• japonya'da yaşayan bir türk olarak şunu sizlerle paylaşmak istedim. burada, her türlü mağazada, yani konbinisinden tut alışveriş merkezlerine kadar hemen hemen pek çok yerde kasanın yanındaki bağış kutularında türkiye depremi için para toplanıyor. görünce çok duygulandım, paylaşmak istedim.
  • çalışkanlıkları yüzünden övülmesi aslında çok acıklı gerçekleri barındıran ülke... az evvel, japonya üzerine epeyce konuştuktan sonra, şu entry'yi yazma ihtiyacı duydum.

    konu, neden japon gençlerinin geleneklerine bağlı olmadığı, hiroshima anıtı gibi yerlerde şakalar yapabilecek kadar milli hislerden uzak olduğundan açıldı (oraya gidip orayı gezmiş birisi bu soruyu yöneltti), ben de, kısaca açıklamaya çalıştım. elbette bahsettiğimiz şeyin sebebi gencime göre değişebilir, insanların duyguları aynı olsa da sebepleri kişiden kişiye değişir. lakin benim gördüklerim içinde, yaş gruplarına göre de sebep değişiyor. şöyle anlatayım, orta yaşlı insanlar zaten kesinlikle gülmüyorlar, ciddi duruyorlar, ama aslında çoğu çok da dikkate almıyorlar, sadece öyle durmaları gerektiğini düşündükleri için öyle ciddi duranları da var...

    bizzat nagasakili bir kız arkadaş, ailesinin ona küçükken hiroshima ve nagasaki bombalamalarını hiç anlatmadıklarını söyledi, onu amerikalılara karşı düşmanca bir hisle yetiştirmek istememişler. "şu anki amerikalıların ne suçu var, bunu yapan onların atalarıydı, biz şimdi amerikalılarla dostça yaşamak istiyoruz, düşmanlıkları körüklemenin alemi yok" diye düşünüyorlarmış. 30 yaş civarına kadar bu düşünceler hakim. (bugün 35 diyelim.)

    lakin sonraki nesil (15-23 arası diyelim kabaca) artık bu olayı birebir yaşayanlar tarafından yetiştirilmediler. bu olayları hatırlayanlar belki büyük anne-babalardı ve çoğu öldü. hatırlamayan neslin çocukları olan gençler, zaten olaya önce nötr başlıyorlar, bir önceki nesil kadar bile duyarlı değiller (en basiti o bombalamalarda ailelerinden kimler öldü bilmiyorlar). lakin sonrasında, okulda olsun, filmlerle olsun, popüler kültür ögeleriyle olsun bu olay onlara anlatılıyor. işte burada bir ters tepme durumu yaşanıyor, bu nesil olayları hiç bilmediği, tamamen güncel, melez bir amerikan-japon kültüründe yetiştiği için (japonların hâlâ bütün kültürel geleneklerine çok bağlı olduğunu düşünenlerin en son 1970'lerde yapılmış araştırmaları okuduklarını düşünüyorum. zira şu an orta yaşlı olanlardan sonraki nesiller için bunu söylemek çok mümkün değil), sonrasında "aman kültürüne uzak kalmasın" deyip iyice abartıyorlar bunları anlatmayı bazen ve sonuçta çocuklarda "ulan amma abarttınız, siz de pearl harbour baskını yapmışsınız ama, yettiniz artık!" dercesine bir tepki gelişiyor. belki anlatılanların abartılı olduğunu düşünüyor, belki de içine doğdukları amerikan kültürüne toz kondurmak istemiyorlar.

    neden? çünkü japon kültürü hayal bile edemeyeceğiniz kadar baskıcıdır, aileler evlatlarını çizginin dışına çıktıkları anda reddeder ve mirastan mahrum ederler. oysa çocuklar amerikan kültürünün çok daha esnek, yumuşak ve "affedici" olduğunu düşünüyor, belki de kendilerini bir taraf tutmak zorunda hissediyorlar. bu hissiyat da kimi zaman "japon değerleriyle dalga geçmek, onlara karşı çıkmak" şeklinde dışarı vuruyor kendini. bazıları gerçekten umursamıyor, o yüzden dalga geçmekte sakınca görmüyor "her şeyle dalga geçilebilir, ne var ki bunda?" diyerek, bazıları az da olsa milliyetçi hisler hissediyorsa bile ekseriyetle bundan utanıyor ve bastırmak için dalga geçiyor. ama genel olarak, gerçekten umursamayanlar çoğunlukta... "düşmanlıkları körüklememek için kötü anıları anlatmamak" bence de çok pozitif, ama insanoğlu matematiğe gelmiyor, "şöyle yaparsam böyle olur" denemiyor. bu sefer de, belki o anıları dinlemedikleri için, bu tarz anılarla karşılaşınca inanmayıp, abartılı bulma eğilimi ortaya çıkabiliyor.

    genel anlamda, çocuklar japon kültüründen sıkılmış ya da utanıyor oluyorlar, haliyle japon kültürüne dair pek çok şeyle dalga geçiyorlar, hiroshima ve nagasaki'de ölenler için yapılan anıtlarla dalga geçmek belki de bunun en uç noktası, ama kıyafetlerden yemeğe, her şeyle dalga geçiyorlar. binlerce japon, her sene göz ameliyatı olarak çekik gözlerinden kurtulmak, "batılı" gibi gözükmek istiyor (buna bayağı üzülüyorum aslında, insanın fiziksel görüntüsünden utanması sırf çekik gözlü diye... insanın aklı zor alıyor...)

    anlayacağınız bunlar bir bütün. japonya'da gençler çok zor bir üniversiteye giriş sınavından geçerler, iyi bir üniversiteye girebilmek için 1200-1500 kanji ezberlemeleri gerekir (lakin girdikten sonra mezun olmak bir o kadar kolaymış diyorlar). üniversiteye giriş sınavından önceki bir kaç yıl ve üniversite yılları, baskı altında olmadıkları belki de tek dönemdir. özellikle iyi bir üniversiteye kapağı attıktan sonra, aileleri 4 yıllığına onlara baskı yapmaktan vazgeçer, saçlarını acayip şekillerde kesen/boyayan, o meşhur metro istasyonlarında karşılaşılan çılgın giyinmiş japon gençleri filan işte o güruhtandır. (harajuku girls konsepti azaldı gerçi, bir ara lolita dedikleri victorian style giyinme modası yükseldi, aşırı derecede solaryuma yanıp sonda panda makyajı yapanlar vardı, onlar da artık çok yok. peluş tulumlar giyip aşırı sevimli görünen ama aslında çeteleşen, kavga eden, dayak atan gençler vardı mesela. peluş tulum ve çete, kırk yıl düşünse insanın aklında yan yana gelmiyor, ama oluyor. bu da bir tür "japon yaratıcılığı" olsa gerek. sonuçta kalıplara karşı çıkma, yerleşik güzellik algısına isyan etme veya onu başka şekilde kurgulama başka başka formlar altında sürekli yeniden beliriyor. öz aynı, biçim farklı: japon toplumunun istek ve beklentilerine "ters" şeyler yapma, isyanını bu şekilde belirtme ihtiyacı...) ancak bu çılgın gençler, 4 senenin sonunda sihirli değnek değmişçesine çok "cici" hanımlara-beylere dönüşüp iş hayatına atılırlar. çünkü eğer bu döngüye uymazlarsa aileleri tarafından reddedilirler, özellikle tokyo böyleleriyle dolu. istediklerini yapmasına izin vermeyen, her bireyden inanılmaz başarılı olmasını bekleyen japon kültürü gençleri ezer. japonya dünyada intihar oranının en yüksek olduğu yerlerden biridir, oysa herkes norveç'i filan bilir.
    (istatistikler değişmiş, güncel olarak kontrol ediniz.) aynı şekilde alkolizm sorunu da japon hükümetinin en çok uğraştığı sorun, ülkede herkes deli gibi çalışıyor, işten çıkınca ise alkole sarılıyor, çünkü insanlar mutsuz...( çok şık takım elbiseleriyle oturup başta gülüşerek içen, sonra naralar atarak veya sızarak geceyi tamamlayan ve bunu neredeyse her gün yapan genç profesyonellerden bahsediyoruz. işe git-iç-uyu, evli ve çocukluysan tek fark hafta içi şehirde hafta sonu evinde kal.)

