7 entry daha
  • marksistlerin en can sıkıcı dertlerinden biri hemen her zaman kimin marksist olup olmadigina dair marksizm gardiyanliği yapmaya çalişan garip kuş türleridir. bu yöndeki eleştiriler marksizm içindeki kimi otoriter eğilimlerden geldiği kadar, enteresan bir sekilde marksizm dışından da gelir. marksist olmadiklari halde “eeee sen tarihin temel dinamiği sinif mücadelesidir demiyorsun o zaman”, “ee sen o zaman siniflar mücadelesine inanmiyorsun, kapitalizmin kaçinilmaz olarak yikilacağını da düşünmüyorsun” demeyi marifet sayan bu türlere “bunu da nerden çikardin kuzum, birak bu mantiksal gereklilik mavallarini, biz burada baksa sey tartisiyoruz” demek de kar etmez. kimin ne olup olmadiğina dair kendince testler uydurup o testlerin sonuçlarina göre sağı solu kendi imputed etiketleriyle süslemeyi marifet saymalarina ragmen, bu tarz dogmatiklerin en özgürlükçü ve çoğulcu havalarda gezinmeleri de ayri bir meseledir. genellikle geniş bir kültüre sahip olduklari zanninin verdiği kibirle, ya da bilmem hangi teorik, politik ya da kişisel nedenlerle, her türlü “total teoriden” ölecek gibi nefret ettikleri için, bir gardiyanla ya da polisle tartişmak ne kadar imkansizsa, küstahliği ve saçmalamayi bir analiz yöntemi haline getirmiş bu kuşlarla tartışmak da ayni ölçüde imkansızdır. nefrete ve kibire karşı yapılacak bir şey yoktur ve maaselef her anlamda “ayri dünyalarin insanisizdir”.. hadi meseleyi bir alaturka bir türk filmine çevirmeyelim ama bu gibi durumlarda ya boşverip hiç umursamamaniz ya da “hayir jan piyer yaniliyorsun” diyerek uzun bir tirada başlamaniz gerekir… umursamamak iyi bir seçim gibi görünüyor aslina bakarsaniz, ama bu gece yapacak işimiz yok, biz simdilik ikincisini tercih edelim.

    sözlüge bakmiyorduk bir süredir ve fakat baktığımızda da gördük ki etrafa küfreden ve küçümsemeyle sağa sola laf yetiştiren, gezindiği büyük pasajlardaki tezgahlara ugrayip zor beğenir bir edayla caka satan flaneur martimiz yine buralarda uçmuş.
    marti olmadan adam didiklemeye kalkan marti imitasyonlarinin insafina kalan marksizm, dediğimiz gibi bu tür toplumsal pratikle ilişkisi müphem durumlarda karşisindakini genellikle hiç umursamaz ve yukarda söylediğimiz gibi “çekil git basimdan jan piyer, mantikli bir şey söyle allahaşkina,” demeyi tercih eder.. ama gelin biz sözlüğe hürmeten öyle yapmayalim. bilgi kaynağımizin bir köşesine kaynak edelim bu meseleyi. (sözlükte makale yazmak gibi bir gariplik olacak, ama yapalim peki, bu seferlik böyle olsun. fakat bu “tirad” biraz uzun sürecek sanirim. o yüzden kusura bakmayin, yol yakinken sol frameden “lenin’i ölü olarak görmek çok güzel” falan gibi eğlenceli bir şeyler seçin. “bu güzelim gecede oturmuş spartali helotlar ve marksizm üzerine destan yaziyor lavuk,” diye düşünen olursa ona da hak veririm ne diyeyim.)

