• savaş filmlerine dair uzun bir çalışma neticesinde belirlediğim temalar üzerinden (polisiye, klostrofobik, kolonyal, yol, kölelik, kadın gibi içlerinde birkaç kavram da dahil olmak üzere 25 tema) tek tek kategorilendirip, o temaya dair en iyi filmi ince eleyip sık dokuyarak belirledim ve listeye dahil etme gerekçemle birlikte her filme yapmış olduğum şahsi yorumlarımla birlikte ekledim. daha önce böyle bir çalışma yapılmış mıdır bilmiyorum.

    şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; aslında öncelikli planım ilk çağdan günümüze belirli periyotları ele alıp (örneğin roma imparatorluğu, rönesans italyası gibi) bu periyotların ilgili zaman aralıklarında geçen en iyi filmleri seçip sinema üzerinden kronolojik bir tarih okuması yapmaktı. fakat bu durumda da örneğin alt başlıklarda da görebileceğiniz gibi "intikam" temalı veya polisiye kurgulu savaş filmlerini listenin dışarısında bırakmak zorunda kalacaktım. bir de başlığı "temalarına göre kategorize edilmiş en iyi savaş filmleri" olarak düşünüyordum fakat malumunuz karakter sınırlamasının azizliğine uğradı. lafı fazla uzatmadan buyurunuz:

    klostrofobik*:

    kanal, 1957, andrzej wajda: filmin neredeyse tamamının lağımlarda geçtiği; iç karartıcı, depresif, karanlık bir atmosfer eşliğinde pololnyalıların sergilediği son derece sembolik nazi direnişini konu alan, bir saklanış ve hayatta kalma mücadelesinin anlatıldığı, sürekli artan bir gerilimin buram buram izleyiciye hissetirildiği barut gibi patlamaya hazır bir film. alman zırhlılarının egzoz borularından çıkan dumanı, yer yer sürünerek ilerlemek zorunda kalan polonyalı direnişçilerin arasında yaşanan ihanetleri, delirmenin eşiğine gelen grup üyelerini, intiharları, kısacası pis kokulu, kıvrıla kıvrıla uzanan cehennemvari bir lağımda yaşanacak tüm çaresizliği ve kurtulma mücadelesini izleyicinin gözünün içerisine sokan hazmı zor bir andrzej wajda şaheseri.

    *klostrofobik savaş filmi denince das boot ve der untergang böylesi bilinirken, kanal gibi bir şaheserin kıyıya köşeye itilmiş olması gerçekten üzüntü verici.

    polisiye:

    the night of the generals, 1967, anatole litvak: polisiye ve savaş gibi birbirinden çok ayrı kulvarlarda seyreden türlerin sevdiğim yanı kendini çok uç bir hikaye anlatıcılığına yaklaştırıyor olması. yani ortaya çok absürd bir yapım da çıkabilir yada tam tersi ardıllarının selam duracağı bir kült de olabilir. filmin konusu ve oyuncu kadrosuna gelecek olursak; üst rütbeli bir nazi generalinin öldürdüğü fahişe hakkında yürütülen soruşturmanın anlatıldığı, başrolde ingiliz sinemasının duayen aktörlerinden peter o'toole ve omar sherrif'in kelimenin tam anlamıyla seyirlik bir performans sarfettiği 1967 yapımı şahane bir ingiliz savaş-polisiye filmi. cinayet soruşturmasının yanı sıra ordu içerisindeki ast-üst rütbeler arası hiyerarşik çatışmaya getirdiği eleştiriler açısından her ne kadar kubrick'in full metal jacket'ta en sert şekliyle verdiği "anti-militarist" düşünce kadar olmasa da paths of glory filmiyle kıyas yapılacabilecek kadar sağlam.