    japon kültürü, genel manada belki bizim ikiyüzlü ya da ölümüne kibar diyebileceğimiz bir tarza sahip. bu kültür, bizdeki lafın tam aksine "göründüğün gibi olmamalısın ya da olduğun gibi görünmemelisin" düsturu üzerine kuruludur. içinizde berbat biri olabilirsiniz, toplum kurallarına uyduğunuz sürece sorun değildir. ya da harika bir insan olabilirsiniz, şekle uymadığınız sürece beş para etmez. yabancı gözüyle hayran olunan "düzenli, nazik, saygılı insanların ülkesi", o kültürün içine doğanlar için bir cenderedir; şekil, daima içerikten önce gelir. bu durum, onları sanat ve işte başarılı yapar; fakat kişisel hayatta, mutsuz, tatminsiz, sürekli ailesini onurlandırması gerektiğini, şirketini utandırmaması gerektiğini düşünen insanlar yaratır. bizim çok mana veremediğimiz seppuku (popüler adıyla harakiri) uygulaması esasen bunun bir yansımasıdır (zannedildiği gibi her japon yapamaz, sadece imparator tarafından izin verilen askeri soylular yapabilir gerçi ya, neyse o ayrı mesele.) onurunu yitiren, başarısızlığa uğrayan insanların özürü yerine geçer, canını alarak onurunu temizler. (başarısız olan mühendis intihar edince bu yüzden ediyor. o başarısızlığın ona öylesine bir utanç yüklediğini düşünüyor ki bununla yaşayamıyor.)

    lakin artık savaş soyluları olmadığı için, daha güncel ölümler var; mesela kendilerini trenin önüne atan japonlar. (sonrasında meşhur "intihar ormanı" gerçeği de ortaya çıktı.) üstelik, seppuku dışında intihar da gayet başarısız bir durum olarak görüldüğü, intihar edenler aşağılandığı için, tren şirketleri intihar edenler yüzünden seferler aksadı diye intihar edenlerin ailesine tazminat davası açabiliyor! (aynısı türkiye'de olsa sanırım linç ederler...) keza, içinde birinin kendini astığı ev, bir daha asla alıcı/kiracı bulamayabiliyor, çünkü o başarısızlığın yahut başarısızlığı getiren kötü şansın yeni sahiplere bulaşabileceğine inananlar var. (bu evleri kiralarının düşük olmasından ayırt etmek mümkün. tabii durum, bu hurafeye inanmayan yabancılara yarar genelde.)

    kısaca japonya, birbirinden mutsuz, günde 13-14 saat çalışan, sonra kazandığı parayla çocuklarını en iyi okullara gönderip onları da aynı cendereye sokan, dışarıdan bakınca zengin ve müreffeh, kibar insanların yaşadığı, içeriden bakınca ise cehennemin farklı bir boyutunu yaşatan bir ülke...

    ben bir japon olmadığımdan, bunlar bana her halde güzel gelir, garipliği onu daha ilginç yapar. zaten öyle olduğu için bu ülkeyle ilgili çalışmak istemiştim: "japonya balina gibidir: denizde yaşar ama balık değildir; balığa benzer ama memelidir." -umesao tadao

    sonuçta, en baştaki soruya dönelim: japon gençleri niçin bu kadar umursamaz olabiliyor? bence baskıcı çocukluk ve baskıcı iş hayatı arasında kalan dilimde, kendilerince eğlenebildikleri tek vakitte japon kültürüne dair ne varsa onla dalga geçiyorlar. çünkü biliyorlar ki o kültür onları da öğütecek ve karşı koymaya çalışmak direkt toplumsal reddedilişi getiriyor. bence japonların hali bayaa acıklı...

    ekleme: bu entry'yi 2012'de yazmıştım, japonya ile ilgili çalışmaya başladığım zamanlardan sonra. tabii ki benim japonya üzerine okumaya başladığım dönemle şimdiki arasında değişenler oldu, yaşam tarzına tepki gösterme biçimlerinden istatistiklere dek elbette birçok şey değişti. aklıma gelenleri güncelledim de. yalnız bazı "japon fan"larının hoşuna gitmemiş yazdıklarım, eh yapabileceğim bir şey yok, japon kültürü animelerden ibaret değil. japon kültürü hakkında değerlendirme yapmak için her yönden fikir edinmek gerekir, zira japonya'da yaşayan ("tencerenin içinde kaynayan kurbağa") içinde bulunduğu duruma farklı gözlerle bakarken, japonya'nın dışında çıkıp amerika ve avrupa'da yıllarca yaşamış, kendi kültürüyle diğer kültürleri karşılaştırma imkanı bulmuş japon arkadaşım çok farklı şekilde bakabiliyor. keza japonca sınıfında birlikte japonca öğrendiğim çinlilerle, korelilerle, vietnamlılarla sohbet ederken, onların "japon" ve "japonya" hakkında anlattıklarına, algılarına baktığımda bambaşka bir pencereden olayı görüyordum. fakat tabii ki halkımız her konuda, o konuda çalışan insandan bile muhakkak daha bilgili olduğu için bol bol akıl vermekten geri durmaz. kendisinden farklı düşünüyorsam muhakkak ki konu hakkında bilgim eksik, yanlış, çarpıktır, tek kelime japonca bilmiyorumdur, hatta kültürünü eleştirdiğim için kesin japon düşmanıyımdır. bilimsel tarafsızlık mı? o nedir, yenir mi? kendimi gerekli kişilere ve kurumlara ispatlamış olmam bu tarz insanlar için hiçbir şey ifade etmez, çünkü onun gönlünü hoş edememişimdir. japonya'da konferansa mı kabul almışım, olsun, kendisi de japon olan ve çalışma alanı da bu konular olan insanlar çalışmalarımı mı beğenmişler, ona nesi ki... japon dili okuyan bir anda kendisini japon siyaseti, tarihi, sosyolojisi, antropolojisi, felsefesi hakkında da uzman ilan ediyor (mesela türk dili ve edebiyatı mezunlarına soracağım artık türk siyasal hayatıyla ilgili sorularımı. hem türkçeyi iyi biliyor hem de türkiye'de yaşıyorlar ne de olsa <3 -böyle kıyaslayınca ne kadar komik durumda olduklarını fark ederler umarım-) yahut japonya'da vakit geçirdiği için bir mühendis otomatik olarak o toplumu çok iyi analiz edebileceğini düşünüyor. sonuçta her türk'ün türkiye tarihi, kültürü, siyaseti uzmanı olarak ülkeyi her gün "aneliz" ettiği düşünülürse çok haklı, tabii ki japonya'da vakit geçirmek onu -alanı bu olmasa, eğitimi bunun üstüne olmasa da- mükemmel bir uzman kılacaktır, hiç şüphem yok bundan. * kendilerine yürekten başarılar diliyorum. lakin kusura bakmazlarsa eğer, japon olsun veya olmasın, ben alanı bu olan, bunun üstüne çalışan kişilerin görüşlerini dikkate almayı sürdüreceğim. * ha sizin bu alanlarda yayımlanmış çalışmanız varsa tabii haberdar edin, zevkle okurum. siz de sevdiğiniz insanları, ülkeleri, kültürleri eksileri ve artılarıyla bir bütün olarak kabul edebilmeyi öğrenirseniz, hayatınızın tamamı için çok iyi bir şey yapmış olursunuz, aksi halde sürekli bir inkâr edişle yaşamanız gerekiyor.
  • işinden çıkarıldığı için intihar eden thy çalışanı ömer koray özbay’ın intihar ettiği ülke.

    japonya'da bir binadan atlayarak canına kıymış.

    katilleri:

    (bkz: serkan gündüz) thy tokyo müdürü

    (bkz: alican gürsoylar) yukarıdakinin kuzeni/yiğeni

    (bkz: burhan bayhan) yukardakinin arkadaşı. lise mezunu vasıfsız

    videodan anladığım kadarıyla olaylar şu şekilde gelişmiş.

    1. ömer faruk tgs’de çalışan başarılı bir kişi. eğitmen olmaya çalışıyor.

    2. serkan gündüz tarafından çeşitli vaatlerle japonya thy’ye çağırılıyor.

    3. yukarıda ismi geçen üç şerefsiz thy tokyo ofisini ele geçirmiş, at koşturuyor. ama liyakatsiz oldukları için işlerini düzgün yapamıyorlar. bir uçuş iptal oluyor ve thy zarara uğratılıyor.

    4. ömer koray bunlara neyin nasıl yapılması gerektiğini öğretiyor.

