• kellikte hasan bülent kahraman'ı taklit eden foucault'nun bir tespiti var batı medeniyetine ilişkin, diyor ki "batı medeniyeti confessio mekanizması üzerine kuruludur." [1] bir tespitten beklenebilecek özlükte ve saflıkta, müthiş bir tespit. ancak bu kadar kısa ve öz ifade edilebilirmiş; basit ama sıradan değil, karmaşık ama asla anlaşılmaz değil.

    bir kere burada batı ile kasıt yahudi-hıristiyan geleneği değil, doğrudan hıristiyan geleneği. tarihleme de taş çatlasa ortaçağ'a uzanıyor. foucault'nun batıyı batı kılan confessio'su hıristiyanlıktaki itiraf mekanizmasından güç alır. bu da büyük aziz augustinus'un özellikle confessiones'indeki "kendini suçlayan ve bir şekilde suçunu itiraf etmiş olan insan evladının bu yolla tanrı'yı övmüş olduğu" [2] düşüncesine dayanır. sonrası bildik hikâye. her hıristiyan günahkâr doğar ve bir şekilde pederle yani tanrı'yla arasında konumlanan kutsal arındırıcıyla yüzleşir. cuma günü patronun karısına sarktığını, pazar günü pedere itiraf eder. çünkü bilir ki, isa, onun için "de" kendisini feda etmiştir. evet, isa, cuma günü patronun karısına sarkan o hıristiyan için de kendisini feda etmiştir. bunu doğuştan taşınan bir gam yükü olarak düşünün, doğarken size gömülmüş bir çip gibi, sürekli sizinle birlikte hareket ediyor. siz nereye giderseniz, o da oraya gidiyor. ve siz yaşamdaki her adımda geleneğin baskısını değilse de, suçlu doğmuşluğun baskısını hissediyorsunuz. başlıyorsunuz itiraflara; ardı-arkası gelmiyor; konuştukça konuşuyor, itiraf ettikçe ediyorsunuz. sonra patron da zaten sizi işten atma oyununa karısını alet ettiğini itiraf ediyor.

    herkes kendi itirafını farklı bir çeşni gibi katıyor bu yemeğe, sonunda herkesin suçluluk itirafından kitlesel bir arınma çıkıyor. çünkü aracılık müessesesi hıristiyan kitlenin gazını almış oluyor. 16. yy.'da kilise ne kadar haşin olursa olsun, gazı alınmış bu kitleye çok güzel isa aşılıyor, yeni ahit'teki isa'dan zerre nasibini almamış bir isa. sonunda hıristiyan birey isa'dan daha güçlü olan kiliseye gidip de günah çıkarmaya yani arınma zorunluluğuna teslim olur; her ne kadar isa'nın adını ve şarabını-ekmeğini kullanıyorsa da, kilise tek egemendir. isterse katil önünde susar, isterse onu lanetler. isterse hoşgörülüdür, isterse yıkıcı. dahası bu denli "yeryüzünde tanrılık" vasfı, hıristiyanlığa eklemlenmiş bir şekilde yani default on gelir. istese de bu egemenlik, kendisini yadsıyamaz. çünkü o, tüm insanlık için kendisini feda ettiğini söyleyen isa'nın gölgesi altında, ondan daha güçlüdür.

    arnold toynbee bu egemenlik arzusunu şöyle anlatıyor: "herşeyi terketmiş, sayıca hiçbir ehemmiyeti olmayan bir avuç hıristiyan bir memlekete gelir, bu yabancılar orada yaşayan halktan zarurî ihtiyaçları için kendilerine yardım etmelerini insanlık namına yalvarırlar, onlara bu ilk maddi yardımlar yapılır, ikamet edecekleri yerler gösterilir, onlar hep beraber birleşirler ve tek bir cemiyet halinde çoğalırlar. hıristiyanlık dini bu şekilde bir memlekette kök atar ve genişler fakat çabucak hâkim duruma geçmez. olaylar bu şartlar altında geliştikçe sulh, dostluk, itimat ve herkese şâmil bir adalet halk arasında muhafaza edilir. zamanla bir hıristiyan hâkimlik makamını elde eder ve bu yolla onun grubu üstün duruma geçer. o vakit putperestliğin temizlenmesi için derhal bütün anlaşmalar bozulur. bütün medenî haklar çiğnenir ve tabiat kânununa ve hakkaniyet kaidelerine titizlikle riayet eden ve cemiyet kanunlarını asla ihlâl etmeyen bu masum putperestler, eski dinlerini terketmezler, meçhul yeni bir dini benimsemezlerse topraklarından ve atalarından kalma mülklerinden mahrum bırakılırlar ve hatta hayatlarından bile olurlar. böylece neticede, hâkimiyet kurmak arzusuyla kaynaşmış olan kilise için gösterilen hâkimiyet ve gayretin neler hâsıl ettiği ve sahte dindarlık ve ruhların kurtuluşuna hizmet gösterilerinin ne büyük bir kolaylıkla ihtiras, yağma ve ferdî çıkarlara perdelik yaptığı görülür." [3]

    sonra toynbee gibi koyu muhafazakâr bir tarihçi de confessio sunar. gerçekleri herkesin yüzüne vurur, ama bu yüze vurma lanetlenme anlamını taşımıyor. günah çıkarma mantığı aynı zamanda arınma anlamını içinde taşır. günahını kabullenen inançlı insan, yaptıklarından ötürü deneyimlediği vicdan azabından kurtulur. rahatlamış bir şekilde evine döner ve inanç dünyasındaki tedavinin bir neticesi olarak "zaten günahkâr doğmuş olan" diğer tiplere bir model teşkil eder. diğerleri de önce yaparlar, sonra arınırlar. oysa kuran islâm'ında bu yok; tevbe eden kişinin tam anlamıyla arındığı söylenemez. ne kadar arınıp arınmadığını bile allah'ına bırakmış olan müslüman evine dönerken arınmışlık değil pişmanlıktan kaynaklanan iç sıkıntısı duyar. bu da iki farklı inanç dünyası arasındaki öz-güven farklılığının kaynağını göstermesi bakımından önemlidir.

    kuran'da tevbe'nin kabulünden bahsediliyor ancak bunun merhametli bir allah'la ilişkilendiği aşikâr (bakara 160: ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar başkadır. zira ben onların tevbe'lerini kabul ederim. ben tevbe'yi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim.). beri tarafta ise esirgenmiş olmasının bir anlamı yok, o confessio'yu gerçekleştirdiği andan itibaren yeryüzünde yeteri kadar kendini huzurlu hissediyor. kilisenin egemenlik gücü ziyadesiyle buradan geliyor, her an yeryüzünde arınabilmek, insaflı bir yaratıcının insafına kalmaktan çok daha mühim bir öz-güven sağlıyor. putperestler ise garibanmış. göksel krallığı müjdeleyen isa'nın çilesinden yeryüzü krallığı edinen gelenek karşısında açık-sözlü bir şekilde dile getirilen yeryüzü krallığı projesini sürdürememiş. an gelmiş isis ve athena kültü yerle-bir edilirken, yüksek vergi toplanan kimi mevkiilerde pagan inançlarının sürmesine izin verilmiş. toplanan vergiler kilisenin kalın duvarlarını besledikçe beslemiş. beri yanda ise görüntüde faiz haram, şatafat ve israf sanki sevap. yine kalın duvarlar çekiliyor ama bulaşıcı bir hastalığın neticesi olarak. batının ahlâksızlığını değil, ahlâksızlığın batıllığını almışlar. müslümanlar da burada yapıp ettiklerinden ötürü duydukları vicdan azabını, yine buradaki tevbeleriyle tümüyle yok ettikleri (öyle sandıkları) müddetçe hıristiyanlıktaki confessio anlayışının etkilerini kendi yaşamlarında daha fazla görecek. belki liverpool'u da satın alacak arap işadamı. oysa müslüman her daim ince bir ipte yürüdüğünü bilerek her türlü yeryüzü nimetine kanmadığında ve kendine has itirafını zihninde halledebildiğinde, etrafına ve kendine daha fazla huzur veriyor.

    formül şu: tümüyle arınmayacaksın, bir tarafın lekeli ya da en ufak çamurla lekelenebilir kalacak; aksi hâlde sen de lekeleyenlerin safına yerleşirsin. gündüz gazetecilerin eşliğinde fakir sofrasına oturur, gece boğaza nazır villanın bahçesinde havaî fişek eşliğinde kızını evlendirir, dolarları havada uçuşturur, damadını da bakanlar kurulu baskısını üzerinde hisseden bir yandaşın şirketine ortak edersin. bir confessioyla dünyaları satın almak mümkünken, o yolu yeğ tutmamak anlamlı. bir batı hastalığı şu itiraf mekanizması, bana kalırsa modernitenin ortaçağ'dan bu yana en büyük yalanı. daha kötüsü, meret bulaşıcı da. bulaşıcı olmasaydı belki kökünde kururdu, ama bulaştı. daha beteri, bulaşıklığının marifet bilinmesidir.

    notlar:

    1. m. foucault, the history of sexuality: an introduction, vol 1, new york, vintage books 1990.
    2. augustine of hippo, berkeley: university of california press, 1969, s.175.
    3. a. toynbee, tarihçi açısından din, ter. i. canan, ufuk kitapları, 2008, s.206-207.
hesabın var mı? giriş yap