    intikam:

    l'armée des ombres,1969, jean-pierre melville: bir intikamdan daha ziyade, odak noktasını fransız gönüllülülerinin nazilere karşı verdiği mücadelenin oluşturduğu, ardıllarından farklı olarak mücadele noktasında kahramanlık klişeleriyle hemhal olmamış ancak yine de destansı bir çabanın anlatıldığını buram buram hissedebileceğiniz bir şahane melville filmi. benim için filmi daha da özel yapan melville'in fransız yeni dalgası için kilometretaşlarından, şahsımda da çok ayrıcalıklı bir yere sahip bob le flambeur gibi kendi kült sinemasına uygun kara filmleri haricinde bir de böylesi bir projenin altından alnının akıyla çıkabiliyor oluşu. filmin uyarlandığı eserin yazarı ayrıca bunuel'in belle de jour filminin romanını da kaleme almış olan joseph kessel.

    devrimci:

    land and freedom, 1995, ken loach : ispanya iç savaşı, farklı uluslardan katılımların aktif rol aldığı; ikinci dünya savaşı'na giden süreçte tarafların büyük mücadele öncesi güçlerini sergiledikleri bir prova sahnesidir. filmimiz; ingiltere'de yaşayan işçi sınıfı mensubu baş kahramanının sovyetler birliği desteğindeki cumhuriyetçi koalisyonun bir parçasını oluşturan ispanya komünist partisi safında mücadele amaçlı katılmasıyla başlar. film boyu; sovyetlere nazaran ispanya'ya coğrafi yakınlık olarak avantaja sahip almanya ve italya'nın doğrudan desteğini alan organize franco birlikleri karşısında -stalinistlerin tetiklediği- içerisinde troçkist grupların da yer aldığı cumhuriyetçiler arasındaki dağılma sonucunda yaşanan kırılma neticesinde alınan mağlubiyetin eleştirel okuması da yapılmaktadır. ayrıca filmin ortalarında yer alan cumhuriyetçilerin ele geçirdiği köydeki toprak idaresi konusunda köylülerle girdikleri diyaloglar bu "evrensel" filmin karenesine bir artı olarak yazılmalıdır.

    epik

    bridge on the river kwai, 1957, david lean: epik film denince tür ayırt etmeksizin insanın aklına gelen ilk isim hiç kuşkusuz ki david lean oluyor. filmin başında nasıl rehin alındığını göremediğimiz, yalnızca esir kampına doğru bir grup askerin hareket edişleriyle başlayan film, esir alınan ingiliz askerlerinin japonlar tarafından köprü inşaatı için çalıştırılmasını konu ediniyor. alec guiness'in canlandırdığı albayın karakterini biraz romantize edilmiş bulsam da, david lean'in alışkın olduğumuz, arka planda yaptığı ingiliz propagandası (hatta içerik yönünden çok başka şekilde de eleştiriye açık bir film) çekilmiş en iyi tarihsel epik film olduğu gerçeğini değiştirmez. ayrıca japon komuta kademesinin eskimoları andıran yüz ifadeleri ve hareketleri de gerçekten komik.

    spiritüel:

    apocalypse now, 1979, francis ford coppola: karanlığın yüreği; ingiliz deniz tutkunu yazar joseph conrad'ın kongo seyahati sırasında tuttuğu günlükler ve edindiği deneyimler sonucu yazdığı edebi bir eser. can yayınları'ndan basılmış, şiddetle okunmasını tavsiye ettiğim türkçe çevirisi mevcuttur. ancak filme uyarlanan apocalypse now ise kesinlikle conrad'ın eserinden ziyade copolla'nın kafasından çıkma bir şaheser. film sonlanana dek insanın en safi duygularına kadar hakim olan, hatta kurtz'un durumunda olduğu gibi belki, insanın benliğini tamamıyla ele geçiren şeytani düşman "vahşi doğanın ta kendisi"dir. film boyu uzun sekanslar halinde ilerleyen tropik orman görüntüleri aslında savaşın insan tabiatına vahşi doğanın kendisinden mi girdiğini düşündürtmüyor değil. bir petrol botuyla ormanın derinliklerinde albay kurtz'ü arayan yüzbaşı willard için her ne yorumda bulunursak bulunalım albay kurtz ile arasında oluşan bağı hafife almış oluruz. sonuç itibariyla kurgu, müzik (bilhassa the end ) ve görsellik açısından sinematik bir şiir olarak adlandırılmaya müsait bir film.