    5. thy osaka’da ofis açıyor ama ömer koray yerine lise mezunu burhan bayan işe alınıyor. daha ofis açılmadan işi kapıyor. ömer koray görmezden geliniyor.

    6. ömer koray işten çıkarılıyor ve 3 sene boyunca tutunmak için çabalıyor. japonya’da başka iş bulma girişimleri şerefsiz serkan gündüz tarafından engelleniyor. alakasız işler (garsonluk gibi) yapmak zorunda kalıyor. serkan gündüz tararından okinawa’ya falan gönderiliyor.

    sonunda ise yaşadıklarına dayanamamış ve intihar etmiş.

    hepsini tek tek göçmenlik bürosuna ihbar edeceğim. şerefsizler.
  • 2023 itibariyle imf verilerine göre 4.4 trilyon dolarlık ekonomisi ile dünyanın en büyük 3. ekonomisidir. önünde yer alan iki devletten biri küresel süper güç abd, diğeri ise dünyanın altıda biri olmak ayrıcalığını haiz çin. japonya, küresel ekonomiler arasında, almanya hariç, bütün kıta avrupası devletlerinden daha gelişkin bir endüstriye, daha hacimli bir ekonomiye, kimilerine göre kökleri konfüçyus'a dayanan refah devleti politikaları sayesinde ise görece daha egaliteryan bir refah dağılımına sahip. fransa'dan, ingiltere'den daha büyük bir ekonomi üretmesine rağmen ise şurada görülebilecek piyasa değeri listesinde yalnızca, yalnızca tek bir japon şirketi var: toyota. o da listenin zirvelerinde değil, ortalarında yer almakta. japon ekonomisinin onda biri eden danimarka'nın novonordisk şirketi listeye 22. sıradan giriş yapmış. tayvan'ın tsmc'si 10. sırada. fransız lvmh ise 11. sırada. koreli samsung, isviçreli nestle, hepsi japon toyota'nın oldukça önünde. japon ekonomisinin yarısı olan fransa listeye 6 şirket sokmuş. yine japon ekonomisinden hatırı sayılır derecede daha küçük olan ingiltere ise 5 şirket sokmuş. gdp listesinin 4.'sü, 4.3 trilyon dolarlık hacmiyle japonya'nın en dişli rakibi almanya ise listeye sadece iki şirket sokmuş, ikisi de sonlarda yer alıyor: sap ve siemens.

    iyi, güzel dedin bunları da, neden dedin? dünyanın en büyük 3. ve 4. ekonomileri olan almanya ve japonya, en değerli şirketler listesine toplamda yalnızca 3 markasını sokmuş, hiçbirisi zirveye yakın dahi değil. oysa ki bu ülkelerin onda biri eden danimarka ekonomisi bile, isviçre ekonomisi bile küresel boyutta lider şirketler üretmiş, alman ve japon şirketlerini marka değerinde geçiyor, hem de oldukça geçiyor. bu bir tezat. bu tezatın sebebi ise 2. dünya savaşına dayanıyor. iki ülke de 2. dünya savaşında büyük şirketlerin tesiri altında idi. japon zaibatsu'lar japon ekonomisinin bel kemiği olup bir avuç şirket japon ekonomisini neredeyse tamamen kontrol etmekte idi. misal dönemin mitsubishi'si bir zaibatsu ağır sanayi şirketi olup o dönemki rölatif hacmi bugüne kıyas dahi kabul etmezdi. bu şirketler japonya'da militarist, genişlemeci rejimlere destek olup kendilerine hammade, kaynak, insan gücü ve pazar aramış, 2. dünya savaşının asya-pasifik perdesinde tanklar, uçaklar sağlayarak kan banyosunun musluğunu açmıştır. yine nazi almanyası'nın bayer'i, dönemin siemens'i, opel'i ve hatta vereinigte stahlwerke gibi artık var olmayıp, döneminde sanayi, hammade, kimya tekeli olan şirketler genişlemeci, rövanşist politikaları sebebiyle hitler'i desteklemişlerdi. özetle 2. dünya savaşının ardında ciddi bir şirketler ekonomisi vardı, devasa japon ve alman holdingleri sahip oldukları finansal güç ile 2. dünya harbinin finansmanında büyük etki sahibi idi.

    2. dünya savaşı bitti, almanya ve japonya mağluplar defterine adını yazdırdı. iki ülke de müttefik devletlerin işgalinde bir rekonstrüksiyona girdi. yapılan değişimlerden biri de şirketler hukukunda oldu. artık japon zaibatsu'lara müsaade edilmeyecek, keiretsu'lar yerini alacaktı. keiretsu'lar, zaibatsu'lardan daha gevşek bir hiyerarşide bulunan şirketler grubuydu, temelde tek bir aile bütün şirketlere egemen olamıyordu. holding ile konsorsiyum arası melez bir yapıyla şirketler arasında işbirliği ön plana alınıyor, satın alım yoluyla genişlemeler, monopolleşmeler önleniyordu. benzeri almanya'da da yapıldı. dev alman şirketleri bölündü, kimisi bu bölünmelerden sonra da yaşadı (bkz: opel), kimi devler ise 50'lerde satıldı ya da iflas etti.

    hasıl kelam geçmiş yüzyılın olayı, neredeyse 80 yıllık bir hadise olan 2. dünya harbi halen alman ve japon şirket modellerini etkilemekte. almanya ve japonya'da abd modeliyle devasa bir şirket olmak pek mümkün değil, yerel kanunlar, oturmuş iş kültürü, oturmuş iş ilişkileri ve iş modelleri bu duruma engel oluyor. öyle ki, 21. asrın ilk çeyreği biterken dahi dünyanın en büyük 3. ve 4. ekonomileri olan japonya ve almanya totalde yalnız 3 şirketi, kendi ölçeklerine göre pek de etkileyici olmayan sıralamalarla top 100 listesine sokabiliyor.

    edit: yanlış anlaşılmalara mahal vermemek için editlemek istedim, bu entry kasten popülasyon kıyası yapmamaktadır. iki katı, yarısı gibi kıyas ifadeleri tamamen imf verilerine göre gdp üzerinedir. popülasyonun faktör alınmama sebebi ise 1.5 milyarlık hindistanın totalde 3.7 trilyon dolar gdp'si olmasıdır. 90 milyon almanya, 1.5 milyar insanı geride bırakıyor. mealen, marifet her zaman nüfusta değildir. ikinci olarak da japonya ve almanya kötü ekonomidir iddiasında da değildir bu entry. japonya ve almanya'nın şirket modellerinin 2. dünya savaşı sebebiyle farklı organize olmasını konu almaktadır.
  • dünyada yıl boyunca en çok kar yağışı olan şehirlerin ilk üçünün japonya'da olduğunu biliyor muydunuz?

    en çok kar alan bu şehirler:
    1) aomori 2) sapporo 3) toyama

    life where i'm from isimli youtube kanalından dünyanın en çok kar yağışı alan şehri olan aomori'de kar altında yaşam üzerine 3 adet video. videolarda devamlı kar yağışı altında, yerde metrelerce yükseklikte karla birlikte nasıl bir yaşam sürülüyor, şehiriçi ve şehirlerarası yollar nasıl temizleniyor, evlerin önündeki karlar, çatılardaki karlar nasıl temizleniyor, şehir halkı günlük yaşantısına nasıl devam ediyor, otobüs ve tren seferleri aksamadan nasıl devam ediyor, havalimanı hiç bir sefer iptali olmadan nasıl çalışıyor, evler nasıl ısıtılıyor gibi konulara değiniliyor. gerçekten ilginç ve öğretici videolar.

