hayata dair iç burkan detaylar
-
aslında hepimizin bildiği hayatın en acımasız gerçeği üzerine, bir detay değil, esas mesele. hikayede birden fazla iç burkan detay var. akrabalık ilişkileri, aile, hayat döngüsü, insanları bir araya getiren ya da bizde olduğu gibi getiremeyen nedenler, normalleşme, kontrol edememe, bilinmezlik, sıradan hayatların iç acıtan hikayeleri.
dün sabah erkenden telefon çalınca hayırdır inşallah dedik. arayan babamın kuzeniydi. babasını kaybettiklerini ve defin işleminin öğle namazını müteakip yapılacağını söyledi. izin aldım. 11:30 gibi yola çıktık.
babaannemin annesinden sonra, ikinci bir hanım getirmiş büyük dede. o yüzden kardeşler babaanneme göre küçükler. toplamda 6 kardeşler; babaannem harici 5 erkek. en küçükleri ve sevecen olanları yıllar önce karaciğer yüzünden aramızdan ayrıldı. onun bir büyüğü üçkağıtçı, iki büyüğü babanemin kolundaki bilezikleri alıp ya da çalıp -sözde defin işlemleri için harcayacakmış, elini cebine atmadığı gibi bir de yemek verilmemesi üzerine vaazlar vermişti- yalan söyledi, en büyükleri de yine saf, bir o kadar temiz dayımız. 3 numara da fahrettin dayıydı, yaşı da genç, 67 yaşındaydı.
çok saf, çok temiz, iyi niyetli bir insandı. kendi halinde aşırılıkları olmayan. hani bir görsel var, biz aslında sıradan ailelerdik diye. yıllardır aynı evde, keçiören'de otururlardı. sanırım hiç arabaları olmadı. iki çocukları da üniversite okumadı. belki tatile bile gitmemişlerdir. ankara'nın tamamını gezmemiş bile olabilirler. pazar günü emekliye verilen 5000 tl'yi çekmek için dışarı çıkmış, geldiğince üşüdüğünü söylemiş sonra uyumaya gitmiş ve hareketsiz olduğunu görünce anlamışlar ki kalp krizi geçirmiş. bir anda, sebepsiz. aslında normal bir şekilde hayata devam ederken, günün diğer günlerden tek farkı dışarı çıkması olurken, çok soğuk bir kasım gününde ansızın sonrası yok olmuş. keskin ve ürpertici. varlığımızdan eminiz ama sonrasında yokluğumuza dair hiçbir fikrimiz yok.
yıllar önce ölen kardeşinin üzerine gömdüler. azdık, çok kişi değildik. babam tedavi gördüğü için gelememişti. ben, annem teyzem,dayım; kızı, damadı, çocukları, oğlu; iki kardeşi, birinin eski hanımı ve çocukları, belki birkaç komşu. söylemeye dilim varmasa da gariban bir insandı, kimseye zararı olmasa da etkisi de olmadı muhtemelen. kendi gibi sessiz, sakin, öylece bir tören olmuştu. bende dua ederken, bu duruma alışmaya çalışırken anlamsız bir detay fark ettim. aslında durum buradan sonra biraz değişiyor.
babamın öz kardeşi, yani hukuki diliyle halamı gördüm. kendisi ile en son karşılaşmamız babaannem yoğun bakımda yatarken, şehir hastanesinde olmuştu. sonrası yok, babama saldırdıkları için güvenlikler onları uzaklaştırmıştı. aslında aramızda mesafe vardı ama giderek yaklaştı. gözünü üzerime diktiğini fark ettim. iyice iç tarafa sokuldum. normal bir bakış değildi. kafamı kapattığım şalımla yüzümü kapattım. olası bir durumda yüzüme bir şey yaparsa diye, kendini korumak için önlem aldım. zaman sonra annem de fark etti; “çok kötü bakıyor bir an önce gidelim” dedi. vedalaştık ve arabaya yürümeye başladık. arkama baktım peşimizden geliyordu. “anne” dedim, “peşimizde hızlanın.” nasıl oldu ise bizi yakaladı, araba güvenlik görevlilerinin bulunduğu yerdeydi, yanlarına girdik. ve dedik ki :”bize saldıracak”. saçma sapan konuştu. sonra uzaklaştırdılar. bizi arabayla bekliyorlardı ama biz başka bir yoldan kaçarak geldik. cenaze töreninden bildiğiniz kaçarak çıktık.
aslında bir insana, hayatımızın bir parçası olan bir insana son görevimizi yapmak için cenazesine gitmiştik. kimin neyi paylaşamadığını anlamadığım bir ilişkiler silsilesi yüzünden anlamsız bir biçimde ayrıldık. hepimiz stres sahibi olduk. aslında hiçbir zaman sonrasında hüküm sahibi olmadığımız ve çoğunlukla kontrol edemediğimiz, hiç bilmediğimiz hayatımız, en küçüğü dahi 30'lu yıllarını geride bırakmış, üstüne üstlük bir de akraba olan insanlar için çekilmez bir duruma dönüşmüştü. bu hırsın sebebini anlayabilmem şu an için mümkün değil. pek tabi, böyle olması gerekmezdi.