    işin aslina bakarsaniz sparta, köleci toplum vb. mevzularda yazmak da en az okumak kadar can sıkıcı. yoksa ben istemez miyim, televizyon makinesi hakkinda yorum, zidane’in mettarazi’ye atiği kafa hakkında spekülasyon, bülent arinç’in incileri hakkinda zincirleme isim tamlamasi mor ve ötesi berisi hakkinda dedikodu yapmak. ama tarih bizi “götümüzden kuş çikarmakla” ve “bilmediğimiz konularda boş konuşmakla” vazifelendirdi.
    eksi sozlük’te helotlarin özgün –evet özgün ve de özgül ve de kendine özgü ve de spartaya özel ve de şahsina münhasir vs. ah be abi- bir köle sınıfı olduğunu göstermemiz gerekmektedir. köleciliğin tek bir biçimi, köleliğin de tek bir şekli olduğuna inanan, köleci üretim tarzini tekil “köle” bireylerin hukuki pozisyonlarina indirgeyerek ayni şeyden sözettiğini zanneden ve kavram kütüklerini tarihe sürtürek çikan kivilcimlarda eğlence arayan martilarin çirkin çiğliklari yürek parçalamaktadir ve etrafi pisletmelerini geçtim ama marksizmi bir gestalt oyuncağı zanneden ve kolunu bacağını istediği gibi büküp bir ucube haline getirenler can sıkıcı olmaktadir. canımızın sıkıntısını gidermek ve onlara karşi şanli sinif mücadelesini ve işçi sinifinin yanilmaz, yikilmaz ideolojisini ve tarihin motorunun su kaynatmayan, kaçınılmaz bir şekilde komünizme yürüyen teknolojisini savunmak durumundayiz…(şaka lan şaka)…

    ama hayir, “helotlarin sparta toplumundaki herhangi bir zümre olduğunu” iddia edenleri ve kendince hakaret edenleri önemsediğimizden ciddiye almiyoruz meseleyi. helotlara bakışınız bugünün toplumuna bakışınızı da şekillendiriyor bir ölçüde. helotlari bir “köle sinifi” olarak görmeyen bir analizin, çağdaş kapitalist toplumun sinif analizi konusunda da ciddi yanlişlar yapacağını düşünüyoruz. çünkü aynı kafa yapısı ve oyuncakli analiz yöntemleri günün çağdaş burjuva toplumuna baktiğinda ingiliz dokuma tezgahlarinin iki yüzyil önceki halini arayip bulamayinca, “20 yüzyilda proletarya yoktur, onlar değişik zümrelerdir, tarim işçileri bir zümre, kamu çalışanları bir başka zümre, ayakkabi boyacilari bir başka, bakkallar başka zümre, kobi patronlari ayri zümre, holding patronlari ayri zümre, zümre oğlu zümre” diyebilecektir. ya da mevcut toplumsal ekonomik ilişkiler içinde değişen sinif kompozisyonlarini ve siniflar arasi geçişleri göremeyen martilar “kapitalist üretim tarzi” diye bir şey yoktur, kurumsal iktisat, zümreler, topluluklar vs. vs.. mizirtilari da kolaylikla iddia edebilir. toplumsal siniflari statik, içinde doğduklari ve geliştikleri ekonomik, siyasal, ideolojik, tarihsel koşullardan tümüyle soyutlayarak ele alan türden yapisalci dogmatizm modelleriyle sakatlanmış düşünce yöntemlerinin türlü çeşit çoğulculuk kisvesi altinda kivirtarak bugüne ilişkin de yalan yanlış bu tür “tespitler”le başımıza üşüşeceğini söylemek için kahin olmaya gerek yok. çok sayida yapilmişi vardir halihazirda..

    ama öncelikle şu üslup meselesi… birilerini götten kuş çıkarmakla itham edebilen birinin, bir başkasının kullandiği üsluptan şikayetçi olmaması gerekir. ki saniyorum yukarilarda yazilanlari –amaçsızlıkla kaleme alındıkları her satırından belli olduğu için yarattiklari büyük iç sıkıntısına rağmen- okumuşsaniz üslup konusundaki şikayetlerin hangi mercilerden gelip hangi mercilere gitmesi gerektiğini de kestirebilirsiniz. ama üsluplar konusunda dikkatli olunmasini isteyen birinin, gerçekten muarizini “götünden kuş çıkarmakla” itham ederken sergilediği küstahliği ve sen aslinda benim eleştirdiğim şey bile değilsin derken sergilediği kibiri görmek çok zor olmasa gerek. ve yine kendi düşüncelerinin gözlerini kamaştırması nedeniyle aynadaki görüntüsünü fark edememesi de gayet anlasilabilir. neyse “nihayetinde akademik bir tartışmada” bile kimin ne kadar küstahlaşabildiğini ve saçmalayabildiğini öğrendiğimiz iyi oldu.. bu bilgiler hep lazim oluyor insana…