    1) "life in the world's snowiest city part 1 | aomori, japan"
    https://youtu.be/qqerkwp1kqs

    2) "20 feet of snow | world's snowiest city part 2 | aomori, japan"
    https://youtu.be/hdnn9w_wnek

    3) why live here? world's snowiest city part 3 | aomori, japan
    https://youtu.be/tzvtbkkz73o
  • bugün ben de artık japonya'nın karanlık yüzü hakkında bir yazı yazacağım. özellikle bugün değinmek istediğim konu japonya'da son aylarda sosyal medyada sıklıkla dile getirilmeye başlanan okubo park çevresinde çoğalan "tachinbo"lar ve japonya'da seks işçiliği. anlatma sırası olarak önce en düşük seviyeden başlayarak yavaş yavaş seviyeyi yükselteceğim.

    japonya'ya taşınalı 1 yılı geçti. bu esnada instagram'da çok sayıda yabancı takipçisi olan bir profile denk geldim. genelde şu ve benzeri içerikler koyan bir profil. ınstagram profilindeki linke tıkladığınızda bu kişinin kyabakura çalışanı olduğu anlaşılıyor.

    kyabakura japonya'da prostitution'ın en düşük seviyesi(lowest form) diyebiliriz. adı kabare klübünden gelmektedir. genelde şirket sahipleri veya üst düzey yöneticiler, misafirleri veya çalışanları ile bu tür yerlere gidip para harcarlar. bu tür klüplerde müşteriler içkilerini yudumlarken, kadınlar da sohbetle müşterilere eşlik ederler. nadir olarak ise bu müşteriler çalışanlar işlerini bitirdikten sonra müşteriler ile seks için buluşabilirler. bu tür işletmelerde çalışan kadınlar genelde müşterilerden para değil hediye alırlar. bu hediyeler marka çantalardan tutun son model spor arabalara kadar gidebilir.

    ilk paragraftaki link bizi bir kyabakura sitesine çıkartmıştı ama bunun dışında bir de japonya'da direkt olarak seks'e ulaşabileceğiniz siteler var. bunlardan bir tanesi de cityheaven . peki bu nasıl bir site?

    japonya'da para karşılığı seks lisansınız yoksa illegal. lisanslı olanlar ise genelde çok az ve kadınlar aldıkları paranın çoğunu işletmeye vermek zorunda kalıyorlar. bu yüzden sistemi aldatmak için delivery health adında bir sistem kurulmuş, japonlar buna deriheru diyorlar, bizdeki karşılığı ise mutlu sonla biten masaj salonu*
    peki bu sistem nasıl çalışıyor. siz masaj salonuna gidiyorsunuz, masajınızı olurken bir bakmışsınız kız sizden hoşlanmış, siz de ondan, orada işinizi görüyorsunuz. kıza para ödemediniz, siz masaj için para ödediniz.. yasaların da bunu durdurmak için tüm masaj hizmetlerini kapatmaktan başka çaresi yok tabii ki.

    bu sitede istediğiniz boy, kilo, yaş, vücut ölçüleri vs.ye göre arama yapabiliyorsunuz. aynı zamanda üniforma bile seçebiliyorsunuz, hizmetçi üniforması, hemşire üniforması vs her türlü fantaziye yer veriyor. bazıları ilk seferde yapmıyor, ikinci görüşmede yapıyor. fiyat olarak ise değişkenlik gösteriyor. 40 dakikası 7500 yen saati, 10000 yen vs gibi bütçenize ve fantazinize göre değişkenlik gösteriyor. ayrıca illaki işletmede yapacaksınız diye bir şart da yok. bazısı eve geliyor. o yüzden adı "delivery" zaten.

    bunun bir tık üstü ise papakatsu dedikleri sugar daddy olayı. burada daha çok genç kızlar bulunuyor. bir iki sene önceye kadar twitter bunlar ile doluydu, şu anda daha nadirler. papalar kısa süreli ve uzun süreli olarak. kısa süreli olanlar sadece buluşmak için olanlar. uzun süreli olanlarda ise papalar genelde marka çanta, cüzdan, ayakkabı vs alıyorlar sugar baby'lere. sadece ilk buluşma 10000 yen gibi fiyatlardan başlıyor.

    bunun bir üst noktası ise en başta belirttiğim tachinbo'lar. ben bunları daha önce de görüyordum sokaklarda dolaşırken ama birilerini bekliyorlar zannediyordum. o birileri müşteriymiş yeni anladım. tachinbo japonca'da "left to stand" anlamına geliyor, yani biri ile buluşacakken karşıdaki gelmemiş gibi bir durum. kızların yüzlerinde genelde japonca 'da pien denilen bir ifade oluyor. pien mangalarda üzgünlük belirtisi olarak kullanılan bir onomatopoeia. burada olay şu siz gidip kıza "iyi misin?" vs. gibi soracaksınız buradan muhabbet ilerleyecek ve birlikte en yakındaki love hotele gideceksiniz. şu anda japonya'da sosyal medyada bu konuşuluyor. hatta dün siz değerli sözlük kullanıcıları için okubo park civarında video çektim.

    şimdi en karanlık noktaya ulaşacağız. bu nokta ise wakuwaku adlı bir internet sitesi ve aplikasyon ile başlıyor. waku waku bir japon onomatopoeia'sı. birilerinden hoşlandığınızda, ya da heyecanlandığınızda kalbinizin çıkardığı heyecan sesi. wakuwaku para karşılığı tamamen gecelik ilişki yaşayabileceğiniz insanlar ile dolu.
    bu aplikasyonda keywordler ile arama yaptığınızda her türlü fantaziye ulaşabilirsiniz. örneğin araba içerisinde seks, umumi tuvalette seks, voyeur, internet kafe, ne ararsanız mevcut. burada fiyatlar yine değişken, tokyo ve çevresinde daha pahalı iken daha küçük şehirlerde fiyatlar daha düşük. örneğin tokyo için tek seferlik 20bin yen gibi bir fiyatken bu fiyat nagoya için yarısı. bir kız günde 5 kişi ile sadece hafta sonu bu şekilde ilişkiye girse bir hafta sonunda 200bin yen yapar. bu asgari ücretle çalışan birinin 1 aylık maaşından daha fazla. en son japonya mext bursu doktora için aylık 145bin yen veriyordu örneğin.

    peki son zamanlarda bu durumun artmasının nedeni ne diye sormalıyız. bunun japonya'da iki sebebi var.

    birincisi tabii ki türkiye'de de olduğu gibi hayat pahalılığı. bu kızların bir çoğu üniversite öğrencisi ya da tek başına hayatını idame ettirmeye çalışan tipler. son zamanlarda japonyadaki görünen enflasyonun aşırı artması ama maaşların artmaması bir sorun. örneğin geçen sene taşındığımda bir onigiri 117-120 yen civarındayken şu anda 150-160 yen arasında konbinilerde. bu ortalama %20-%30 bir artış iken maaşlar %3 civarında artıyor. bunun dışında bu tiplerin bir çoğu sosyal medya'da gördükleri zenginliğe ulaşma hayalinde ve bunun için en kısa yol olan seks işçiliğini tercih ediyorlar. kendilerine o dior çantayı almalıyım çünkü x arkadaşımda var ondan geri kalmamam lazım gibi tembih ediyorlar.

    ikinci bir sebep ise psikolojik bozukluklar. japonya'da buna "menhera" deniliyor. bu iş türündeki çoğu kız menhera diyebiliriz. çoğunun kollarında jilet izleri var, kendilerinden nefret ediyorlar ama bu işi yapmasalar aç kalacaklar, çünkü çoğu evlerinden kaçmış "iede shoujo" denilen kişiler. japonya'da insanlar arası ilişkiler çok kısıtlı, kimsenin sıkıntılarını paylaşabileceği, birbirine mental açıdan destek olabileceği doğru düzgün arkadaşlığı yok. aynı şekilde devlet olarak da psikolojik yardım verebilecek institution'lar ise yok denilecek seviyede az. bu yüzden kendilerini kapana kısılmış hisseden bu gençler gerçeklerden kaçmanın yolunu "self harm"da aramaktalar. bu self harm'a kollarını jiletlemenin dışında kendilerini para uğruna pazarlamak da dahil.

    muhabiriniz tokyo'dan bildirdi.
  • tam yaşanılacak yerdir ama tam çalışılacak yer değildir. belki de benim çalıştığım şirket özelinde de olabilir tam bilemiyorum.

    uzun zamandır japonca öğrenip japonya’da mühendis olarak çalışma hayalini sonunda gerçekleştirdim, bugün işte ikinci günümdü, şimdiye kadar başımdan geçenleri anlatayım devamını getiririm ilerleyen zamanlarda.

    ilk gün işe gittim, 9:30’da oryantasyon başladı. 3 saat kadar sürdü. bu süre içerisinde herşeyi baştan sona anlattılar, ayrıca greyfurt rengi bir önlük verdiler. şirketteki herkes bu üstü giymek zorunda, gitmiyorsa da mutlaka beyaz gömlek giyecek. pantolon sadece chino veya kumaş pantolon olacak.

    buradan çıktıktan sonra benim takım lideri toplantı odasının önünden çocuğunu okuldan alan veli gibi aldı çalıştığımız 8. kata çıkardı.
    burada ofisin kullanım kurallarını öğreten birinden tekrar 1:30 saate yakın oryantasyon aldık, mesela zarf mı aldın ismini yazıyorsun chris dorner zarf aldı diye. tüm herşey için böyle, yemeğe mi gidiyorsun? dur gitme! , önce bilgisayarı masanın altındaki çekmeceye koyacaksın. ha masa demişken herşey japan sized olduğu için 1.86 boyla masaya doğru düzgün sığamamam da var. koltuk bildiğin indire indire tabure oldu kahvehanedeki yancı dayılar gibi çalışıyorum masada.

    ofis kurallarının ardından it biriminden bir arkadaş geldi, bilgisayarın olaylarını halletmek için. bilgisayar tamamen gözetim altında istediğin gibi birşey indiremiyorsun, google chrome bile yasak. edremit browsera kaldık. bilgisayarın bios şifresi ayrı, kullanıcı şifresi ayrı vs. bir yığın tantana.