aslında ben, yıllardır gitmediğim, yolunu dahi bilmediğim unuttuğum, belki küçük belki eski, senin ve ailenin yıllarını verdiği o eve, ahde vefa için gelmek isterdim. hayatın anlamsız telaşeleri, oysa ki son belli iken daha ciddiye aldığımız bir çok mesele -bakmayın böyle ahkam kestiğime çiçeklerim soldu diye kendimi atasım geldiği zamanlar oldu benim- ve saçma inatlar yüzünden gelemedim fahrettin dayı. 90'ların sonunda elimizde sagra kutuları ile cebeci yokuşu sonrası buluştuğumuz kalabalık bayram sofraları, kuzenlerimle küçükken oynadığımız mahalle oyunları ve bardaklar dolusu çaylar için; sırf dedemden korkuna sigara almak için dolmuş paran olmadığı halde akşama kadar yürüyüp geldiğin o gün -benim bile doğmadığım zamanlar- için, “babanemden sonra artık toplanacak yerimiz de kalmadı çok üzülüyorum” dediğimde, “ben de çok üzülüyorum” dediğin için, 4 yıl boyunca hiç bir araya gelmediğimiz 8 bayram için, 2019 aralığında cebeci'deki evi boşaltmadan önce orada kalıp bize yardımcı olduğunuz için ben bugün gerçekten evinize gelmek isterdim.
huzur içinde uyu. -
bir kez olsun yumuşacık yatakta uyuyamayacak sokak hayvanları. yüreğim sızlıyor. zengin olduğumda direkt (bkz: patiliköy) gibi kedi ve köpekler için ayrı ayrı araziler alacağım.
-
bugün bir anne oluk oluk kan kustu bir hastanenin ölüm kokulu onkoloji servisinde. kırmızı alana götürdüler, kırmızı alarmlar çaldı, korkunçtu.
hiç de güzel şeyler söylemedi, evde ya da yolda olsaydı yetiştiremezdiniz, ölürdü dedi doktor, kardeşlerin birisine. herkesi çağırın gelsinler görsünler dedi. daha neler neler söyledi.
bugün buram buram gözyaşı ve kan kokan fakülte acil servisinin kapısında üç kardeş ve bir baba gözyaşlarını bitirmek için uzun uzun ağladılar dışarıda. "ağlamış gözükmüyorum değil mi? annem anlamaz değil mi? böyle girmeyelim yanına." dediler birbirlerine kızarmış gözlerini göstererek, gözlerini parmaklarıyla silerek. bugün üç kardeş ve bir baba ağlamamak için çok uğraştılar annelerinin yanında ve başardılar. sarıldılar, gözlerini kaçırdılar, tam ağlayacak gibi olacakken bir espri patlattılar ve ağlamadılar annelerinin yanında. içlerine içlerine ağladılar ya da. ağlamak için sırayla kapının önüne çıktılar.
şimdi iki kardeş iki sandalyede onkoloji kliniğinin bir odasında annelerinin horlama sesini dinliyorlar. gözleri onun ekrandaki nabzında ve oksijen seviyesinde, tek istedikleri horlama sesinin kesilmemesi. iki kardeş iki sandalyede bir horlama sesinin nöbetini tutuyorlar şimdi. ekrandaki nabız yükselince onların da yükseliyor nabızları.
bugün dört kişi yürekleri ağızlarında gözyaşlarını tutamadılar nasılsa bir ara.
babaların boğazı düğümlenmişse gözlerine bakmamalıdır çocuklar. bakmadılar ama bugün uzun zaman sonra ilk defa ağlarken gördü üç kardeş babalarını.
bugün üç kardeş ve bir baba gözlerini kaçırdılar birbirlerinden ama saklayamadılar gözyaşlarını. meğer gözyaşını silmek ne kadar da zormuş dediler içlerinden, ağlamaktan bile zor. sessiz ağlamak zor.
bugün...
üç kardeş...
fena ağladı.
biri bendim.
en uzunları ve büyük olanı. -
hepimiz ölecek yaştayız
-
iki saat sonra kalkıp işe gidecek olmak. gözüm saate ilişti.