    tahribat*:
    *: burada tahribattan kastetmek istediğim, savaşın insan üzerinde bıraktığı kalıcı tesir.

    johnny got his gun, 1971, dalton trumbo: sanıyorum tahribattan ne kastettiğimi anlatmaya en müsait film johnny got his gun. kaybettiği silah arkadaşlarından farklı olarak joe, tüm uzuvları kopmuş bir halde savaştan kurtulmayı başarmış bir asker... bir örtünün altına hapsolmak zorunda kalmış, beyni fazlasıyla hasar almış, filmden not aldığım bir replikle "bir sebze" haline gelmiş fakat halen hatırlayan ve hisseden bir insandır joe... renkli flashbackler aracılığıyla filmin bunalımlı atmosferinden bir nebze dahi olarak çıktığımız geriye dönüşler sayesinde biz de joe'nun geçmişte yaşadıklarına ve hayallerine çaresizlikle seyirci oluyoruz. joe her haliyle şovenist kahramanlık anlatısı kisvesine oturtulmuş savaş kavramını yerden yere vuruyor.

    çocuk:

    idi i smotri, 1985, elem klimov: kelimelerin tarifsiz kaldığı, insanın içini titreten etkileyici bir gerçeklik ve bir vahşet sunmaktadır bu film. filmin hiç bir yerinde üzerine yağan mermilerden insanüstü güçle sıyrılan bir asker yok, göze sokulmak istenen hiç bir hollywood yapaylığı yok, sadece filmin son sahnesinde elleri titreyerek hitler'in fotoğrafına ateş eden bir çocuk var.

    ihanet:

    paths of glory, 1957, stanley kubrick: film, almanların, kayzer wilhelm'in saçma sapan tutkuları sebebiyle birinci dünya savaşı'na girmesine benzer şekilde fransız generalinin terfi uğruna siperden çıkmak istemeyen emrindeki birlikleri üzerine (başlarını albay albay dax rolünde oynayan kirk douglas'ın çektiği) top atışı yaptırmasıyla açılıyor. ancak yargılanan general değil, siperden çıkmadığı için korkaklık ve vatana ihanetle suçladığı üç fransız askeri oluyor ve onları mahkemede savunmak da albay dax'a düşüyor. askeri hiyerarşi içerisindeki mide bulandırıcı yozlaşma; roman uyarlaması olduğundan olsa gerek film içerisinde geçen not alınması elzem olan beylik tiradlara sahip, insanların neyi amaçlayarak ve ne uğruna savaştığını sorgulayan, ne uğruna savaşmaması gerektiği hakkında çıkarımlar yapmaya iten, son sahnesine kadar düşündürücü ve muhteşem film. ayrıca vatana ihanet gibi bir yaftalamayı yapıştırmadan önce ne kadar düşünülmesi gerektiğini de gözler önüne seriyor.

    tarihsel:

    the thin red line, 1998, terrence malick: yönetmenin days of heaven'ı çektikten 19 sene aradan sonra sinemaya döndüğü film olması hasebiyle filmde rütbe farkı gözetmeksizin er rütbesine kadar tüm oyuncular hemen hemen tanıdık simalardan oluşuyor. filmin kurgu, görsellik ve bilhassa şiirsellikle kurguladığı savaş karşıtı slogana (bilhassa bu sahnelerde yer alan iç sesler vasıtasıyla) sakin ve durağan sahnelerden sonra gelen hareketli kareler eşlik ediyor. başta ismi dolayısıyla (ince kırmızı hat) insanın yaşama içgüdüsünü her haliyle suratlara çarpan bir yapıt. deprem oluyormuş hissi veren patlamalar eşliğinde düşman hattına ilerlenen bir sahnesi var ki filmin, pek çok savaş filmini sollayabilecek bir gerçeklik sunar. karşı tarafı aşağılamadan, savaşı ve yaşanan savaş atmosferini mümkün olan en objektif haliyle ortaya koymayı başarmış bir savaş filmi.

