25 entry daha
  • panah panahi kadim bir sır gibi, giz gibi, ezoterik bir inisiyasyon gibi ona babadan, gelenekten, ülkeden miras sinemanın yükünü yüklenip bu filmi çekmiş. hem nasıl bir film çekmiş... yüzüme ve içime paramparça olmuş bir gitmek ve kalmak sınırı çekip sürgünün anlamını yeniden öğretti bana. gerçekten kalan mı, giden mi daha perişan, sürgün? terk ettiğin yere dönemeyeceğini bilmenin acısı mı aslında gitmeyi her şeyden zor kılan yoksa gidenin dönmeyeceğini bilmek mi kalan için kaldığı yeri, dört duvarı yine de sonsuz bir cehennem kılan? ve elbet insanın gittiği şartlar!!!

    bir yolun, bir yolcuğun kendi anlam sınırını durmadan genişlettiği, sorguladığı, kendiyle durmadan hesaplaştığı, dönüştüğü, anlam dizgesini parçalayarak yeniden yarattığı o sınırsız, o bucaksız, yönsüz savruluşu bir kadının, bir adamın, büyük oğlun ve haylaz küçük oğlun varlığına katık ederek yeniden yaratan o geniş, temiz, pürüzsüz idrak belki bir gün bu topraklara da uğrar. çünkü şunu bir kez daha anladım bir kadim sırrı üflüyor iranlı sanatçılar birbine. simgeye, metafora, alegoriye sığınmadan gerçeğin, sadeliğin, görünenin, anlam kastı tam da o olanın kalbinden böylesine büyük bir cevher çıkarmayı yalnızca iyi bir sinemacı olmakla açıklayamıyorum ben. sinemayı bilmekle, sevmekle, tekniği, anlatmayı bilmekle açıklayamıyorum. kulaklarına, yüreklerine, gizil bir dua, bir tılsım gibi üflenmiş, işlenmiş bir hakikatin yapıcılığı bu. gerçekle böyle dövüşüp onu olduğu, bilinen tüm sıkıcılığından sıyırarak, ona gerçeğe dair başka bir gerçeklik ve yücelik düzlemi vererek, ondan kendi gerçekliğini dönüştürebileceği başka bir gerçeklik alanı yaratarak onu yenilemek, işlemek, transformize etmek görünenden çok çok daha zor iş. o yüzden bizim sinemacılar dayanır simgeye, metafora, sembole, alegoriye. o can sıkıcı gerçeği estetiğin kurgusu içinden tüm kurallarına kafa tutarak büyütmek bambaşka iş ve sanırım tüm dünya sinemalarını düşününce iran sineması bu konuda zirvede yalnız.

    4 kişilik bir ailenin bir açıdan yönsüz, darmadığın hayat yolcuğunu izlerken her birinin kendi içinde kırk kilit vurduğu acıyı, umudu, gitmeyi, kalmayı yeniden keşfettiği o can yakıcı gerçek en çok ölüme karşı bir imada bulunuyor. evin küçük oğlu tüm acının, kederin ortasında umudu temsil ediyor. büyükler kaçınılmaz sonun yolculuğuna kendilerini sakınarak, gizleyerek, dillerine, gözlerine, sözlerine, bakışlarına, ellerine, kollarına kilitler vurarak katlanırken küçük çocuk onların uzak bir geçmişte daha önce olduğu, şimdi ve yarın da artık olamayacakları her şey oluyor onlar için.

    gidenin dönmedi bir yer var, orada olduğunu bilsen de, sesini duysan da, fotoğraflara baksana da dönmüyor. sen oraya varmıyorsun. zaman ve dünya öyle bir sınır çiziyor ki aranıza biliyorsun ki tüm imkanların seferber olacağı bir dünya bile aşamaz o sınırı. 'karanlık olmadan dön!' diyorsun oysa gidene, yine de dönmüyor.