-
çiller krizini bileniniz var mı?
sene bilmem kaç. 95 filan olsa gerek. "şimdi ki gençler bilmez" tadında bir hikaye anlatacağım.
kriz çıkmış ülkede, dolar,mark olmuş 2 katı, para yok devlette anlayacağın.
vakıflar genel müdürlüğü diye bir kurum var. bir zamanlar başbakanlığa bağlıydı. hala var mı bilmiyorum.
ortaokuldan sonra sınıfın zeki çocuklarından biri olarak sınav kazanmış ve lise hayatı için şehir değiştirmiş, başarılı öğrenci kontejanından vakıflar erkek öğrenci yurduna kaydımı yaptırmıştım. ( babam sağolsun, gerçi rahmetli oldu, allah razı olsun demek lazım)
neyse devam edeyim;
aylardan eylül. yaz sıcağı kafamızda. aileden yeni kopmuşum. o 3 katlı bina bana dünyanın en büyük binası gibi geliyordu. garip garip tipler. koğuş,etüd, zil çalması ve yemekhane en çok da yemekhane...
ve evet hikaye yemek ile ilgili...
aslında yurda başladığım günler de yemekler fena değildi. tabii anne yemeği gibi olmuyor ama baya baya güzel yemekler geliyordu. bir aşçımız vardı. eli de lezzetli bir abimiz...
eylül ekim normal zamanlardı. sabah peynir zeytin, bazen tahin-pekmez, bal olurdu. bazen yumurta haşlanırdı.
öğlen 2 çeşit yemek ve çorba.
akşam öğlenin tekrarı olurdu.
ama bizim fark etmediğimiz bir şey vardı.
stok tükeniyordu..!
ilk belirti artık sadece peynir zeytin yiyorduk sabahları. kasım sonları gelmişti. stokları yemiş bitirmiştik:)
ulan halbuki ben 18 lt lik pekmezler, 18 lt lik ballar görmüştüm kilerde hangi ara yedik her şeyi. gerçi çekirge gibiydik devlet napsın :))
sonra öğle yemekleri artık yemek +çorba oluverdi.
ardından sadece çorba çıkmaya başladı hem öğle hem akşam.
çok hızlı bir geçişle bir aralık sabahında da çorba içiverdik.
artık biliyorduk. devletin parası bitmişti ve ödenek çıkmıyordu. ödenek çıkmadığı içinde biz çorba içiyorduk.
sonra belediyeye borcumuz olduğu için günlük taze ekmek gelmemeye başladı. ( yurdun ekmeği belediye fırınından geliyordu)
bir günlük ekmek derken 2 günlük ekmek oluverdi. normalde köylüye inekleri için bedava verilmesi gereken ekmekler bize geliyordu :)
siz hiç bayat ekmeği ıslatıp fırında ısıttınız mı? bir an da yumuşacık oluveriyor. tavsiye ederim. yoklukta güzel gidiyor. ama hızlı tüketmelisiniz. çünkü ekmeğin kırılma noktasına gelmesi için 20-25 dk yeterli. hızlıca taş oluveriyor mübarek :))
tabi sağ olsun yurt müdürümüz ilçenin zenginleri ile iletişime geçmiş. hafta bir iki gün mükellef bir yemek yiyoruz. çünkü birileri bağış yapmış oluyor.
hafta sonları da -cumartesi günleri- jandarma bir öğününü bize gönderiyor. çünkü haftasonu yurtta 15 kişi ancak kalıyor -çocuklar evci çıkıyor köylerine gidiyor- ilçe jandarması da ancak o kadar işte.
sağ olsunlar, var olsunlar..!
şubat mart gibi hatırladığım kadarıyla tüm öğünlerde şehriye çorbası içiyorduk. aslında güzel bir şey. ne yiyeceğim derdin yok..! çorba olduğunu biliyorsun:)
tek kötü tarafı bir zaman sonra şehriye miktarı gözle görülür düzeyde düştü. çorba tabağında şehriye yakalamak balık tutmak gibiydi... bir heyecan oluveriyordu işte:)
bakkala bildiğin borç yapmıştım, ekmek arası salam yemek için. off nasıl lezzetli gelirdi. hayatım boyunca her çeşit salamı tükettim sırf bu yüzden. aynı tadı alabilmek için...
neyse hep böyle gitmedi tabi. bir hafta sonu kapıya kırmızı bir ford kamyon yanaştı. onunda arkasına bir kamyon daha.
2 kamyon erzak. 15 çocuk o erzağı kilere taşımamız 1 saat sürdü. 18 lt lik bal, peynir, zeytin, bir sürü bakliyat vs vs... hatta bi kamyon et taşıdık buzhaneye. donmuş et.
üstünden onca yıl geçti, allah bu devlete zeval vermesin.ama hala hatırlarım o yokluğu...en çokta ilk okuldan itibaren devlet yurtlarında büyümüş, azmetmiş ve devlette göre başlamış ekrem müdürümü hatırlarım. çaresizliğini ve o çaresizlikten çıkışını... büyük adammış. mekanı cennet olsun...
senden 1 kere dayak yedim ve hak etmiştim ekrem müdür, varsa hakkım helal olsun..! -
eski sevgilim, erkek kardeşinin eski eşinin erkek kardeşine yaptıklarını, nasıl psikolojisiyle oynadığını, onu değersiz hissettirdiğini anlatıyor küfürler ederek.
daha ağırlarını kendisinin bana yaptığının elbette farkında bile değil. hiç kondurmuyor bile kendisine.
insanoğlu böyle işte.
ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap