• haftada iki kez yağmurun yağdığı şehir. bu yağmurların biri dört, diğeri üç gün sürer.
  • her sene kitaplar okuma, akıl yürütüp düşüncelere dalma ümitleriyle gidip bel ağrısıyla - ağrılarıyla - döndüğüm yerdir giresun.
    fındıkten fındığa eşek gibi çalışmaya gittiğim memleketim. bir türlü kafamıza göre gezemiyoruz çünkü fındık topluyoruz. 20 gün kaldıysak 2-3 gün bize kalıyor, acele acele bir yerlere gidip görüyoruz; ucu ucuna. yaylaya bile zor çıkıyoruz! zaten işin tatlı olan kısmı da bu, rahat gezsem tadı çıkmaz belki de...
    bahçelerin çimen, ağaç kokusuyla ve fındık dallarına asılırken ağzıma yüzüme boynuma doluşan - veya yapışan - tozlarla hülyalara - veya hayallere, hiç ulaşılamayacak olanlara, yalanlara - dalmak gibisi yok derdim ama diyemem çünkü sabah 6'da ayaktayız, zorla kahvaltı ediyoruz, soğuğa alışana kadar lanet de okuyoruz - ya da okuyorum -, akşam 18:00 - 19:00 gibi dönüyoruz, hayvan gibi yorulunca da gidip erkenden yatıyoruz. yalnızca aile üyelerinin genelinin - dede, babanne dahil, ben hariç, kafam başka yerde, hayır onda değil - birlikte olması, tahtadan altı ahır olan eski püskü eve yerlere yatak yorgan sermek suretiyle uyuyarak doluşmamız... senede 15-20 gün idare ediyoruz. sonra şehre dönüp okula gitmek için 2 saatlik yolu çekince bahçeleri, yeşilliği, o pis eski püskü tahtadan evi özlüyorum. yeşilliğin içinde, fındıkları serdiğimiz harmanın önünde, üzerinde çay mısır hoşaf pişen güzinenin yanında tanpınar, dostoyevski, oğuz atay, yusuf atılgan, bilge karasu, cahit sıtkı - büşra küçük, beyza alkoç hariç, dahil değil - okumayı, düşünmeyi özlüyorum.
    köyden çok daha iyi olan, harika manzalara sahip, insanın içini hoş eden, bazen sisli soğuk olan, her haliyle beni natüralist yapan yaylayı - bektaş yaylası - özlüyorum. sürekli yaşasam belki sıkılırım. alışmışız kalabalık, insanların yüzünün mahkeme duvarı suratlı olduğu huzursuzluğun şehri istanbul'a.
    çarşıya inmek gibisi yok. akşam yorgunuz ama çarşıya ineceksek yorgun değilmişçesine enerji gelir; internete, onsuz yaşayamayacağımızı sandığımız internete kavuşacağımız için.
    kendisi öğrenci, anası babası gariban olanlar için memleket tatil yapma, kafa dinleme yeri değil; stres yeri oluyor. ben şimdi çok sorumluluk sahibi değilim fınfıkts ama büyükler için stres kaynağı memleket! o ağır çuvalları taşımak, kamyondan kamyona atmak, fındık dallarına asılmak, dalları eğmek insanı pert ediyor, 50 yaşına gelmiş ana baba amca yengeler perte çıkıyor. memleket dediğine gezmeye, tatile gidilir. bu garibanlar elin işinde çalışıyor, gidiyor memlekette kendi işinde de çalışıyor.
    gezilmesi, doğasına doyulması, yaylarında çoçuklar gibi koşulması gereken giresun, işkence çekip geri dönülen alelade bir yer oluveriyor!
    doğallıklar içindeki muazzam sessizlikte - bazen inek ya da yağmur sesleriyle - sartre, hegel, kant, james joyce okuma hayaliyle memlekete giden ufuk; bel, kol, boyun , bilek - bel bel bel - ağrısıyla geri dönüyor.
  • gördüm ki, boktan alınıp boka sokulmuş. insanı ayrı, şehri ayrı kötüymüş. komşuları gelişirken kendi bir bok yememiş.