    ama anladik ki biz fazla kirici olmayalim, fazlak kirip dokmeyelim diyerek ve üstü pek kapali alegorilerle yazdiğimiz zaman pek anlasilmiyoruz, “üslupsuzlukla” (ne demekse) suçlaniyoruz, otuz sekiz ayri paragrafta götümüzden kuş çikarmakla itham ediliyoruz ve hirslar alinmiyor olacak ki peşinden yeniden ayni basliklara armağan çağlayan hırsıyla sökün edip götten çıkan kuşlara taş atmak temali tanimlar yapiyoruz. demek biz kötü niyete isaret ettikçe, kötü niyet tepemize çikiyor. demek tarihsel olgularda keşif gezisine çikmayi pek seven leş yiyicilik, kendi zihinsel prosedürlerinin ve anlayişinin dişinda kalan bir yorumla karşilaştiği zaman sadece “ölülere” değil, yaşayanlara da saldirabiliyor. eh, peki, marti var dedik, inandiramadik; hep ayni yere konuyorsun, biraz çik başka asfaltlara kon dedik onu da anlamadilar, “bu eski ve sonuçlanmiş bir tartişma, asil sorun senin marksizm algindaki çarpikliklar dedik” yine görmezden gelindi.. ne söylendiğine değil, kimden geldigine bakma, ileri sürdüğün ve elestirdiğin marksizm anlayişi ve bizatihi sahip oldugun marksizm bilgisi, marksizm eleştirilerilerinden devşirilmiş bir bilgiden fazlasi değil dedik, onun da anlasilabildiğinden de emin değilim. bu tür eleştirilerin peşinden “marks’in 19. yüzyil dişina çikardiğiniz zaman yerle yeksan olur, 19. yüzyil düşünürü olduğu için ekonomi ve siyaset ayrimi yapamaz” türü cehaletinizi ele veren saptamalar yapacağınız kanat çirpişlarinizdan anlaşildiği için, yapma etme yaziktir günahtir dedik, ama pespayeliği 100 metreden anlasilan bu gibi yorumlar sökün etti.

    bu nedenle ben yine “götümden kuş uyduracağım” kusura bakmayin. çünkü bizim zavalli “sefil marksizmimiz” götten kuş uydurmadan savunulamiyor malumunuz olduğu üzere…eh bir seyleri kiçindan anlamaktansa, kiçindan kuş uydurmak daha yaratici bir meşgaledir diyerek mevzuya girelim.

    evet, merhaba, bu sabah ben yine uyandim. her sabah uyaniyorum tahmin edebileceğiniz gibi. -hiç diyalektik bir durum değil bu ve anlamadigim bir sekilde kişisel tarihim yillardir kendini tekrar ediyor- ve ben yine kahvemi içip yola çıktım ve bakin şu tesadüfe yine ayni martiyla karsilastim. birkaç gündür görmüyordum. (martinin konduğu yola girmiyordun, bakmiyordun, sözlüge girmiyordun muhtemelen ondandir demeyin. ben bu martinin her gün ayni asfalta konup durmasinin tarihin şaşmaz motoru sonucu “kaçinilmaz” olduğuna eminim aslina bakarsaniz. bu model martilar buralara hep konuyorlar ne yazik ki.) ama bu sefer bir farklılık gördüm. bizim martimiz yine buralarda ama bu sefer sağı solu gagalamış, alayciliği birakip küstahça şu yüz kusur yillik güzelim ağacı didiklemeye çalışmış. ilk günden beri aklimdaki şeyi bu sefer yüksek sesle söyledim az ilerdeki dükkaninin önünü sulayan esnaf zümresine: “bu marti neden her sabah burada dolaşiyor, helot helot diye çirkin çiğliklar atiyor biliyor musun?” dedim. “neden?” dedi. “benim tahminimce bir süre önce burada bir yemek yedi bu kuş. marti biliyorsun, leş yiyici bir kuştur. ve bir kez yemek yediği yere artarda tekrar geri döner. bir martinin bir hafta boyunca hep ayni yere dönmesi, oraya takilip kalmasi hayra alamet değildir.. bu martilar her aç kaldiklarinda, bir kez yemek yedikleri yerlerde dolaşırlar hep, ayni şeyi ayni yerde yiyeceğini, ayni leşi ayni yerde bulacaklarini umarlar,” dedim.. en kralindan bir ağabeymiz olan bakkal esnafi zümresi, bana hak vererek hortumuyla martiyi kovalarken ben de hakli olmanin verdiği iç huzuruyla kalenin bedenleri, koyverin gidenleri türküsünü islikla çalarak vapura kadar yürüdüm. … martilara simit atan yolculara kötü kötü baktim, iskele verilmeden vapurdan atladim, işte o an tarih siçrama yapti, şarkilar gerçek oldu, belki üstümüzden bir kuş geçti…