    şu anda toplantı için kulaklığım olmadığımdan kulaklık siparişi verdik, şirketin sisteminden girip ne için verdin yöneticin kim vs hepsini dolduruyorsun otomatik oluyor ama sistem bildiğin windows xp zamanı, 15-20 sene öncesinden kalma. her gün işe girip çıkarken yine xp zamanından kalma smash diye bir sistemden timetable dolduruyorsun, kaçta geldin kaçta çıktın yazıyorsun, mesai ücretin ona göre ve kart okumasını karşılaştırarak belli oluyor. normalde ise işe başlamadan önce yıllık ücretini söylerlerken haftada 20 saat mesai yaparsan ve işte şöyle performans gösterip, şöyle bonus alırsan bu kadar alacaksın diye söylüyorlar.

    masada yemek yiyemiyorsun, yemek yeme yeri hemen ofisin dışında oturma alanı var orada. öğlen yemeği zamanı zil çalıyor ilkokul gibi , öğlen arasına çıkıyorsun tekrar zil çaldığında geri dönüyorsun. şirketin restoranı ve kafesi var içinde. cafe çok ucuz, 140 yene ice caramel latte satıyorlar. yine yemek de ucuz, bugün 400 yene büyük bir somon, pilav , miso çorbası ve 2 çeşit yan ürün yedim. miso çorbası otomattan geliyor süper birşey. aynı şekilde soğuk sıcak yeşil çay otomatından ücretsiz çay alabiliyorsunuz yemeğin yanında.

    şimdilik gözlemlerim bu kadar, devamını yaşadıkça yazacağım.
  • tweetin altı bize yolladıkları yardım dekontlarıyla dolu. özellikle büyük doğu japonya depremi dedikleri 2011 faciasındaki yardımlarımızı unutmamışlar.

    tweet

    kendilerine çok teşekkür ediyoruz. bence esas japon dayanışmamız depremden sonra başlamalı. yapılaşma konusunda paylaşılacak çok şey var.
  • bir tanıdığım almanya ve japonyanın ekonomik atılım dönemlerinde ikisinde de devlet memuru olarak bulunmuş. şimdi emekli. kendisi japonyaya çok kızardı,göz göre göre battılar.
    almanya gibi göçmen alsaydı, 30senedir ekonomik durgunluk yaşamazdı diye.
    bahsettiği konuda muhtemelen haklı.
    japonya kritik dönemlerde kaynak eksikliğinden birçok sektörü kaybetti.
    son 1senede avrupada daha önce gördüğüm onlarca şehri tekrar gördüm.
    avrupadaki ortadogululaşmayı, gördükçe diyorumki, iyi yapmışsın japonya, şerefinle batmak en iyisi.
    yerler çöp,cam kırığı, metroları pis,kimsenin aslında hiçbir kurala uymadığı , dingonun ahırı olacağına iyiki batmışsın diyorum.bu japon kızları açık saçık giyiniyor, ahlakımızı bozuyor diyen tipleri doldurmayarak çok çok iyi yapmışsın. alakasız saatlerde son ses, kendi yerel dillerinden olan müzikleri sağda solda çalan tipleri doldurmayarak çok çok iyi yapmışsın.
    bazen tarihten şerefinle silinmek en güzeli.
  • çocukluk hayalimi gerçeğe dönüştürdüğüm bir seyahatle tokyo, kyoto, kobe, osaka şehirlerini gezme fırsatı buldum. günlük hayat hakkında bana ilginç gelen notları paylaşmak isterim:

    (1) tokyo'da havaalanı ve şehir merkezi arasındaki en iyi seçenek "airport limousine", (ücret 3000 yen civarında, 1 yen eşittir 0,12 tl). bu araçla şehre ulaşmak 90 dakika sürüyor. (biraz uzak, ayrıca "limuzin" dediysem sadece adı limuzin ama kendisi otobüs, evet bu konuda ben de kırgınım.)

    (2) trafik soldan akıyor (ben şok), ingiltere dışında herhangi bir yerde trafiğin soldan akması nedense bana her zaman garip gelmiştir. yahu sen japonsun, aklı başında adamsın, niye böyle şeyler yapıyorsun? hadi neyse buna alıştım derken bir de baktım yürürken de soldan yürüyorlar, birkaç kez kalabalığın arasında kaldıktan sonra akıntıya karşı yüzer gibi hissedince yanlış taraftan yürümemen gerektiğini anlıyorsun. (anlamıyorsan bkz. "kezban tokyo'da".)

    (3) öte yandan tokyo metrosundaki yürüyen merdivenlerde solda duruyorlar ama kyoto'da sağda duruyorlardı, bir standardı yok demek ki ben de bilemedim. fakat istanbul'da sıklıkla gördüğümüz gibi herkes sağda dururken solda aval aval duran ve insanların geçişine izin vermeyi akıl edemeyen tiplerden olmamaya çalıştığım için bahtiyarım.

    (4) taksi tarifesi 450 yenden başlıyor ve her 1 kilometrede 400 civarı atıyor. tokyo’da otelimin olduğu shinjuku'dan, gece kulüplerinin olduğu roppongi'ye 4 bin yen civarı vermiştim. (bu arada gece-gündüz tarifesi farklı, taksi zaten pahalı, gece tarifesi ekstra pahalı fakat "my heels were killin' me".)

    (5) kaldığım otellerde, televizyonda genelde japon kanalları vardı, bir tanesinde ingilizce kanal olarak sadece bbc world bulabilmiştim. (tokyo'da kaldığım otel, orta halli "apa hotel shinjuku kabukicho tower", şehrin göbeğinde olduğu için tercih etmiştim, şirin bir oteldi, fakat farklı amaçlar için de kullanılan fazla merkezi bir otel seçmişim, kapısında müşteri bekleyen translarla çok makara yapmıştım, bir ara anlatayım sahi.)

    (6) insanlar pek güneş gözlüğü kullanmıyor. güneş gözlüğü kullanan japon sayısı 100 kişide 1,30 (bak buçuk bile değil). genelde şemsiye ya da şapka kullanıyorlar, bir de güneşte fazla dolanmıyorlar. kadınlarda güneşe karşı inanılmaz bir hassasiyet var. beyaz kalmak için ellerinden geleni yapıyorlar. başlarına mutlaka şapka takıyor, boyunlarına fular doluyor ya da yazın ortasında bile dirseklerine kadar eldiven takıyorlar. genelde yaşlı hanımlarda gördüm eldiven olayını. bence tatlı.

    (7) toplu taşımada biletini asla atmaman gerekiyor. çünkü indiğin yerde yeniden okutuyorsun. eğer aktarma yapacaksan aktarma yaptığın yerde de makineye sokuyorsun kapı açılıyor, makine biletini veriyor, alıp devam ediyorsun. son duraktaysan bileti vermiyor, cihazın içinde kalıyor, kapı açılıyor ve gidiyorsun. otobüslerde de orta kapıdan biniliyor ve herhangi bir kontrol yapılmıyor binilirken. inerken ise ön kapıdan iniyorsun ve şoförün yanında biletini (ya da kartını okutuyorsun). şoför de istisnasız herkese "arigatou / arigatou gozaimasu (teşekkür ederim)" deyip duruyor tabi. bakın burası çokomelli: istisnasız herkese teşekkür ediyor, günde belki de binlerce kere.