    mahkeme:

    judgement at nuremberg, 1961, stanley kramer: film, spencer tracy'nin ikinci dünya savaşı sonrası nürnberg'inde otomobille yaptığı yolculuk esnasındaki, savaşın geride bıraktığı enkaz haline dönmüş şehri ısrarla turlamak istemesiyle açılıyor. mahkemede yargılanan nazi yargıçlarının olağanüstü tiradları buna karşılık mahkeme heyetinin takındığı şaşkın tavır ki bunun en büyük örneği maximilian schell'in ifadesi esnasında amerika'nın nagazaki ve hiroşima'ya attığı atom bombalarını hatırlatması ve amerikalı hakimin büründüğü suçluluk psikolojisinde zirveye çıkar ve yargılamaların ne denli hakkaniyet ölçüsü göz önüne alınarak yapıldığı daha net anlaşılabilir. bir de tabii ki nazi almanyası yargılanırken, dikkat edilmesi gereken esas önemli nokta; alman halkını demir perdenin batısında tutma hassasiyeti ve mahkeme heyetinin vereceği kararda bu hassasiyetin gözardı edilmemesi gerekeceğini de unutmamak lazım. film tüm bu yönleriyle fazlasıyla keskin ve doğal bir drama.

    mizah:

    dr. strangelove, 1964, stanley kubrick: nükleer kaosun içerisinde akıl sağlığını kaybetme noktasına gelmiş tiplerin dünya'nın kaderini belirledikleri, türlü maskaralıkların havalarda uçuştuğu, george c. scott ve peter sellers'ın şapka çıkarılacak denli renkli ve sempatik oyunculuklarıyla komünizm paranoyasının buram buram yükseldiği (gerçi iki ideolojinin de birbirinden farkı olmadığı ayan beyan gösteriliyor), soğuk savaşın nükleer gündeminin hicvedildiği kahkaha bombardımanı film. yer yer komik olamayacak kadar absürd sahneler yok değil, cola makinesinin akıbeti gibi ancak bazı uçuk absürdlüklere sahip olması; bir başka ülkeye atom bombası atılma emrini verebilecek kadar beceriksiz, ahmak ve çılgın olarak nitelenebilecek gülünç kimselerin dünya'nın kaderini tayin etmede söz sahibi olduklarını göstermesi bakımından filmin korkunç bir mizahi zekaya sahip olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

    ironi:

    underground, 1995, emir kusturica: film; bir savaşla başlayıp diğeriyle sona eren, fellini esintilerini fazlasıyla hissettiğimiz (tankın üzerindeki dans sahnesi bunun en tipik örneği) kusturica'nın; hemen hemen filmin her sahnesine serpiştirdiği oynak balkan havaları eşliğinde yugoslavya'nın dağılışına çaresizlikle yaktığı şiirsel ve mizahi bir ağıt. (tabii bunda goran bregovic de önemli bir faktör.) iki savaş arası dönemde küçük yugoslavya'nın tıkıldığı mahzenimsi yer için ikinci dünya savaşı sonrası tito dönemi eleştirisi yapılması film hakkında yaptığım okumalarda rastladığım en hoş tespitlerden biriydi. filmde sırbistan propagandası yapıldığı yönündeki eleştirilerin tamamıyla haklı olduğunu iddia etmek mümkün değil. bu denli başarılı bir film için böylesi bir yorumda bulunuyor olunmasının en önemli zeminini filmin 1995 gibi politik ve çalkantılı bir dönemde vizyone girmesi talihsizliği oluşturur. bunun haricinde filmin içerisinde yine küçük de olsa bazı rahatsızlık uyandırıcı ayrıntıların varolması topyekun bir bombardımana girişilmesine haklı bir gerekçe sunmamalı.