    şimdi madde madde özetlemek lazım; çünkü laf anlatmak zor zanaat.

    bundan çok değil kısa zaman önce, asıl halkı oradayken samimi, yardımsever, hoşsohbet ve aydın insanların bulunduğu bir şehirdi giresun. tarihinin hiç bir döneminde ne yatırımcıdan ne de kamudan ciddi destek görmedi. insanları iş bulmak, standartlarını bir adım öteye taşımak için tek kurtuluş olarak büyük şehirlere göç etmeyi gördü. gidenlerin yerine de tabi ki birileri gelecekti. taşradan bağı bahçeyi satan, azcık para yüzü gören herkes de merkeze inmeye başladı. velhasıl orada kalan ve şu an sizin köy olarak tanımladığınız yerde kalan popülasyon, türkiye'nin 2000'lerin başından itibaren yaşadığı değişimin yansımasıdır. o yüzden nispeten haklı yanlarınızın var.

    dalgakıran falan denmiş. biz zaten karadeniz'in, doğanın ne olduğunu görüp gerekli uyarıları yapmayacak; bir daha zarar görmeyelim diye kıçımızı yırtmayacak kadar gerizekalıyız. çünkü bundan 16-17 sene önce fırtına koptuğunda biz görmedik limanda 40 yıllık siloların kağıt gibi bükülüp yıkıldığını. yanlış hesaplar hazinesi o sahil yolunun bir tünelinin heyelandan kapandığını ve bunun gibi bir sürü zararın bizim bir tarafımıza saplandığını bilmez bazı arkadaşlar. bunun dışında çok güzel bir belediye başkanı var. 2 sel, 1 fırtına yaşadı başkanlık döneminde. her seferinde yardım istedi devletten. ne oldu sonucunda? hiç bir şey. doğal afet kapsamına bile alınmadı. ama doğru. hiç olmadı il halkı taşları sırtında taşıyıp dalga kıran yapmalı, yolların ve köprülerin alt yapısını kazma kürekle onlar yapmalıydı.

    sanayi ve yatırım olayında kusuru elbette vardır. ancak diğer komşuların lobisinin 10'da 1'i bile yoktur bu şehirde ki son yıllarda destek alıp gelişsin. trabzon, rize ve ordu ile kıyaslarken bunu unutmayın. ve 2000'den önce trabzon hariç hepsinin aynı durumda olduğunu da.

    halkı yemeyi içmeyi sever. çünkü şehir küçüktür ve sosyalleşme aracı olarak bunu görürler. kaleden aşağı şehre, adaya bakarlar ki belki bir gün hep küfrettiği bu mekanlardan kurtulurlar diye. ama böyle de yapmamaları lazım. türkiye'nin bir çok şehri gibi akşam namazından sonra ya eve ya kahveye gitmeleri daha iyi olur. ne işleri var dışarıda, hem de rakı içerken?

    fındıkla ilgili konuşurken biraz araştırma yapar insan. dünya üretiminin yüzde 10,7'sini karşılıyor bu şehir. ordu ile birlikte lokomotif. zaten zor bir mahsul fındık. senede bir kere alabilmek için bin bir sıkıntı çekiyorsunuz. daha ne getiri sağlanabilir mesela? tüm şehri fındık bahçesine mi çevirelim daha fazla kazanmak için? ama derseniz ki tüm kaymağı tüccarlar yiyor, halka bir şey kalmıyor diye. ben de derim ki her sene fındık fiyatlarını belirleyen yüce devletimiz versin bunun cevabını da.

    batıdan gelip doğuya giderken gelip geçecekseniz siktirin gidin çok afedersiniz. diğerlerini gezin de memleket ve insan görün bence de. oralar çok müthiş. valla bak.