    (8) toplu taşımada eller sürekli telefonlarda, ama açıp da candy crush oynayanı görmedim desem yalan olmaz. yaşlısı genci mutlaka bir şeyler okuyor, ya bir kitap ya e-book, ya da gazete. ciddi bir okuma alışkanlığı var toplumda, toplu taşımada geçen zamanı okumak ya da uyumak için kullanıyorlar.

    (9) vaziyet alın, klişe geliyor: sokaklar tertemiz! çöp toplayıcılar ellerinde maşalarla yerden tek tek izmarit topluyor, gerisini siz düşünün. peki o izmaritleri sokağa kim attı diye düşünüyorum ve bir japon evladının asla atmadığından -neredeyse- eminim. çünkü birbirlerine hayatı zorlaştırmak için değil, kolaylaştırmak için yaşıyorlar.

    (10) şehirler arası seyahatlerde kullandığım “shinkansen” adı verilen hızlı tren deneyimi muazzam. maksimum 320 kilometreye kadar ulaşabiliyor ve çok konforlu. bu trenlerde ayakkabı çıkarıp oturmak gayet normal karşılanıyor. asla yüksek sesle konuşmuyorlar, hele kadınlar trenlerde fısıltıyla konuşuyorlar, kimse kimseyi rahatsız etmek istemiyor. hatta sanırım en çok korktukları şey birinin konforunu bozmak, başkalarından da bunu bekliyorlar doğal olarak. çok mantıklı.

    (11) marketlerden içki alırken yasal yaşın üzerinde olduğuna dair -müşteri tarafındaki ekranda çıkan- soruya "yes" butonuna basarak taahhüt veriyorsun. kimlik soranını görmedim, başka gençler alırken de sadece o onayı verdiklerine şahit oldum, pek kurcalamıyorlar.

    (12) çok fazla turist konakladığından ve expat çalıştığından, gece hayatında avrupalı, amerikalı kişilerle tanışmanız, japonlarla takılmanızdan daha olası. elbette türkler de var ve bir kısmı dönercilik yapıyor. onlarla konuşurken öğrendim ki japon kadınları türk erkeklerine kolaylıkla aşık olurmuş, bizim erkeklerin sahipleniciliğine tav olurlarmış, fakat türk erkekleri genelde zengin olan bu zavallı kadınları soyup soğana çevirip paralarını yer ve terk edermiş. bundan dolayı türk erkeklerinin imajı japonya'da son yıllarda çok olumsuza dönmüş. (sorry guyz.) fakat türkler'e karşı yine de bir sempati mevcut, osaka'da gittiğim bir müzedeki görevlinin türkçe bilmesi beni hem şaşırtmış hem sevindirmişti.

    (13) suya ve temizliğe çok önem veriyorlar, her yerde spa ve saunalar var. bu saunalarda herkes rahat bir şekilde -anadan üryan- dolaşıyor, kadın-erkek ayrı elbette. önce utansan da sonraları sen de koyveriyorsun peştemali, ohh mis.

    (14) suyu çok sevdiklerinden, sürekli suyla haşır neşir olduklarından gayet temizler, hiç ter kokmuyorlar mesela, metrolar da buna dahil. zengini de fakiri de temiz giyiniyor. tapınaklara ayakkabısız giriyorlar. ilginçtir ki bazı elektronik eşya satan dükkanlara da ayakkabısız giriliyor. yani bildiğin dükkanın önü cami gibi, dışarıda sıra sıra ayakkabılar var, içeride yerler halı kaplı ve sen böyle bir dükkanda cep telefonu falan bakıyorsun. bana tuhaf geldi, gözümü kapı önündeki ayakkabımdan alamadım, rezil gibi "çalınır mı" diye düşünüyorum, resmen doğduğum coğrafya kaderimdir, ama temizlik demişken bir konu var ki anlamakta zorlanıyorum, kadını da erkeği de kasık bölgesindeki tüyleri uzatıyor. tuvalette gördüklerim saç değildi biliyorum ve bu beni dehşete düşürüyor. burdan puan kırdım.

    (15) yabancılara karşı çok saygılılar ama saygısız (ya da mesafeli) olabildiklerini de gördüm. bir mekana girdiğimde, oldukça sert bir ifadeyle "only japanese!" deyip dışarı uğurlandığımı söyleyebilirim mesela. böyle de garip kuralları var. her mekana elini kolunu sallaya sallaya giremiyorsun, önceden bilmen gerek. gerçi kapıda da yazmıyor ama neyse bu da böyle bir anımdır. (ayrıca biz burada bir mekanda "hop buraya giremezsin, sadece türkler girebilir" desek muhtemelen videomuzu youtube'da izlerdik. bayağı ırkçılığa maruz kalmışım yahu, biraz içlendim şu an, ama adamların diğer özelliklerini düşününce geçti.)

    (16) karaokeye ve beyzbola bayılıyorlar, karaokeyi anlarım da beyzbol ilginç gelmişti. ayrıca animasyonlara, bunların peluş oyuncaklarına -deyim yerindeyse- tapıyorlar, gerçek anlamda tapıyor bile olabilirler, çünkü çok farklı şeylere tapıyorlar zaten.

    (17) tapmak demişken bir anımdan da bahsedeyim, otelin 20’li katlarında kalıyordum ve bir sabah odama kadar gelen kalabalık insan gruplarının çığlıklarıyla uyandım. sokakta nümayiş var diye düşünüp önemsemedim ama saatler süren bir ses olunca merak edip gittim baktım, ana caddede kadınlı erkekli gruplar, sırtlarında tahtırevan gibi bir taşıma aletiyle kendilerince kutsal saydıkları tanrılarını ("kami" deniyormuş) yağmur altında tüm gün taşıyorlardı. bir çeşit ilahi gibi kutsal sözler söyleyerek, saatlerce caddelerde yürüdüler. gördüğüm kadarıyla o taşıdıkları platform ("mikoşi" deniyormuş) hiç de hafif değildi (birkaç ton ağırlığındaymış) ve çok zorlanıyorlardı ama günün sonunda hava kararıp güneş batınca bile bunu yapmaya devam ettiler. böyle bir güne denk geldiğim için kendimi şanslı hissettim. (sonradan öğrendiğime göre "sanja matsuri" adındaki bir dini festivale denk gelmişim, gün boyu yağmur altında, davullar eşliğinde kadınlı erkekli binlerce kişi, geleneksel kıyafetlerle tonlarca ağırlığındaki tahtlar ile tanrılarını canhıraş bir şekilde cadde cadde gezdirdi. inanç ne acayip bir şey... ama muhteşem bir deneyimdi benim açımdan.)

    (18) açık alanda sigara içmek yasak, "public" ortamlarda sigara içme alanları var ama dışarıdan görülmesi zor. çocuklar özenmesin diye olabilir. öte yandan, iç mekanlarda belli bir saatten sonra sigara içilmesine de çok şaşırmıştım. bir suşi restoranında adamın biri birdenbire sigara yakıp içmeye başladı. meğer gece 23:00'ten itibaren serbestmiş ve saat 24 olmuştu o yaktığında. hele trenlerde sigara içilebilir vagonlar olduğunu duyduğumda şoke olmuştum. bilet satan çocuk "bir tek shinkansen'ler kaldı, diğer trenlerin tamamında yasaklandı" dedi. ben biletimi hep sigara içilmeyen, hatta içilenden 2-3 vagon uzakta olandan almayı tercih ettim.

    (19) temastan çok hoşlanmadıkları için birbirlerine teşekkür ve saygı ifadesi olarak yarı eğilme şeklinde "ojigi" adı verilen o meşhur hareketi sergiliyorlar. trendeki kondüktör, vagona girişte ve vagondan ayrılırken tüm vagona dönüp eğilerek selam veriyor mesela. otobüse valizlerinizi yerleştiren görevliler, otobüs hareket edene kadar yol kenarında bekliyor ve hareket ettiğinde otobüsteki yolculara doğru ojigi ile bizi selamlayarak yolcu ediyorlar. bu kadar saygıyı hak edecek ne yaptım diye sorduruyorlar insana.

    (20) sosyal ilişkilerde saygı çok önemli bir olgu ama mesela tek taraflı bir saygıdan bahsetmiyorum. metroda inanılmaz yaşlı bir kadın, kendisine yer verdi diye gencecik kıza ne mahcup oldu ne teşekkürler etti anlatamam. bu arada genelde yaşlılara yer verme hassasiyetinin olmadığını gözlemledim ama sonradan da şunu anladım ki yaşlıların da böyle bir beklentisi yok. otobüste yer olmasına rağmen ayakta giden yaşlı amcalar ve teyzeler bu savımı destekledi. bir de nüfus gerçekten yaşlı, işin güzel yanı yaşlılar sosyal hayattan çekilmemiş. gördüğünde ölmek üzere falan dersin ama teyzem tek başına fırt bu otobüs benim, fırt şu metro senin dolanabiliyor. güzel yaşlanmışlar.