    casusluk:

    ivanovo detstvo, 1962, andrey tarkovsky: tarkovsky'nin ilk filmi. casusluk teması altında bu filmi paylaşıyor olmak çok iddialıbir tercih oldu. her şey bir kenara; bir sinemaseverin yapabileceği en büyük yanlışlardan biri, bunu bir savaş filmi olarak görmek olacaktır. her ne kadar tek kurşun sesinin işitilmediği, anlatı itibarıyla kusursuza yakın bir savaş filmi olsa da (bilhassa filmin ana kahramanı küçük çocuğun kıza kur yaptığı sahnede mevcut olan; o dönem için şaşılacak akışkan kamera hareketleri) filmi tarkovsky'nin gitgide daha ustalaştığı ve kendine özgünlüğüne kavuştuğu dönem sinemasına giriş olarak değerlendirmek doğru olacaktır. düş sekansları, ağaçlık orman atmosferi, çocuğun iç dünyasında yaşadığı gelgitleri tarkovsky sinemasına has görsel bir biçimde özetlemesi gibi hoş ayrıntılarla karşılaşsak da film boyunca çok net bir bergman havası soluruz.

    aşk:

    letyat zhuravli, 1957, mihail kalatozov: savaşın ayırdığı iki aşık gibi (iriyapılı ve vatansever çocuğun gönüllü olarak sovyet ordusuna yazılması ve evi hava bombardımanı neticesinde yıkılan kızın başka bir erkekle evlenmesi) oldukça klasik bir konusu olsa da hem herhangi bir ideolojik bağlılıktan uzak oluşu hem kalatozov'un harika yönetmenliği hem de başroldeki kızı canlandıran tatyana samoilova'nın dudak uçurtan performansıyla bünyede bıraktığı tesir itibarıyla rus sinemasının selvi boylum al yazmalım'ı yorumu rahatlıkla yapılabilir film için. bu filmi izledikten sonra ballad of a soldier'ı izlemiştim sıcağı sıcağına ancak bu filmin üzerine açıkçası yavan gelmişti. filmin ilk karesinde arka fonda duyulan sözü burada alıntı yapmak istiyorum: "savaşta, ölüm çirkin; faşistlerle mücadele içinse onurlu bir duruştur. ama yine de, savaşın girdabından çıkmayı bilmek gerek. binlerce yıldır ölenleri, onları özleyenleri bilmek gerek. ne sevdaları vardı kim bilir içlerinde taşıdığı, ne hayalleri, ne umutları vardı."

    fantastik:

    pan's labyrinth, 2006, guillermo del toro: film hakkındaki analizimi night of the generals filmine yaptığım yorumu buraya uyarlayarak başlamak istiyorum. fantastik ve savaş gibi birbirinden çok ayrı kulvarlarda seyreden türlerin tek bir filmde vücud buluyor oluşunun sevdiğim yanı kendini çok uç bir hikaye anlatıcılığına yaklaştırıyor olması. yani ortaya çok absürd bir yapım da çıkabilir yada tam tersi ardıllarının selam duracağı bir kült de olabilir. buradan itibaren pan's labyrinth'e hakkındaki yorumuma geçmek istiyorum. filmin fantastik ve savaş gibi iki türü tek bir potada eritmesinin bir savaş filminin inandırıcılığını gölgede bırakmaya yeteceğine değinmiştik. fakat bu sentezlemenin en başarılı sunumunu pan's labyrint'de görmemiz mümkün. küçük bir kızın üvey babası franco taraftarı bir general tarafından faşizmin despot tarafına şahit olması, hiç bir despotluğun hükmetmeye muvaffak olamayacağı hayal gücü mefhumunun del toro'nun hayal gücünün etkileyiciğiyle birleşmesi sonucu böylesi dokunaklı bir film meydana çıkmasına vesile olmuştur. ofelia kaçacak yer arayan bir kız, bu zeki kitap kurdu kızın evinin altında inşa edilmiş bir labirent keşfetmesi yarı büyüleyici bir yarı insan yarı tanrı orman tanrısı bir keçiyle tanışması, ondan kaderini değiştirmesine yardımcı olacak bazı korkutucu görevleri yerine getirmesini istemesi tabii ki çok da şaşırmamamız gereken bir durum. fantastik sinema ve ispanya iç savaşı'nın tek bir filmde vücut bulabilmesi mümkün mü? pan'ın egzotik dünyası, faşizmin tarihsel otoriterliğine vurduğu sert yumrukla bunu hakkıyla yabilen ender filmlerden birisi.