    not: bu entry duygusal ve sinirli bir modda yazılmıştır. çünkü nezdimde bir yerde kısa süre kalıp da atıp tutanlar bir de büyük resme bakmalıdır.
  • memleketim. herkesin bi memleketi vardır elbet ama, herkes benim kadar ait hissediyor mudur memleketine, düşününce içine bir sevinç doluyor mudur, “yine memleketim üstüne söylenmiştir” şiirini duyunca (hele ki volkan konak’sa okuyan) burnunun direği sızlıyor mudur, memleket kelimesinin içi herkes için bu kadar dolu mudur, bilmem. bilmeyenler, görmeyenler, veya orda büyümeyenler için karadeniz’de küçük bir şehirdir giresun, bi tane caddesi vardır. benim içinse, masal gibi bir çocukluktur giresun, harika bir ilk gençliktir, kardeşten farklı olmayan arkadaşlardır, onlarla birlikte büyümektir, bütün yazları gündüz plajda, akşam sahilde dolaşarak veya aretias’ta geçirmektir, güvendir, sıcaklıktır, canın ne istiyorsa giyip gezebilmektir, süslü kadınlardır, kalede içmektir kızlı erkekli huzursuz edilmeden, azık’ta namık abinin hamburgerlerinden yemektir, sahildeki (artık olmayan) ali rıza erkan parkı’nda denize karşı çay içmektir, gogara’dır, yakamoz’da gün boyu oturup sohbet ederken aynalı camdan debboy’dan gelen geçeni seyretmektir, üniversite sınavına hazırlanırken güneş dersanesi’nin boş bir sınıfında oturup gelecek hayalleri kurmaktır, sevmektir, çok sevmektir, ama en önemlisi ait olmaktır. yıllardır başka bir şehirde yaşamaya rağmen sorulduğunda hiç tereddütsüz “giresun’luyum” demektir. anlamazlar bu küçücük şehre gitmek için neden tatilleri iple çektiğini, televizyonda sahilin yıkılmış halini görünce neden ağlamaya başladığını, garipserler. ben yine de plan yapar ve ilan ederim, “biliyor musun temmuzda giresun’a gidiyorum!” derim arkadaşlarıma, gözlerimin içi parlayarak. her yaz başı kuzenler, arkadaşlar aranır, plan yapılır, “ben iznimi temmuz başında alabilicem, ona göre ayarla işlerini tamam mı, giresun’a birlikte gidelim” denir, denk gelir de birlikte gidilirse hayat bayram olur. her buluşmada “dönüp memlekette mi yaşasak ya” geyiği yapılır, oysa içten içe biliriz, giresun on yıl önceki giresun değildir, biz on yıl önceki çocuklar hiç değilizdir, dönsek de mutlu olamayacağımızı biliriz içten içe, yine de hep hayal kurarız biraraya gelince, “dönsek mi be!” deriz kadehleri tokuştururken. eskiden bir saatte zar zor çıktığımız gazi caddesi’ni on dakikada çıkıverip şaşırırız, sonra artık hiç tanıdık birine rastlayıp ayaküstü sohbet etmediğimizi fark ederiz, içimiz acır. sahilin yeni durumunu görünce dilimiz tutulur, yıllarımızın geçtiği plajlar, parklar yok olmuştur, kaledeki surlarda süper giresun manzarası fotoğrafları çekilen o delik kapatılmıştır, neyse ki azık hala vardır da, yalana yalana hamburger yerken “kimse senin gibi hamburger yapamıyo be namık abi, bak taa nerelerden geldik bunu yemeye” deriz, bunu hakikaten hep deriz. özlemektir kısacası giresun, her şeye rağmen sevmektir, kürkçü dükkanımdır, evimdir. bunu kimsenin anlamasını beklememektir, yine de inatla anlatmaktır.