    (21) tarihi alanlarda kalabalık okul grupları dolaşıyor. tarihlerine ve bunu öğretmeye düşkünler. anne ördek (öğretmen) ve yavruları gibi dolanıyorlar ortalıkta, aşırı tatlı japon çocuklarından iki tanesini çantaya atıp getiresin geliyor. gerçekten çok şekerler. hele o bebekler, o minik tatlı çocuklar! bizim erkeklerin yerinde olsam gider bir japon kızıyla evlenirdim, öyle tatlı bebişlerim olsun diye. aynı şey kızlar için de geçerli, onlar da kendilerine şöyle yakışıklı bir japon bulsunlar derim. ama tek bi falsoları var (hayır ilk aklınıza gelen şey değil, gözlemlerime dayanarak söylüyorum ki o değil) tek falsoları o uzun pubik kılları işte! neyse etek tıraşı nedir diye öğretirseniz bence gül gibi geçinir gidersiniz. fazla çocuğunuz olursa birini sahiplenebilirim.

    (22) çalışan kesimdeki erkeklerin ve kadınların kendilerine özgü hal ve tavırları var. erkekler takım elbise giymeye bayılıyor, özellikle genç beyaz yakalılar takım elbiseyi üniforma gibi gururla taşıyor. genel olarak gömlek ve koyu renkli kumaş pantolon ikilisiyle dolaşıyor ya da çalışıyorlar. erkeklerin pantolonlarındaki arka ceplerinden birinde mutlaka mendil ya da eskilerin deyimiyle "peşkir" gibi bir kumaş duruyor. bunu sıcaklarda nemden dolayı terlediklerinde yüz silmek için kullanıyorlarmış. (temiz insanlar demiştim.)

    (23) gençler arasında ise ciddi bir yabancılaşma var, bu durum kılık kıyafete de yansımış durumda. japon gibi görünmemek için ellerinden geleni yapıyor gibiler. ama kimono giyip dolaşan kızlar ve kadınlar da çok sayıda. özellikle kyoto'da (tarihi açıdan çok köklü bir şehir, eski başkent) kimonolu kızlı erkekli grupları görmek mümkün. kimono giymiş iki genç kızı bir restoranda yemek yerken görebiliyorsun ve onları uzaktan izlemek bile keyif veriyor. kimono giyene öyle bir hal geliyor ki tuhaf bir asalet ve nezaket veriyor giyenlere.

    (24) "toto" denilen tuvaletleri her yerde görmek mümkün. bunlara süper gelişmiş klozetler de denebilir. bu klozetlerin kenarında bir kontrol paneli var, kadınsan ayrı erkeksen ayrı seçeneği seçip (shemale seçeneği yok, sorry sjw) mis gibi ılık suyla (sıcaklığı ayarlayabiliyorsun) taharetleniyorsun. "taharet" deyince babaanne gibi hissettim birden neyse. utangaçlar için sifon sesi veren buton yapmışlar, görünce kafaları yedim. osurursan (haşa huzurdan) ya da bir şekilde ses çıkarsa, etraftakiler de rahatsız olmasın sen de rahat rahat hacet gider diye bunu düşünmüş adamlar. basınca sanki sifon çekilmiş gibi ses çıkıyor ama su akmıyor. (respect!)

    (25) şunu gördüm, hayatı insanlara çekilmez değil yaşanır kılmalıyız diyen bir yönetim var adeta. en azından belediye ve kamu böyle çalışıyor. (bize yeni yeni gelen) market önlerinde köpek bağlaman için alan düşünmüşler. yani böyle ince detaylara verilen önem, insanları eve hapsetmiyor. sokaklar rahat ve güvenli görünüyor.

    (26) bu adamların (adam derken japon insanının yani) her yerde uyuma özellikleri var. özellikle metroda uyuyan uyuyana. sabah rush hour'da ciddi kalabalık var, özellikle tokyo metrosunda. ama her şey düzenli ve ortada ne gürültü var ne keşmekeş.

    (27) genç kızların büyük çoğunluğu çok güzel, incecik, narin ve tatlı; erkeklerin arasında da -bu kadar olmalarına benim de şaşırdığım sayıda- çok yakışıklı adamlar vardı. ben -ki çekik gözlü birini çekici bulamam diyordum- erkeğine de kızına da ayrı hasta oldum. kendilerine has bir güzellikleri, aura'ları var. ("once you go asian you can never go caucasian" demişler, haklılık payı var galiba.)

    (28) genel olarak aşırı utangaç, kendi hallerinde yaşayıp giden insanlar bunlar. bir şey sorduğunuzda çok utanıyorlar, heyecan yapıyorlar. duygularını yoğun şekilde yaşıyorlar ve size de yansıtıyorlar. yahu yanlış bir şey mi yaptım diyorsun kendi kendine. kaldığım otellerden birinden çok memnun kalmıştım. sabah check-out sırasında "bu oteli her yerde herkese tavsiye edeceğim" dediğimde resepsiyondaki kızlar çocuk gibi el şaklatarak sevindiler. yaa şapşik misiniz acaba?

    (29) trafikte sessizliğe o kadar alışmışım ki korna sesi duyduğumda "n'oluyor kardeşim, bu ne tantana?" dediğimi hatırlıyorum. çünkü korna çalan yok denecek kadar az. ve yine çünkü yaya olan kimse kırmızıda geçmiyor, şoför olan kimse de yayalara yeşil yanarken geçmiyor ya da geçemiyor. (ama sonuç olarak bir gerçek var: geçilmiyor kardeşim bu kadar basit! gecenin dördünde in cin top oynarken ve ortalıkta araba yokken yayalar olarak karşılıklı bekleştiğimizi hatırlıyorum. çok acayip bir sinerji, bazen birinin kuralı delip geçtiğini görüyorum ve onun adına utanıyorum mesela, eminim o da utanıyordur. böyle bir mahalle etkisi var pozitif anlamda, geçemezsin baskısı yapıyorlar sanki. ama bu güzel bir şey tabi.)

    (30) başka bir anı; bir keresinde, kalabalık bir öğrenci grubu karşıdan karşıya geçti, benim de beklemekte olduğum otobüs durağına geldi, otobüs yanaşıyordu. geride kalan bir oğlan çocuğu tam arkadaşlarının yanına gelecekti ki ışık kırmızıya döndü ve çocuk adeta beyninde çip varmış da biri onu uzaktan kumanda ediyormuş gibi mıh gibi çakılıp kaldı kaldırımın karşısında. aman ya rabbi arkadaşları da bir panik oldu, bir çığlıklar anlatamam. sanki ördek yavrularından biri karşı kaldırımda kalmış gibiydi. otobüs geldi ve kapılarını açtı, herkes biniyor ama çocuk geride kalacak diye herkes panik. ama çocuk karşıya geçemiyor, bir adım atıyor geri gidiyor, bir adım daha atıyor geri gidiyor. sanki ortada görünmeyen bir lazer ışını var da ikinci adımı atarsa ayakları kesilecek gibi. gözlerimle görmesem inanmazdım belki ama çocuk geçemedi. yol kenarında çırpınıp durduğunu gören bir şoför durup ona yol verince çocuk eğilerek teşekkür etti ve karınca sürüsüne katıldı, antenlerini birbirlerine sürtüp onu aralarına aldılar. gözlerim yaşardı.