    içindeki gurbete, içindeki gitmeye ve kalmaya doğru yürüyen o gölgenin de atlası bu film. yol genişledikçe gitmek ve kalmak imkanının daraldığı, sıkboğaz edilmiş bir yaşam ediminin sıkıştığı o boşluktan yeniden doğmak için dövüştüğü, mağlupluğun hiçbir yere sığmadığı, hiçbir şeyin kazanılmadığı, acının bildiğimiz tüm masallara rağmen galip geldiği ama yine acı şarkıların varlığa, kederden titreyen dudaklara, tanımlanamaz olanın dehşetinden perişan olmuş ağızlara, gözlere rehberlik ettiği bir yolculuk bu. evet acı tutuyor ellerinden, yüreğinden anne, baba ve sürgün oğulun, onlara rehberlik ediyor. o yüzden kadrajları geniş ve uçsuz bucaksız yönetmenin. arabanın simge olduğu o küçücük mekanın acı dolu dar boğazından, dışarıya doğru çevrilen kameranın her defasında acının geçilmez, sarsılmaz kesinliğinden geniş çerçeveler, manzaralara kompozisyonlara uzanması da bundan. dünyanın sürgünle bölünmüş sınırlarını uzayla ve yıldızlara birleştirmesi bundan. gerçeği, o hem ve katıksız gerçeği yine olduğu halin dışına taşırması bundan.

    dünyanın marazkar sınırından taşarak yıldızlara, bilmecelere, mesellere, masallara uzanan, yıldızlar halısının üstünde süren acı bir dünyayı düşle, umutla, masumiyetle takas eden, kaçan, kaçaklığı düşsel bir sınırla çevreleyen ve döneceği gerçeğin yakıcı yüzleşmesini bilerek yine gözlerini hayattan kaçıran o sinemasal omurgayı iki farklı düzlemde birbirine kaynaştırarak eşsiz bir doruk çıkarıyor panah panahi filminde. yolun da, yolculuğun da, gitmenin, kalmanın ve sürgünün anlamına, sınırına yepyeni ve bambaşka bir anlam ve sınır çiziyor.

    ve finalde küçük oyuncunun gerçek bir oyuna dönüştürdüğü deyar parçasıyla tüm zıt, kayıp, gizli, bastırılmış duygular şarkının ritmiyle birbirine karışırken, kendi yüzüne ağırlığınca tokat indiren o annenin acısından, çocuklarının gidişinin imasına dönen köpeğin cenaze törenine uzanan o eşsiz finali ele geçiren shabzadeh şarkısıyla bildiğimiz her şeyin anlamını tuz buz ederek ve sınırlarını yok ederek yeniden koyuyor önümüze panahi.

    allah şahit çok ağladım ben bu filmi izlerken ve sonrasında. 2 gündür finali ele geçiren ebi'nin shabzadeh şarkısıyla mecnun, avare gibi dolaşıyorum işte. başlıkta yazan badilerimin de vurgusunu yaptığı her şeye katılarak güzel şarkının tüm sözlerini aşağı bırakıyorum. sözleri okuyunca şarkının ve finalin anlamı yüreğe geriye dönülmez bir hançer saplıyor. bize de kalbimizde ve hafızamızda bir ömür onu taşımak düşüyor.

    gece oluyor

    sevgili akrabam
    aşiretimin adamı
    binmişsin sürgün atına
    hem de gururla
    bu topraklarda asil bir adamdın
    en çok sen dayandın
    ama sonunda pes ettin
    susuz kalsak da susuzluğa inanarak
    gurur duyduk topraklarımızın adıyla
    hasret dolu rüzgara savurduğun
    sahip olduğumuz tek hazineydi

    hangi sonbahar büyülü sesiyle
    çağırdı seni ey mecnun
    sen de cesaretini toplayıp gittin
    bir gelincik uğruna
    bizimle kal, perişan olsak da
    bekliyoruz burada baharın gelişini
    bizimle kal ki birlikte
    yeniden doğuralım güneşi

    binlerce kuş da âşık senin gibi
    hepsi gecenin içinden geçti
    gün ışığının umuduyla
    temelli gittiler dürüst ve masum
    bir daha da dönmediler
    allah seninle olsun
    karanlıktan bıktın sen
    ne yazık ki bırakıp gitmek değildir
    bu acının şifası
    gittiğin yol günbatımına çıkar
    gündoğumuna değil
    gece oluyor bak, geri dön

    son olarak filmi bana hatırlatarak izlememi sağlayan sevgili lairocse hocama da sevgiler.
32 entry daha
hesabın var mı? giriş yap