    tepemde uçan martı kuşu zümresine hışt kışt diyerek yürüyerek işe geldikten sonra ve çoook sonra yine helotlarla yüzyüze geldim anladiğiniz gibi. ve yine gördüm ki tipki bizim her sabah ayni yere konan ve tepemizde dolaşan martimiz gibi, marksizm eleştirmenlerimiz de burada, “helotlar” başlığında, sparta toplumunda, bir “marksizm leşi” bulduğunu zannetmekte ve onu tekrar tekrar didiklemek üzere ayni yere dönmektedir. (alegoriyi açik ettiğimiz için bize kizmayin, napalim anlasilmiyor, kuşu kiçimizdan uydurduk saniliyor. kimse kendi martiliğinin ve gida alişkanliklarinin farkina varmiyor açik açik söylemeyince..) bizim muhterem martimiz ayni tezleri ayni olgularla, hem de yanliş değerlendirmekte israr ettiği bir olguyla dertop edip oradan teorik eleştiri devsirerek “marksizm leşi” didiklemeye çalişmaktadir

    her gördüğü “total teoriye” taksonomik pislik muamelesi yapan, çok alişkin olduğumuz türden bir kibirli elitizmin, baştan aşağı idealize edilmiş düşünce dünyasiyla ortalikta dolaşip, sağa sola keyfince laf ederek leş (marksizm!) bulduğunu zanneden bir martiya dönüşmesi yürek paralayici olsa da çok şaşırtıcı değil. ve bu martinin söylerdiklerimizi anlamasini beklemek de biraz hayalperestlik oluyor farkindayim ama elden ne gelir. sözlükte yazan marksistleri ve ifade ettikleri kimi tezleri kendinden menkul bir ukalalik ve küstahliğin muhtelif tonlarinda gagalamaya çalışan ve sözlükte bir tür “berufsverbot” yaratmaya çalışan birine “bir sakin ol yahu” demenin karşılık bulmasi çok mümkün olmuyor.

    ama marksizmi bir leş haline getirip orasindan burasindan didiklemeye gayret eden ve karni yöntembilimsel çoğulculuk gibi efradini mani, ağyarini cami postmodern bilimsel analiz yöntemlerine atif yapan kavramlarla dolu bu garip kuşlara söz söylemedikçe kendi hakliliklarina olan inançlari ve küstahliklari maalesef artıyor. ancak belki toplumsal yaşama bakışı açısından zaman zaman muhalif, tarihteki olaylar ve toplumlar konusunda, yüzeydeki olaylara dikkat çekmek ve geleceğe ilişkin “umud etmek” dişinda bir siyasal-toplumsal alternatif öneremeyen bu tür düşünce disiplinlerinin sahip olduklari nedensiz özgüveni anlamak oldukça zor. bir ayağı annales okulunda, diğer ayağı kojeve, croce, heiddegger ve sartre’da bir başka ayağı veblen, cummons, hayek vs.‘de böyle bir “ortaya karişik muhalefet” düşüncesinin marksizme ve marksin özgün düşüncelerine “saygı duyulan bir leş” muamelesi yapmasi da gayet anlaşilir… bu eski elitizm geleneğinin ve kendi kişisel dramlarını “içsel göçmenlik” övgüleriyle süsleyen bu egzistansiyalist karikatürlerin pratik bir yarar sağlayabildiğine de henüz rastlamiş değiliz…bunlar yeni şeyler değil. ama neyse, martiyla marti olmayalim, etiket peşinde koşmayalim, kimsenin kendini nasil gördüğü pek umurumuzda değil diyerek konuya girelim..

