255 entry daha
  • fazıl say’ın bestelemiş olduğu 100. yıl marşıyla ilgili fikir beyan etmeyen kalmadı. ben eksik kalayım istiyordum ama aziz okuyucularımın ısrarını kırmak istemedim. bir-iki istisna dışında müspet görüş bildirene rastlamadım. dücane cündioğlu’ndan mustafa varank’a; murat bardakçı’dan sinan akçıl’a; doruk somunkıran’dan serhan bali’ye kadar pek çok kişi son derece sığ, çocukça ve züğürt eleştiriler getirdiler. üç yerden vuruyor herkes: güftenin yavanlığı, prozodi hataları ve melodinin akılda kalıcı olmayışı. hitchcock, truffaut ile röportajında çok bilgece bir şey söylüyor:

    “hollywood yönetmenlerinin, edebiyat başyapıtlarını nasıl mahvettiklerine dair çok şey söylenmiştir. benim, buna asla bir katkım olmayacak.”
    -bu sözlerinizden suç ve ceza'yı asla perdeye getirmeyeceğiniz sonucunu çıkarıyorum.
    ”yapmış olsam bile, iyi bir şey olmayacaktı.”
    -niçin?
    ”dostoyevski'nin romanında, her birinin bir işlevi olan çok, çok fazla sözcük var.”
    -evet doğru. teorik olarak bir başyapıt biçimde mükemmelliğe erişmiş, nihai biçimini elde etmiş bir yapıttır.
    ”kesinlikle öyle. bunları sinema yöntemleriyle gerçekten ifade edebilmek ve yazılı sözcüklerin yerine kamera dilini koyabilmek için 6 ya da 10 saatlik bir film yapmak gerekir. yoksa, iyi bir şey olmaz.”

    bu görüşü pek çok yönetmen de dillendirmiştir: iyi romandan iyi film çıkmaz! cumhuriyet tarihinin en başarılı marşı hangisidir sizce? bence athena’nın 12 dev adam’ı. toplumun hemen her kesimince üstelik kendiliğinden benimsendi. uh, ah dev adam, on iki dev adam! hadi tamam 10. yıl marşı olsun. fazıl say’ın marşının güftesindeki kabak tadı veren klişeler bunda yok mu? son asırda marş dediğin şey resmi kurumlar için bestelenen bir tür olmuştur. memur tezahüratı yani. her tezahürat sloganlardan oluşur. slogan dediğin şey de ideolojinin en ilkel, çocuksu ifadesidir. fazıl say’ın kullandığı güfte de bunlardan pek farklı değil.

    prozodi var bir de. çok ilginç ama müzikle ilgisi olmayan bir dolu insan bu argümandan medet umuyor. prozodi hatası varmış marşta. ee? prozodi açısından şimdiye kadar yazılmış en kusursuz marşımız necil kazım akses’in 50. yıl marşı.

    var mı bu marşı bilen babayiğit? silindi gitti. aksi bir örnek verelim bir de: l'internationale. her dile uyarlandı neredeyse. son 100 yılın en popüler marşlarından biri. dinleyin fransızcasını, göreceksiniz ki prozodi hatalarıyla dolu. hiç marşı bu yönden değerlendiren bir kritik görmedim. nedense bizde prozodi bir başarı kriteri gibi görülüyor. kim çıkardı bunu bilmiyorum. prozodi bekçiliği yapanlardan biri olan murat bardakçı, sadettin arel’in prozodi dersleri kitabına yazdığı önsözde şöyle demiş:

    “prozodinin bir kurallar bütünü olarak- bir sözlü esere uygulanmasını beklemenin- son derece güç hatta imkânsızdır […] ezgiden fedakârlık edilmesini gerektiren prozodi, sadece bu nedenlerle bile tam olarak gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopyadır”.

    gelelim son salvoya: melodi akılda kalıcı değil. çok doğru. bu bizi müzik ilminin en kazık sorularından biriyle karşı karşıya getiriyor: müziği dilimize dolayan şey ne? baby shark, gangnam style, lambada, conga vs. nasıl eleğin üstünde kaldı? bunun formülünü serdar ortaç bile bilmiyordur. ortalama, gelişigüzel ve kimsenin boğazına takılmayan kılçıksız bir ürün ortaya koymak sanıldığından çok daha zor bir iştir. bilhassa müzikle profesyonel olarak alakadar olan, onu geçici bir heves olarak görmeyen kimseler için tasarlayarak ortalama bir eser meydana getirmek neredeyse imkansızdır. ortalamadan kastım şu; toplumun hatırı sayılır kısmının kabul edip beğeneceği, geride kalan kesimin ise beğenmese de garipsemeyeceği veya tiksinmeyeceği bir şey. bu tasarlayarak yapılabilecek bir şey değildir. puşkin çok büyük bir yazardır ancak yazdığı masallar çocuklarda pek karşılık bulmamıştır. margaret atwood, oscar wilde, angela carter… hepsi de çuvallamıştır. dünyanın en çok söylenen marşlarından biri olan l'internationale, üçüncü sınıf bir müzisyenin elinden çıkmıştır. çav bella, gençlik marşı falan ise anonim eserlerdir. yani 100. yıl marşı’nın başarısız oluşu fazıl say’ın beceriksiz bir besteci olduğunu göstermez. 100 yıl evvelinde marş dediğin zaman akla tören müziği gelirdi. bunu da elbette profesyonel müzisyenler besteleyebilir. hemen her zaman sözsüz olurlardı. halkın teveccühünü kazanıp kazanmadığına da kimse aldırış etmezdi. zaten halk muhtemelen bu marşları hiçbir zaman duymazdı. fakat son 100 yılda işler değişti. marş besteciliğinin piri olan john philip sousa dirilip kıyam dursa, o bile üstesinden gelemez bu işin artık. kendinizi devletin reisi yerine koyun. lazım oldu, marş bestelenmesi icap etti diyelim. kimden istersiniz bunu? eni konu düşünün. tüm samimiyetimle söylüyorum, ben siparişi amigolara verirdim. tabii orkestrasyon ve düzenleme işini yine bir müzisyene havale ederim. amigolardan gelen taslakları da illa ki gözden geçirirdim. yoksa şöyle bir facia olabilirdi mesela:

    nasıl koydu paşa
    cahile yobaza
    kaldırdı sultayı
    can pahasına

    yüz yıl oldu dinmedi
    kuyrukların acısı
    yüz yıl daha inlesin
    sarayın soytarısı

    ufak bir makyajla hallolur. demek istediğim şey şu fazıl say’ın kusurunu besteciliğinde müzisyenliğinde aramak doğru değil. nefis bir marş yazmış olsaydı hakikaten de iyi besteciymiş mi diyecektik? saçma. klasik müzik bestecisinin işi değil bu. e ortada kötü bir ürün var. kime keseceğiz faturayı? nerede arayacağız kusuru? elbette fazıl say’da ancak besteciliğinde değil kişiliğinde arayacağız. 53 yaşına gelmiş, taltifin ve şöhretin her türlüsünü tatmış, iyi eğitimli bir insanın bu iş kendisine teklif edildiğinde “ben beceremem” diyebilmesi gerekirdi. bestecilerin muhakkak kaçınması gereken üç alan vardır: marş, seçim şarkısı ve eurovision şarkısı yazarlığı. bu kulvarlardan alnının akıyla çıkan besteci sayısı bir elin parmaklarını geçmez. size roma imparatorluğu’nun pek şöhretli komutanı saturninus’tan bahsedeyim. yazıyı da kıssadan hisseyle bitirmiş oluruz.

    imparatorluğun zor zamanlarıdır. başa geçen hiçbir imparator yatağında ölmemektedir. ya suikaste kurban giderler ya savaşta öldürülürler. tahtta sadece 88 gün kalabilen florianus, kendi askerlerince katledilmiş ve yerine probus geçmiştir. yıl 276. altı sene süren hükümdarlığı isyanlarla, savaşlarla, ekonomik krizlerle doludur. işte bu kargaşada doğu’nun komutanı olan saturninus hempaları tarafından dolduruşa getirilir. memleketin her karışında isyan yahut huzursuzluk varken, isyan etmenin ve tahtı ele geçirmenin tam sırasıdır. üstelik onun gibi bahadır, onun gibi şeci, onun gibi yiğit başka adam mı vardır? erguvanları kuşanıp isyan bayrağını çektiğinde şöyle söyler:

    "beni tahta çıkarmakla yorgun yaşamaya ve vakitsiz ölüme mahkum etmiş oldunuz. bana kalan avuntu, bu yaman ölümün yalnız benim yazgım olmaması."

    evet. julius saturninus çok geçmeden kendi birliğindeki askerler tarafından öldürüldü.
137 entry daha
hesabın var mı? giriş yap