    mülteci:

    lakposhtha parvaz mikonand, 2004, bahman ghobadi: ghobadi'nin sarhoş atlar zamanı'nda "mockumentary"sinde yaptığına benzer şekilde tekrardan bizi ortadoğu kırsalında küme küme yaşayan insanların hem vicdanen hem de bilinçli olarak görmezden geldiğimiz ızdırap ve trajedilerine ortak olmaya davet ediyor. film, öylesine gerçekçi ve doğal ki ırak-iran sınırında doğan ghobadi; filmde yer alan ırak-türkiye sınırındaki mayınlardan sakatlanmış bir çocuğun geçmişte arkadaşı, patlamayan mayınları amerikan kuvvetlerine satan bir yetişkin kendi hayatından bir kesit olabilir. filmin yaşattığı tarifsiz gerçeklik açısından savaş kategorisinde tek kıyası nuit et brouillard olabilir.

    uyarlama:

    all quiet on the western front, 1930, lewis milestone: öncelikli olarak belirtmek gerekir ki eserine vefalı kalarak yapılmış bir uyarlama. savaşın felaketine dair kitabın önemle üzerinde durduğu kouları olduğu gibi yansıtmayı başarmış. filmdeki heyecen ve üzüntüye eşlik eden vokalize görüntüler filmin ritmi ve etkileyiciliği açısından açısından döneminin çok üzerinde bir tesire sahip. aşırılığa kaçılan sahneler, filmin içerisindeki her bölümün sürekliliği canlı tutuşu, baş karakterin filmdeki herşey gibi kendinde de yaşanan değişimi yansıtması (1914'te savaşa giderkenki coşkunluğundan zamanla eser kalmaması) savaşa dair izlenimlerinin değişmesi filmin çekildiği yılı unutturacak bir ustalıkla ortaya konmuş. her ne kadar birinci dünya savaşı üzerinden yapmış olsa da; tüm savaşları özetleyen filmdir batı cephesinde yeni bir şey yok. ölmeden önce yüreğini ortaya koyan unutulmaz bir kapanışa da sahiptir.

    kolonyal:

    la battaglia di algeri, 1966, gillo pontecorvo : film, 1965'te, fransa'dan bağımsızlığını kazandıktan 3 sene sonra, cezayir hükümetinin girişimleriyle ve yardımlarıyla cezayir'de çekildi. böylelikle filmin; cezayir ulusal kurtuluş cephesi'nin yaptığı gerilla savaşına ilişkin ilk elden bilgisi ve tecrübesi olduğu gibi, film de doğal olarak cezayir halkının toplumsal, tarihi ve kültürel ortamında gerçekleştirilmiş oldu. film öylesine gerçekçidir ki edward said dahi konuk olduğu bir televizyon programında bu filmin anti sömürgeci mücadelede benzersiz olduğunu iddia etmiştir. aslında filmin en büyük kaybı 1945'teki; müttefiklerin zafer kutlamalarının cezayirlilerin bağımsızlık gösterilerine dönüştüğü ve fransızların yalnızca setif'te on binlerce insanı katlettiği dönemi es geçip sonrasında (1954) başlamasıdır. (bkz: setif katliamı) eğer ki film 1954 yılına geçmeden önce 1945 kutlamalarıyla başlasaydı gerçekten çok daha iyi ve etkileyici olabilirdi. filmde en hoşuma giden sahneler; avrupalı kadınlar gibi giyinmiş cezayirli kadınların avrupalıların bulunduğu bir bölgeye bomba yerleştirdiği sahne ve fln'nin bir yandan gizli bir islami düğün hizmeti yaparken, diğer yandan da ortaya çıkma risklerini azaltmak için düğünü şartlara uydurmak için kısa tuttuğu sahne.ayrıca kameranın cezayirdeki modern arabaların olduğu zengin, varlıklı semtler boyunca ve daha sonra da kalabalık başkent cezayir'in eski, perişan, harabe binaları, dar ve pis sokakları üzerinde pan yaptığı sahneler de etkileyicidir. ayrıca belirtmeden geçmeyeyim; filmin müzikleri ennio morricone gibi bir duayene ait.

    sanatçı:

    mephisto, 1981, ıstvn szabo: buraya çok bilinen the pianist filmini yazmadım. onun yerine en az onun kadar şahane olduğunu düşündüğüm mephisto'ya yer verdim. film; ülkesini seven, sanatın propaganda aracı değil, halk için olduğunu savunan, baş karakterimiz hendrik höfgen'in, nazilerin iktidara gelişiyle düştüğü ikilemler; ülkesini terk edemeyişi, sanatını icra edebilmeye devam etmek için nazi memurlarıyla yaşadığı sıkıntılar üzerinde şekillenir. hatta bu vicdanlı ve duyarlı sanatçı o raddeye gelir ki bir süre sonra ülkesinde yaşanan soykırımlara, etnik temizliğe dahi ses çıkaramaz. çünkü daha önce sesini çıkaran arkadaşları tek tek ortadan kaybolmuştur. nedense bu film verdiği hüzün sebebiyle böll'ün palyaço romanını hatırlatır bana.

    kadın:

    a zori zdes tikhie, 1972, stanislav rostotsky: askeri eylemlerin (veya devrimci mücadeleleri de dahil edebiliriz buna.) anlatıldığı eserlerde savaşan askerler hemen hemen istisnasız tüm filmlerde erkeklere ayrılan bir mecra olmuştur. a zori zdes tikhie ise bu cinsiyetçi alışkanlık ve gelenekten sıyrılmayı başarmış bir film olarak karşımıza çıkar; çatışmaya girilen sahnelerin siyah beyaz flashbacklerin ise renkli oluşu; kadınların tüm olağanlığıyla bir askerden ziyade kadın olarak (arzularıyla, hisleriyle, beklentileriyle) olduğu gibi filme yansıtılması bu 3 saatlik destansı anlatıyı meydana getirir.

    kölelik:

    ride with the devil, 1999, ang lee: westerne kayan öğeleriyle kölelik temalı savaş filmlerine dahil ediş sebeplerimin başında ang lee gibi bir yönetmenin filme kattığı derinlik, karakterlerin duygusal dünyalarını yansıtmada gösterdiği benzersiz başarı (bilhassa güneylilere dair sergilediği romantik bakış), filmin baş karakterinin konfederasyon yanlısı babası ve güneylilerin tarafında yer alan arkadaşı üzerinden yaşadığı ikilemlerin seyirciye yansıtılmasındaki ustalıkta çok büyük pay sahibi olması yer alıyor. ayrıca filmin köleliğin yasadışı ilan edilme sebeplerini farklı açılardan ele alışı da filmi fazlasıyla orijinal ve hakkı yenmiş bir film haline getiriyor.