    sayin helotlar ve helot muhipleri ve muhterem spartalilar, sevgili marksistler ve marksizme didişmeyi marifet zannedenler, martilar, kelebekler ve ağustos böcekleri…

    yukarilarda bir yerlerde görüyorsunuz ki sparta ve helotlar konusunda çalışıp gelinmiş. köle efendi diyalektigi gitmiş, kendini alintilarla süsleyen, notlarla, latince deyişlerle süslü bir alemin kapilari önünüze açilmiş. ama çalişmak bazi seyleri anlamaya yetmiyor. gözünüz “marksizm leşi yeme” arzusuyla dönmüş durumdaysa ve marksizmin açıklayamadığını düşündüğünüz, marksizm’i çürütecek bir şey bulduğunuz sanrısıyla kendinizi kaybetmişseniz alli pullu yorgunluklariniz pek işe yaramiyor. çünkü bu durumlarda marksizmden zerre kadar bir şey anlamadiğiniz daha çok anlasiliyor.

    marksizme ve marks’a kutsal kitap mualemesi yapmak marksistlerden daha çok marksist olmayanlara özgü bir durumdur malumunuz. ve maalesef “marksizmi çürütme” (ne demekse) heyecanı kutsal kitabı rafa kaldıracak birkaç yanlış bulma arzusuna da fena halde teşnedir. ama ne marksizm bir kutsal kitaptir ne de bu tür çürütme oyunlarını umursar. kim nasil bir yöntem kullanmaya heveslidir bilemem ama, marksizmi olgularla (sparta toplumu ve helotlar gibi) kavga eden, tarihsel olgulara sen bana uymuyorsun galiba diyerek chaplin in bavula sigmayan giysilerinin bavulun dişinda kalan kisimlarini makasla keserek bavula tikmaya çalışması türünden bir yöntemsel yaklaşim geliştirdiğini düşünüyorsaniz, maalesef yaniliyorsunuz. bu nedenle marksistlerin helotlari “köleye benzer” diyerek köle sınıfna soktuğunu vs. zannediyorsanız yine yanılıyorsunuz. marksizm tarihteki olgulari kendisine ya da analizine uyacak şekilde prokrastes’in yatağına yatirmaz desek yine “boş laf” sinifina sokulacak ondan da korkarim ya neyse …. bütün yanilgilarinizi göstermeye iç sıkıntımız ve sabrimiz el verecek mi ya da nereye kadar verecek bilmiyorum ama bir yerlerden başlayalim. bu arada yöntem tartismasi her tür elitizmin pek sevdiği bir tartisma biliyoruz ama maalesef bu marksist yöntem vs. işleri fransizlarin eli değdiğinden bu yana toplumsal siyasal pratiğin oldukça uzağına düşen bir konu olduğu için, bizim için çok sevilesi şeyler değil. bu nedenle o meseleye hemen hiç girmeyeceğimizi söyleyelim de içimiz daha çok sıkılmasın…

    ama karşimizdaki yöntem çok içler acısı olduğu için kendimizi tutamiyoruz: “helotlar bir köle sinifi değildir” o halde marksizmin köleci toplum analizi yanliştir. (biyikaltından “efendi köle diyalektiği”yle açıklanamaz bazı şeyler kıçımın taksanomik tarihçileri!) marksist siniflar mücadelesi teorisi yanliştir. roma’da da peculium vardir, o halde roma da köleci bir toplum değildir, bu nasıl kölecilik bu nasıl sınıf!… (bıyıkaltından:”efendi köle diyalektifi burada da yanlıştır yaaa gördünüz mü!) sonuç: marksizm yanliştir!