    biliyor musunuz, temmuzda giresun’a gidiyorum ben!
  • vedalaşamadığım şehrim. memleketim. ben üniversiteyi kazandıktan ve öğrenci yurduna yerleştikten bir ay sonra her şeyi satıp, evi toplayıp ankara'ya taşındı ailem. ben gidemedim evimle vedalaşmaya. 18 senemi geçirdiğim mahalleme. gidemedim işte. ankara'ya yeni eve gittim sonra. dikmen'in başında, bütün ankara ayağının altında. denize bakmaya alışkın gözlerim reddetti o manzarayı. istanbul'a kaçtım. yurt? ev? evsiz kaldım ben o günden beri. şimdi kendi evimdeyim istanbul'da ama hala her gidişimde giresun'a bir parçam bas bas bağırıyor ben nasıl sürgün edildim evimden, yerimden diye. ankara'nın o sert havası, istanbul'un karmaşası. her gün rüyamda odamı görerek geçirdim ilk sene. kalem yıkılmamıştı. hayır. ailem sattı benim kalemi. ankara'da başkent manzarasını tercih ettiler. şimdi tanımadığım birileri orada işte. her neyse. üniversite bitti, avukat olduk, yetmedi yüksek yapıyorum şimdi. ama her allah'ın günü içimden küfürü basıp giresun'a kaçmak geçiyor. annanemin koynuna girip, sabah kahvaltıda dible yiyeceğimi bilerek uyanmak istiyorum. bilmiyorum belki alışamadı bu giresunlu, bu küçük şehirli büyük şehrin karmaşasına, rekabetine. bir adım atsam dünya ayaklarımın altında olacak belki. bir iki sene sonra belki kariyerim tam da olması gerektiği gibi olacak bugüne kadar olduğu gibi. ama olmak istediğim yerde mi olacağım? hayır. hep sürgünde hep eviyle vedalaşamamış o insan olarak devam edeceğim. lise yıllığımda çizilen karikatürümün baloncuğunda "şu okul bitse de gitsek buralardan" yazdığını gördükçe sinirlerim kalkıyor. illa büyük adam mı olacaksın gerizekalı, illa senden beklenenleri mi yapacaksın diye soruyorum kendime. git! git işte. mesleğini orda da yaparsın. orda da geçinirsin. sonra diğer bir ses korkak diye bağırıyor yüzüme. bilemiyorum. ya bu şehir çağırıyor beni, ya doğup büyüdüğüm evimle vedalaşamamanın ve daha sonra hiç bir yere ait hissedememenin sonucu bunlar, ya da ben daha 23 yaşında yoruldum büyük şehirlerden ve benden beklenenlerden. her türlü düşünce benim zayıflığımı gösterdiğine göre pek de fark etmez galiba. tek doğru var. her gün özlüyorum. her gün özleniyor bu şehir. yaz tatilinde gidip iki günde sıkılan arkadaşlarımı görüyorum bazen. aileleri hala orada. evleri orada. onun güvencesi herhalde, sıkılma hakları var. bu duygularımı daha önce paylaştığım biri, psikolojide insanın eviyle vedalaşamamasının aileden birinin ölümüyle hissedilen kayıp acısıyla aynı olduğunu söylemişti. bilemiyorum ne kadar doğru. ben evle falan değil asıl şehrimle vedalaşamadım. bir de en çok üzen her gittiğimde benden daha çok değişmiş olması. ben yerimde sayıyorum o her gün biraz daha değişiyor, tanınmaz hale geliyor. şehir atlattı bensizliği yoluna devam ediyor da ben atlatamadım ayrılığı. bari bıraktığım gibi kal, her gittiğimde daha fazla koymasın sensizlik.
  • ve nihayet kavuştuğum memleketimdir.
    anneme sarıldığımda burnuma gelen fırın ekmeği ve taflan kavurması kokusu sebebiyle babama sarılmayı bir süreliğine unutsam da nihayet baba evindeyim vesselâm.

    giresun merkezden değil; merkeze uzak bir köyündeniz. güzeldir bizim buralar çok severim. internet zor çekse de*

    yaklaşık 950 kilometre yol geldim ve yorgunum hâliyle. beni bekleyen fındık bahçesini görünce yorgunluğuma psikolojik bir yıpranma da eklendi.

    fakat fındık bittikten sonra kümbet yaylası'na çıkınca her şeyi unuturum herhalde.
    sisin içinde bir yayla. bizim bura da yüksek. köy hayatı elbette güzel lâkin yazılarımı okuyanlar bilir ki ben zaten istanbul'da da köy hayatı yaşıyorum.

    annem, yatağımı dünden hazırlamış. evin çatısında yaşayan bir sincap ailesi var, fotoğrafını yüklerim daha sonra. bu sincaplar sayesinde fare, yılan vs. olmuyor evde.

    kapıdaki armut ağaçlarını delik deşik eden ağaçkakanlar da var.