    (31) insanlar genel olarak inanılmaz yardımsever ve güler yüzlü. size yardımcı olmak için adeta çırpınıyorlar. tek problem dil bilmemeleri. ingilizce bilmeyenler çoğunlukta. "tourist information" ofislerinden bile zar zor yardım alabildim, oradakiler dahi çat pat konuşuyor. sokaktaki insanlar, gençler, mekanlardaki garsonlar dahil ingilizce bilen insan sayısı çok az, hatta yok. menüler bile bazen tamamen japonca olabiliyor. dil bilmezlikleri karşılaştığım en ciddi problemdi. ama dil bilmeseler bile seni probleminle baş başa bırakmıyorlar. çünkü ne sorduğunu anladıklarında adeta karınca gibi dolanıp duruyorlar etrafında. hatta bir keresinde kobe'de bir restoranın nerede olduğunu sorduğumda, ayağı aksayan bir adam dil bilmediğinden yolu tarifi edemeyeceğini anlayıp “gel benimle” dercesine bana bir işaret yaptı ve beni paralel sokaktaki mekana kadar götürdü. bu dediğim olayı (tarif edemeyince eşlik etme) en az iki kere daha yaşadım. her seferinde ellerim dizlerimde teşekkür ettim ben de. beni istediğim yere ulaştırıp benden teşekkür aldıklarında nasıl sevindiklerini görseniz! bana yardım edip bir işe yaramış olduklarını anladıklarında sanki dünyanın en mutlu insanı oluveriyorlar.

    (32) yol kenarlarında park etmiş arabalarda uyumaya bayılıyorlar. bunun amacını çok çözemedim ama ya işe mola verdiklerinde gelip uyuyorlar ya da uyuduktan sonra eve gitmeyip tekrar işe dönüp çalışıyorlar sanırım. akşam olduğunda yemek için kimse eve gitmiyor, genelde dışarıda yenip içiliyor ve içki içmeye de bayılıyorlar. sake kokusu geliyor yanınızdan geçen grupların ardından. yemeklerini genelde grup olarak yiyorlar, restoranlarda da grupların ayrı ağırlanabileceği odalar çok yaygın.

    (33) halk otobüslerindeki şoförler çok nazik ve interaktif. hepsinin başında "headset" mikrofon var. sürekli konuşuyorlar. ne dediklerini pek anlamasam da durak isimlerini söyledikleri kadar "ışıklarda duruyorum", "sıkı tutunun hareket ediyorum", "aman kapılara dikkat edin" falan gibi şeyler söylediklerini çıkardım. galiba böyle evet. ayrıca sürekli teşekkür ediyorlar. zaten bu her yerde böyle. insanlar birbirlerine sürekli "arigato gozaimasu" (çok teşekkür ederim gibi bir anlamı var) diyor. bunu derken eller dizlerde ve vücut eğiliyor defalarca. mahcup oluyorsun.

    (34) taksilerdeki şoförler de çok saygılı. çoğu beyaz eldiven takıyor. koltuklarda dantel işlemeler var ve kapılar otomatik açılıyor. (bu dantel işlemeli taksileri bir de erzurum'da görmüştüm nedense.) dediğim gibi taksiler çok pahalı, zaten ihtiyaç da kalmıyor çünkü otobüs ve metro hatları çok yaygın. ilk başta karmaşık gelse de bir günde çözüyorsun ve gerçekten hayat kurtarıyor. şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki üstteki bir tokyo şehri kadar bir tane de yerin altında var, öyle bir yer altı ağı ve sosyal alanı mevcut.

    (35) suşiye gelelim. sıcak yemek seven biri olarak daima mesafeli durduğum suşiye bu geziden sonra sevgi beslemeye başladım. sakeyle beraber bir suşi gecesi yaptım. hiçbir fikrim olmadan gittim osaka'da bir dükkana girdim. asıl amacım takoyaki ve okonomiyaki yemekti ama saat çok geç olmuştu ve hiçbir yerde bulamadım. gittiğim restoranda, suşi dolu tabaklar henry ford’un üretim bandı gibi önümüzden geçip duruyor, sen birini işaret ediyorsun, gözünün önünde hazırlanıp hemen sunuluyor. güzeldi, ben beğendim.

    (36) ve tabii ki kobe bifteği... "once in a lifetime experience" diyerek hayatımın en yüklü hesabını ödediğim için pişman değilim, sonuçta kobe bifteğini kobe'de yiyeceksin (lol). masaj yapılarak yetiştirilen, yağı ete adeta mermerdeki damarlar gibi dağıtılmış bir etten bahsediyorum. gözünün önünde pişiriyorlar ve iki lokmada bitiyor zaten (ya da benim param ufak olana yetmişti hahah), tadını anlatmaya yeltenmeyeceğim bile. garnitürü, tatlısı falan derken yaklaşık 200 dolarlık bir hesap gelmişti. kobe'ye gidiş sebebim bu biftekti ama değdi, zaten bir kez yiyebildim, aşırı pahalı...

    (37) çok fazla madeni para kullanımı var, ıncık cıncık yere düşse almayacağın türde kuruşlarla şangır şungur yürüyorsun, bu da ilginç gelmişti.

    (38) iş sahibi olmak, çalışmak, saygınlık kazanmak yaşamlarının amacı. ama bunun ucundaki şey "çok param olsun, büyük evim olsun, arabam süper olsun" düşüncesi değil. bunun altındaki güdü, tamamen topluma yararlı olma düşüncesi. benim gezimden çıkardığım sonuç "bir japon kendisini en çok, başka birine yararlı olduğunda japon gibi hissediyor" olabilir. kafadaki düşünce bu olunca trafik polisi de şevkle çalışıyor, yerden maşayla izmarit toplayan çöpçü de, kondüktör de. çünkü o bir iş sahibi ve iş sahiplerine duyulan saygı çok büyük.

    (39) hizmet verenle alan arasında muhteşem bir ilişki var. işini baştan savma değil büyük bir dikkatle, özenle ve sevgiyle yapıyorlar. kasiyerler size para üstünüzü minik kaplarda uzatıyor. ama olur da elden vermeleri gerekirse bir eliyle parayı size uzatırken diğer eliyle altta avucunu açıyor ki düşmesin diye. bir de dikkatimi çekti verdiğiniz şeyi alırken iki ellerini de kullanıyorlar, bu da yine ve tamamen size duyulan saygıdan.

    (40) ilginçtir ki böylesine saygı içinde yaşayan bu toplumdan çıkan seri katil ya da saldırganlar, diğer toplumlardakilere göre çok daha vahşi ve barbar olabiliyor. 16 yaşında kaçırılıp birçok kişinin tecavüzüne uğrayan ve 44 gün işkence yapıldıktan sonra korkunç şekilde öldürülen junko furuta'nın hikayesi, fransa'da okurken hoşlandığı hollandalı bir kadın tarafından reddedilince onu öldürüp parça parça yiyen issey sagava'nın hikayesi beni çok etkilemişti. (faillerin şu anda serbest olması da trajik.) ayrıca intihar oranları da çok yüksek, toplumdaki saygınlık o kadar önemli ki adamlar bunu yitirdiğinde ölmeyi tercih ediyor, bu çok net anlaşılabilir bir durum. çünkü saygı duyulacak bir adam değilsen, böylesi bir toplumda zaten yaşayan bir ölü olabilirsin en fazla.

    şimdi gelelim duygu ve düşüncelere...

    japonya, biyolojik bir "homo sapiens sapiens" tanımından öteye geçip erdemli bir "insan" olmanın nasıl bir şey olduğunu kanlı canlı gösteriyor sana. bu ülkede, "saygı" kavramının hayatta kaplaması gereken yerin nasıl doldurulduğunu hayretle fark ediyorsun, daha doğrusu anımsıyorsun. "hayat bilgisi" dersinde öğretilen şeylerin kitaplarda kalmak zorunda olmadığını, uygulanabilir olduğunu ve uygulandığında tadından yenmediğini görüyorsun. jean jacques rousseau burayı görse, toplum sözleşmesi'ni ağlaya ağlaya yırtar, "japonlar ne yapıyorsa onu yapın" yazardı.

    bu ülke bana, sanki kaf dağı'nın ardındaki ütopik bir memlekette yaşıyormuşum gibi hissettirdi. böyle yaşayabilen bir toplumun varlığını, bunun bir idea'dan ibaret değil de gerçek olabileceğini gösterdi. ben, her an saygı görmeye layık bir insan olduğumu hissettiğim kadar, saygı göstermeye hevesli biri olup çıkıverdim. memlekete döndükten sonra birkaç gün her önüme gelen suratsıza günaydın falan demeye başladım. algida reklamlarında dondurma yiyince g.tü başı oynamaya başlayan tipler gibi metroda, sokakta karşıma çıkanları öpüp "haydi erdemli insanlar olmanın tadını hep beraber çıkaralım" diye haykırasım, ellerinden tutup dans edesim falan geldi.

    sonra ya s.kerler ya döverler diye düşünüp fabrika ayarlarıma geri döndüm tabii.
hesabın var mı? giriş yap