    en fazla hadi oradan diyebiliriz bu şaşkinliğa.. neresini düzelteyim bilemiyorum. önce şu efendi köle diyalektiği. fazla lafa gerek yok, efendi köle diyalektiği hegel fenomenolojisinin popüler hale getirdiği bir kavramdir. ayni izlek marks, gramsci, nietzsche ve daha sonra kojeve tarafindan bilinç ve özbilincin oluşumu meselesini tartışmak için kullanılan bir dikotomi halinde geliştirilmiştir. marks’in bu diyalektigi ilk eserlerinde ve yabancilaşma temasi etrafında, bir ölçüde de hegel in izinde burjuvazinin de proletaryanın mevcut ideolojik-sosyal durumuyla bağlı bir sinif olduğunu göstermek amacıyla kullandığını biliyoruz. ama marksistler arasinda kavrami asil popülerleştiren gramsci’dir ve hegemonya tartışmalarında, köle-efendi diyalektiğini burjuva-proletarya ilişkisine ışık tutacak şyekilde genişletir ve efendinin efendiliğini sürdürebilmesinin “köle”nin ideolojik onayiyla mümkün olduğunu öne sürer ve çağdaş toplumlarda idelojik-entelektüel mücadele düzeyinin artan önemine, hegemonya savaşı vb. analizlerle dikkat çeker. marksist tarih yorumlarinda ve muhtelif dost meclislerinde tarihsel materyalizmin örnekleri dediğimiz analizlerde, köle/efendi diyalektigi gibi bir mesele ya da kavramsal çift yoktur. bazı kavramları kullanmak hoşumuza gidiyor olabilir, kavramlari da seviyor olabiliriz ama tarihsel analiz düzeyinde köle”/efendi diyalektiği” gibi bir diyalektik türü olmadiği gibi sınıflar da genellikle böyle diyalektikleri pek umursamaz.. tarihin o pek sevdiğimiz gündelik hayatinda efendiler köleleri öldürür, çalıştırır, sömürür, karılarını alır, savaşa götürür, köle nüfusu çok arttığında katliamlarla bunu dengeye getirir, köleler de efendilere boyun eğer, onlar için çalışır ya da isyan eder, firsatini bulursa onlar da onlari öldürür vs.. tarihte diyalektikten ancak yüksek bir soyutlama düzeyinde sözedebiliriz. o soyutlama düzeyi de efendi köle diyalektiği gibi meselelerle değil, sinif mücadalesi ve üretim ilişkileri, üretim tarzları gibi kavramlarla çalışır.

    (neyse bunlar da "boş laf" hiç uzatmayalim, çok korkuyoruz boş laf etmekten artik, aman diyeyim dilinize mukayyet olun!)

    bu noktada öncelikle şunu söyleyelim: ilkel komünal toplumlardan, antik yunan, roma, asya ve orta- güney amerika’nın birbirinden oldukça farklı ekonomik, kültürel siyasal toplumsal gelenekler yaratmış olan ve köleci üretim tarzının egemen olduğu toplumlarına geçiş süreci eşbiçimli ve eş zamanlı değildir. tıpki bu toplumlardaki köleci üretim tarzının yaşanma şeklinin de birbirinin tipatıp aynı olmadığı gibi. (bu noktada feodalizmin ve kapitalizmin de dünyanin her yerinde aynı şekilde, eş zamanlı, aynı sınıfsal kompozisyonlar halinde yaşanmadığını, eşitsiz gelişim, değişik kültürel, ekonomik, sosyal koşullar gibi faktörler nedeniyle siniflarin eşbiçimli oluşmadiklarini da söylemek gerekir.)

