmekti. sonradan bize bazı bilgiler verildi, ilk andan itibaren bu mücadelenin içinde girilmiş olduğu söylendi aslında ama, bu gerçekten böyle mi yapıldı yoksa sonrasında kurumsal ton olarak bu daha doğru bulunduğu için mi böyle söylendi, bunu da ben hiçbir zaman bilemeyeceğim. dolayısıyla çalıştığım kurumun bu konudaki iletişim şeklini - zamanı geriye de alamadığımız için - doğru bulmayacağım.

    evet biraz şoka girdik, biraz teselli edildik, biraz dayanışma gösterdik ama “işimiz devam etmeli” dedik, dedirtildik, ben telefonlara çıkamaz, işimi yapamaz hâle gelirken birileri “bir çarkın dönmeye devam etmesi” için diğerlerine toplantı attı, hedefler güncellendi, kpı’lar yakalandı, hayat akmaya devam etti. bunu da öyle çok canavarca hisle falan yapmadı kimse, bana kalırsa “çaresizlikten” böyleydik.

    kendi kurumumu büyük şikâyet etmeyeceğim, ben iyi olmadığımı, aklımı toparlamayamadığımı, yardım için daha çok şey yapmak istediğimi söylediğimde bana kolaylık gösterdiler, izin verdiler ve beni iş için aramadılar, fakat bunun da bir sınırı ve çerçevesi vardı - bu sessiz bir kuraldı. ben de bana verilen süreyi kullanıp, “iyiniyeti suistimal” etmeyip kendi küçük hayatıma geri döndüm, çünkü “show must go on” diyordum ben de içten içe.

    efe’nin deprem bölgesindeki insanların kredilerine dair şirketinin tutumunu eleştirmesi benim aklıma kendi yaşadığımı getirdi. mesela hâlâ orada insanlar çadırlarda yaşarken, bunun bence hâlâ bizim tek gerçekliğimiz olması gerekirken “herkesin acıyı yaşama şekli farklı, hızlıca normalleşmemiz lazım” söylemlerinin böyle depremin 6. 7. gününde falan ortaya çıkmasını ben bireysel bir “fikir” olarak görmüyorum. mevcut sistemden ötürü mutlu olan ve diğerlerine “mobbing mi yaşıyorsun? o zaman biraz kafanı topla, uzaklaş, yoga, meditasyon falan yap” tavsiyesini verenler aynı kişiler gibi geliyor bana. bireysel bir sorun olursa bireysel çözümler bulunur / önerilir fakat artık kemikleşmiş bir sorun varken ve herkes aslında “hasta” iken bu tip bir bireysel çabaya yönlendirmecilik -bilinçli ya da bilinçsiz - çok büyük kötülük bana kalırsa.

    bizler kolektif olarak bu çarkın dönmesi için, hedeflerin takibinin devam etmesi için birileri tarafından koşullandırılıyor, buna inandırılıyor, kendi kendimizi soktuğumuz bu berbat sistemin içinde “kral çıplak” demeye çekiniyoruz. çünkü hasta olduğumuzu kabul ettiğimizde yapılacak şey belli: iyileşmeye çalışmak, bu da büyük bir inat, irade, adanmışlık ve çalışma gerektiriyor, o nedenle de hasta hasta yaşamaya devam etmeyi tercih ediyoruz.

    “özgür mumcu ve eray özerle yeni hâller” isimli podcast serisinin 30 temmuz 2022 tarihli bölümünün adı “burnout syndrome”: bir tüklenmişlik öyküsü”. (dinlemek isteyen olursa link: https://open.spotify.com/…si=codcfzmer6-scbufegzsia)

    bu bölümü dinlediğimde aslında meselenin sistematik açıdan ne kadar mantıksız bir yere gittiğini ve bizim buna nasıl hiç kafa yormayıp çarkları çevirmeye katkı sağlamaya devam ettiğimizi daha da iyi anlamıştım.

    çevremdeki beyaz yakalının büyük bir kısmı antidepresan kullanıyor, durumundan sızlanıyor, şikâyet ediyor ama isyan etmiyor. çünkü kaan sekban da söylemişti, isyan ettiğiniz zaman harekete geçmek gerekir, bu da korkutuyor ve büyük cesaret gerektiriyor, hiç kimse, belirli nedenlerden de ötürü, bu cesareti göstermiyor veya göstermemeyi bilinçli olarak tercih ediyor. cloud atlas filminde “intihar muazzam cesaret gerektirir” diyordu. kimse kendisinin kariyer intiharına dahi cesaret edemiyor.

    bu sistemin bug’ını çözenler var, kendi hâlinde bununla mücadeleyi öğrenebilmiş olan, istifa edebilen, istifa etmese bile kendisine teneffüs imkânı yaratabilen, ne olduğunun farkında olan ve bilinçli bir tercih ile bu sistemin içinde olmayı isteyenler var, bu kişilere sözüm yok çünkü en azından “uyanmış” ve onun keyfi nispeten yerinde, dolayısıyla onun yanındakini uyandırmasına kendisi açısından gerek yok.

    fakat sözüm, özellikle yaşadığı sefil hayatın farkında olmayan, kendisinin işçi olduğunu idrak edemeyen (veya etmek istemeyen), kendi şirketinde patronuna hizmet ederken aslında hem kendisine hem çevresine hem yüzlerce efe’ye kötülük yaptığının farkında olmayanlara.

    mavi yaka, öyle ya da böyle, ağır bedeller ödeyerek bazı kazanımlar elde etti. yakacak yardımı, gıda yardımı, ikramiye, prim değil sadece bunlar, 1 mayıs’ta beraber sokağa çıkabilmek, ustabaşı ile, yöneticisi ile sorun yaşadığıda bunu yüksek sesle dile getirebilmek, kemerler sıkıldığında fedakârlığı ilk yapan taraf olmayı kabul etmemek, kendisinin de bazı haklara sahip olduğunu fark edebilmek, bilebilmek, anlamak, kabul etmek büyük kazanımdır. mavi yaka bunları - yetersizdir evet ama- konuşuyor, paylaşıyor, haksızlığa uğrarsa dava açmaktan çekinmiyor örneğin. birçok arkadaşım, %100 haklı olduğu konuda dahi “aman ali rıza bey tadımız kaçmasın”cılığı ile dava açmıyor, hakkını aramıyor; bir yandan da kendisine kimsenin destek olmayacağını biliyor, görüyor.

    yurt dışında veya türkiye’de aslında iş sözleşmesi ile çalışması gerekirken “contractor agreement” ile çalışan, vergisini kendisi ödeyen, aslında 9-5 emir ve talimat alan, hukuken işçi olduğu açık ve fakat sözleşme gereği kağıt üzerinde “danışman” olan kişiye vergi cezası çıktığında şirket yanında durmuyor. kıdem tazminatı konuşulurken “sen işçi değilsin” deniyor, yıllık izne hak kazanmıyor, kontağı kapattığında gelir elde edemiyor ama borçlanmaya devam ediyor, hasta olduğunda hastaneden rapor götürdüğünde maaşı ödenmeye devam etmiyor. sistem, o kişiyi işine geldiğince “işçi” olarak konumlandırıp işine gelmediğinde “bağımsız danışman” diyor ve bununla ilgili de birçok kişinin çok büyük bir sorunu yok gibi gözüküyor.

    yani herkes lafta “aydınlık” istiyor ancak kimse, aydınlık için birilerinin yanması gerektiğini kabullenmek istemiyor; hele de bunun kendisi olmasını hiç de gerekli görmüyor.

    bunun olması için öncelikle beyaz yakalının kendisini “işçi” olarak kabul edip dahil olduğu sınıftan gocunmaması gerektiğini anlamak için bu konuda doktora yapmış olmaya gerek yoktur sanırım. fakat nedense biz, elimize starbucks kahvesini alıp toplantıya jilet gibi girdiğimizde, torna atölyesinde çalışıp elleri siyahlaşmış, nasırlaşmış biçimde gelen işçi yerine macbooklarımız ile çalıştığımızda, kelimelerimizin yarısını ingilizceden devşirdiğimizde, patronun “işyerinde sendikayı nasıl engellerim, buna karşı nasıl mücadele ederim” sorusu ile ilgilenip patronun yanında olduğumuzda, onun işini kolaylaştırıp onunla toplantılarda “son derece stratejik kararların alınmasına” katkı sağlayınca bir anda sınıf atladık zannediyor; çoğu zaman “kraldan çok kralcı” oluveriyoruz.

    ayın yirminci gününü görmeden sıfırlanan banka hesapları için “kredi kartımın maaşı yatmış” esprisini aramızda yapıyor, enflasyona karşı her gün eriyen maaşları konuşmayıp patronun her zam dönemi “ülke kötü, ekonomi kötü, kazanınca söz daha çok dağıtacağız”ları ile kendimizi kandırıyor, içi şişirilmiş boş title’lar ile her gün oradan oraya başı kesilmiş tavuk gibi koşuşturuyoruz. takvimde boşluk görüldüğü anda atılan, neye yarayacağına dair kimsenin bir açıklama yapmadığı call’larda debeleniyor, bir çoğumuz “mış gibi” yapıyor ve yorgun argın bilgisayarı kapatıp birkaç saatliğine de olsa içinde olduğumuz bu anlamsız gerçeklikten koparak hayatımıza biraz olsun anlam katmaya gayret ediyoruz.

    bu noktada mobbing yapan patronu, işimizi zorlaştıran yöneticiyi falan yazmadım bile. bunları herkes yazıyor. bunları herkes - alttan alta - konuşuyor.

    benim bahsetmek istediğim, biz bu sistemin kendisinde bir virüs, bir problem, bir anlamsızlık görmediğimiz sürece, örneğin mavi yaka greve gittiğinde onları öcüleştirip sistemin çarkının dönmesini - bilinçli ya da bilinçsiz- devam ettirdiğimiz sürece, birlik olup haksızlığa karşı çıkmadığımız, bunu da inatla ve akıllıca, dayanışma ile yürütmediğimiz sürece bana kalırsa hasta hasta yaşamaya devam edeceğiz.

    ben efe ile aynı yaştayım, aynı şehirliyim, tesadüfen o iyi lise ve üniversitelerden birilerini seçmiş, burslu okumuş, ben diğerlerinde okumuşum. ben efe’yim aslında, biz hakkaten efe’yiz.

    efe, bana kalırsa, girdiği girdaptan öyle ya da böyle çıkamayanımız, kendi iç dünyasını belki anlatamayanımız, dışarıdan çok pozitif görünüp herkese destek olanımız (bunu birkaç kişiden ayrı ayrı duydum) ve sonuç olarak fiziki varlığını böyle sonlandıranımız oldu.

    çok büyük felsefi ve derin tartışmalara da gerek yok aslında. anlamsız bir sistemde, hasta, virüslü bir sistemde “kral çıplak” diyemediğimiz sürece efe’nin gönderdiği, bizim de bir şekilde okumuş olduğumuz e-mailde bahsettiklerinin büyük bir anlamı olmayacak. her şey bir günde sihirli bir değnek ile düzelir mi? bence hayır. birileri bunları bizim için düzeltir mi? bence yine hayır. bunun tek yaşandığı yerin yapı kredi olmadığını hepimiz bilmemize rağmen tek sorumlu onlarmış gibi yapı kredi hesaplarını iptal ettirip bireysel tepki koymak çözüm müdür? bence hayır; ufak da olsa işe yarar mı? belki, “yetmez; ama evet.”

    eğer benzer şeyleri yaşayanlar olarak şu andan itibaren bunları - şimdilik içimizde bile olsa - konuşmaya başlamaz, birbirimizden destek istemez, yeri geldiğinde sesimizi yükseltmekten çekinmeye devam edersek güzel günler göreceğimizi zannetmiyorum. bu coğrafya bizi yoruyor evet, içine doğduğumuz dünya yoruyor, adaletsizlik yoruyor, haksız yere hapiste olduğunu bildiğiniz insanın yaşadığı yoruyor, bu yüzyılda hâlâ temiz suya erişemeyen, gıdaya erişemeyen afrikalı çocuğun varlığını bilmek yoruyor, göz göre göre insanların tedbirsizlik ve aymazlık, ahlâksızlık yüzünden depremden, selden ölmesi, orman yangınından dolayı hayvanların, ormanların telef edilmesi yoruyor, narsist, psikopat tiplerin iş yerinde, okulda, akademide, basında, medyada diğerlerini zorbalaması yoruyor, üsküdar amerikan lisesi’nin musevi lisesi ile maçında gol atıp nazi selamı veren çocuğun varlığını okumak yoruyor, sokak kedilerinin evlerini bozan, onları zehirleyen, barınakta hayvanın kafasına vurarak işkence eden, işkencenin yasak olduğu yerde yağmacı olduğu iddiası ile (kanıtlanmamışken) suriyeliyi döven (başını da maske ile gizlemeyi ihmâl etmeyen) polisin varlığı yoruyor.

    fakat bunları gördüğünde, okuduğunda ses çıkaran, çıkarmak isteyen, elinden gelen yardımı yapmaktan geri durmayan, 12. yıldır göç yolunda adem amcanın teknesini ziyaret eden yaren leyleğin hikayesini görünce duygulanan insanlar da burada ve sayımız hiç de az değil. (https://twitter.com/…?s=61&t=t5ekko5uqdzlmsesajpwhg)

    bu insanlar olarak bana kalırsa yapmamız gereken birbirimize daha çok destek olmak, birbirimizin yalnız olmadığını hissettirmek, yardıma ihtiyacımız var ise yardım istemekten çekinmemek. belki erkekler duygularını anlatma, yardım isteme konusunda daha fazla zorlanıyorlar, bilmiyorum.

    yine de işe bir yerlerden başlayıp, özellikle beyaz yakalılar olarak hem kendimizi beraberce iyileştirmeye çalışmak hem de bizden sonraki nesillere - elden geldikçe -daha güzel bir ortam bırakmaya çalışmak bana kalırsa önemsiz bir çaba değil. başarılı olur muyuz, ne kadarını ne zamanda yaparız bilinmez ama; kaybettiğimizde değil vazgeçtiğimizde yenilmiş sayılırız derim ben hep.

    lütfen biz yalnız yürümeyelim, belki böyle yaparsak efe’nin sesini daha iyi duyururuz, anısını daha iyi yaşatırız.

    (not 1: efe ile ilgili olarak elden geldikçe hassas yazmaya çalıştım ancak seçtiğim kelimeler, bahsettiğim konularla ilgili olarak ailesi, arkadaşları, onu tanıyanları üzecek, kıracak bir şey yazdıysam affınıza sığınıyorum, böyle bir durumda duygu ve düşüncelerimden bahsetmek benim için hiç kolay olmadı.)

    (not 2: konuyla ilgili haberleri okuyup posta denk gelen, kendisini üzgün hisseden, sıkışmış hisseden, benzer durumda olduğunu düşünen varsa ne olur dm’den ulaşsın).

    edit: imla
62 entry daha
hesabın var mı? giriş yap