    biyografi:

    patton, 1970, franklin j. schaffner: ikinci dünya savaşı'nın anlı şanlı kahramanlarından george s. patton'ın devasa biyografik kasidesini anlatan patton'ın, bize savaşın ne kadar da kötü bir şey olduğunu ispat etmek gibi bir çabası yok. bunun yanında bir de her ne kadar dejenere amerikan vatanseverliği buram buram yüzümüze üflense de patton gibi en son örneğine on yedinci yüzyılda rastlanabilecek; incile atıfta bulunan şiirler yazan, savaşı ölesiye seven, anakronik bir generalin george c. scott'ın sempatik ve yer yer güldürücü ve şahane oyunculuğuyla adeta bütünleşmesi, sahnelenen savaş sahnelerinin gerçekliğiyle birleşince filmi izlerken ciddi anlamda hazır kıta haline geçip savaşı bekler hale geliyorsunuz.

    soykırım, trajedi:

    nanjing nanjing, 2009, lu chuan: nanjing trajedisi üzerinden geçen yaklaşık yetmiş küsür sene içerisinde kurtulanlar veya çeşitli kaynaklar yoluyla pek çok filme (bunların içerisinde hollywood yapımları da mevcut olmak üzere) ve çeşitli kurmaca hikayelerde üstün körü de işlenmiş bir konudur. nanjing, nanjing ise bu tarihsel trajediyi bağlam ve içerik yönünden arka planını da dahil ederrk ve kayıtsız ve sessiz bir sakinlikle trajedinin tüm taraflarına belki de daha önce hiç anlatılmadığı şekliyle; yer yer bir kadının ümitsiz gözlerini yakın planına alarak film boyunca daimi olarak tabiri caizse bir şok yaşatıyor. ayrıca binlerce japon askerinin mezbahayı andıran bir platformun içine doldurduğu çinlilere uyguladığı işkence ve diri diri yakma sahneleri idi i smotri'den bu yana bir filmde rastladığım en gerçekçi sahnelerdendir.

    yol:

    voskhozhdeniye, 1977, larisa shepitko: film iki rus partizanın yiyecek bulmak amacıyla nazi işgali altındaki belarus'ta hayatlarını tehlikeye atarak yaptıkları yolculuğu anlatıyor. benim bu filmde en çok dikkatimi çeken şey; çaresizlik anlarında iki partizanın da sığınığı dini alegorileri ince yoldan da olsa örtülü şekilde göstermesi ve tebessüm ettirmesi olmuştur. gerçekten de film; pek çok sahnesinde inanç ve politik eksenli temalara inandırıcı dokunuşlarda bulunmasının yanında hem savaşın felsefesine ve ahlaksızlığına bir gönderme olması maksadıyla hem de iki partizanın yaşadığı akıl almaz eziyete duyduğu saygıdan dolayı siyah beyaz çekilmiştir. bilhassa filmin ikinci yarısında ağırlığı dolaylı olarak hissedilen dini sembolizmin iki partizan üzerinden yansıtılabilmesinde yetmişli yıllarla birlikte artık sovyet siyasetinden ve kültür camiasından etkisi gitgide azalan stalinizmin de payı büyük. bununla birlikte filimin başlangıcındaki kar fırtınasıyla başlayan ve filmin son anına dek karakterlerin nefes borularına kadar işlemiş soğuğu çaresiz bir tepkiyle izliyorsunuz.

    böyle bir çalışmanın bir benzerine daha önce rastlamadığımı giriş kısmında belirtmiştim. buradaki 25 temanın içerisinde eksik veya atlanmış bir tema olduğunu düşünen yazar arkadaşlar bunu belirtebilirler. çaylak statüsündeki yazar arkadaşlar da direkt mesaj yoluyla ulaşabilirler: https://twitter.com/imksby

    edit: imla
6 entry daha
hesabın var mı? giriş yap