    ama tüm toplumsal formasyonlarda mevcut üretim ilişkilerinin devamını sağlayan ve bu ilişkilerin temelini oluşturan ve tüm toplumsal ilişkileri koşullayan “temel sınıflar ve ilişkileri” vardır. temel siniflar kabaca kapitalizmde burjuvazi ve proletarya, feodalizmde feodal bey ve serf, köleci üretim tarzında ise özgür yurttaş’lar ve kölelerdir. toplumun iktisadi ve siyasal, çoğu zaman da kültürel yeniden üretim süreçlerine bu temel sıniflarin ilişkileri (ve tabii çelişkileri) rengini verir. elbette bu durum toplumda başka siniflar olmadiğini, diğer siniflarin siyasal, ekonomik, kültürel süreçlere etki etmediği, bu süreçlerde oluşturucu ya da kurucu bir rol üstlenmediği anlamina gelmez. analitik yalitma yöntemleri kullanarak toplumsal örgütlenme içindeki diğer siniflarin (küçük burjuvazi, küçük üreticiler, çoğu zaman köylülük vb.) ya da toplumsal kategorilerin (öğrenciler, ideolojik üretim mekanizmalarinin aktörleri vb.), birsinif ya da kategori olarak yarattiklari siyasal etkileri , oluşturduklari kurumlarin tarihsel sonuçlarini ve diğerleriyle ilişkilerini, iktisadi ya da siyasal düzeyde izlemek ve incelemek her zaman mümkündür… ama her zaman içinde “yüzdükleri” toplumsal yapinin temel örgütlenme ilkeleri tarafından sinifsal olarak koşullanirlar. general engels’in deyişiyle ilkel toplumlar disinda “şimdiye kadar var olan bütün toplumlarin tarihi siniflar mücadelesinin tarihidir” ve siniflar mücadelesi kavrami tarihi anlamamizi kolaylaştirdiği kadar bugünün sosyal, siyasal, ekonomik ilişkilerini anlamamiza da yardimci olur.

    ( “vulger marksistlik” yapmayi bir kenara birakalim ama bu vulgerlik sonucunda söylediklerimiz önemlidir, okumaya devam ediyorsaniz aklinizin bir kenarinda tutunuz bu söylediklerimizi…)

    ve tabii şimdi helotlari anlamak için döndürelim tarihin sevgili motoru siniflar mücadelesinin çemberini… bu çemberin motorunu bozmak mümkün değildir korkmayin sayin çarkıfelek izleyicileri çevirin, yüzyillardir dönüyor, henüz tik ettiği görülmedi.. ve eveeet döndürelim çarkımızı..

    (ha bir de unutmadan marks’ta ve engels’te böyle bir “tarihin motoru sinif mücadelesidir” gibi bir yorum ya da benzetme olmadiğini da ekleyelim. şaşkının biri çikar bu lafla da polemik yapmaya kalkar ondan da korkarim.)

    helotlar’in (ilot, hilot, heilot, heilos, diye de bilinir bu kardeşlerimiz, orda burada görürseniz şaşirmayin…) sparta toplumunda köle sinif olmadiğina ilişkin tezler yeni değildir. bizim martimizin icad ettiği bir tez de değildir. genellikle marksizmi çürütmeyi (ne demekse) ve tarihe bakişta ideolojilerden kurtulma, tarihi yasalara indirgeme gibi martavallarla ortaliğa dökülmeyi görev addetmiş tarihçilerin ve iktisat tarihçilerinin temcit pilavi gibi tekrarlamayi çok sevdikleri bir siniftir. en sayginlari arasinda pirenne’i ve daha sonra da annales’çileri -duby ve bloch’u kismen disarda birakarak- de sayalim kimsenin hatiri kalmasin.

    ancak hepsinden özür dileriz, tarih bilgileri ve çalışmaları önünde saygiyla eğiliriz ve dostlar arasinda tarihsel materyalizmin büyük bir çoğunlugu parlak eserlerden oluşan, marksist tarih yaziminin yüzyillik geleneğini arkamiza alarak gönül rahatliğiyla diyebiliriz ki “helotlar, antik sparta köleci toplumunun köle sınıfı ve devlet köleleridir.”

    (buraya kadar götümüzden çikan kuşlarla konuştuk bundan sonra spartalilarla konuşacağız. o halde, bir kahve içmeye gidelim, sonra devam ederiz…)
7 entry daha
hesabın var mı? giriş yap