    üç dört sene önce köylünün ve istanbul'da yaşayanların da yardımlarıyla yaptırılan köy camiinin önünde çay içiyoruz şimdi.
    ahaliyle bayramlaşma merasimi bitince evde annemle ana - oğul gelsin dedikodular.

    daha akşama mısır ekmeğini tepsisinden çıkarmadan ortasına koyacağım tereyağına ekmeği kenarlarından koparıp koparıp banarak yiyeceğim inşallah*
    gece de yoğurda doğrayıp yerim.
    yerim yani. sürekli yerim ben.

    hele şu fındık toplama işi bir bitsin de hayırlısıyla -_-

    fasulye turşusu, dible, kiraz kavurması, fasulye diblesi, mendek çorbası, kuru böğce... ne varsa yerim*

    ama her şeyden önce beni görünce annemin yüzünde oluşan o mutluluğu yerim.

    ula gaçın havuradan ben geldim.
  • türkiyede kurtuluşu olmayan tek ildir.
    karadenizin en büyük ve tek adasına sahiptir.
    atatürkün 15 yakın korumasının hepsi giresunluydu.
    süper ligde futbol oynayan ilk doğu karadeniz takımı giresunspordur.
    taraftar gruplarında ilk ''genç'' ibaresini kullanan oluşum genç çotanaklardır. (since 1980)
    dünya fındığının 1/3'ünü giresun karşılamaktadır.
    çin seddinden sonra dünyanın en uzun seddi giresundadır. (alucra-yağlıdere sınırında bulunan çıkrıkkapı yaylasında)
    yurt dışında bulunan en çok türk giresunlulardır.
    şehri dışında şehitliği bulunan tek il giresundur (afyon giresun şehitliği)
    dünyada gönüllü iki alay (42nci ve 47nci alaylar) kuran tek il giresun'dur.
    kirazın anavatanı fındığın başkenti giresundur.
  • karadeniz'in en yaşanılası kentlerinden olan güzel memleketim. en önemlisi çok kalabalık bir kent değil öyle aşırı trafik derdi falan fazla olmaz. insanlar hemen hemen tek tiptir herkes herkesi tanır, sağcı solcu ayırımı pek yoktur burada. en azılı solcusuyla en yobaz bağnazı arasında uçurum yok yani. öyle trabzonlular gibi memleketlerini dünyanın merkezi görmezler.
    esnafı müşteriye samsun ya da trabzonda olduğu gibi fazla kitleme yapmaz. müşteri memnuniyeti için maliyetine satış yaparlar. dolmuşçuları kriminal tipler değildir. yolcuya yaptıkları en ufak saygısızlıkta şikayet edildikleri taktirde şoförlere araç kullanmama cezası verirler. isterseniz 40 yaşında olun öğrenci ücreti verseniz dolmuşçu abi bu ne demez. hatta ve hatta para vermeyen yolcudan para bile isteyemez bazıları.
    hasta olsanız 4 tane hastane de yakındır birbirine. yani en uzak hastane şehrin diğer ucundan 20 dakika uzaklıkta. hastanelerde öyle sıra beklemezsiniz. hastaneler birleştirildikten sonra en fazla 15 dakika sırada beklediğimi hatırlarım.
    birşeyiniz mi kayboldu en geç bir saat içinde belediye ilan bürosundan kayıp anonsunu duyarsınız. ben samsunda dolmuşta güneş gözlüğümü kaybettim. bir haftadır ses soluk yok. ya dolmuşçu iç etti ya da binen müşteri. -inşaallah alanın gözünü kör eder o gözlük :)-
    sosyal aktiviteler de boldur burada. özellikle belediye başkanı kerim aksu bu konuda şehre çok sayıda sanatçı yazar tiyatrocu davet ediyor. iki tane sinema salonu ve iki tane de avm var. yazın yaylalar çok şahane. doğal güzelliğimiz de var yani.

    çok fazla suç oranı da yüksek değildir bu şehirde. her şehirde olduğu gibi burada da olur suç olayları ama ortalamanın üzerine çıkmaz. gitgide de azalıyor zaten. şehrin tek eksiği iş alanı dar. o da olmayıversin kendi yağımızda kavruşalım biz. dışardan ne idüğü belirsiz tipler gelmesin zaten.

    edit: işbu entry giresun merkezi için yazılmıştır. belediye yıllardır chp'li.
  • demek ki neymiş; küçük bir şehirde 10 makam arabasıyla belediye başkanlığı yapılmayacakmış.

    demek ki neymiş; gelinin de dahil 2 villa yapılmayacakmış.

    demek ki neymiş; milletin gözünün içine baka baka tonlarca fındık kırılmayacakmış.

    sanayi ustası fuat geldi, şöyle az kenara*.
  • sandıkların %100'ü açılmış ve chp kazanmış.
hesabın var mı? giriş yap