83 entry daha
  • sinema tarihinde hem amerikagibi populer ve ticari sinemanin saltanat oldugu bir ulke de, hem avrupa gibi hala filmde sanati esirgemeden ticarilesmeye calisan bir piyasa da, hem de gelismekte olan bircok uzak dogu marketinde oldukca basarili olmus bu filmin ulkemizde neden bu kadar tutmadigini anlamakta gucluk cekiyorum. film hakkinda bir cok guvenilir yazarlardan kritik okudum ve cogu filmi super bulsalar bile kotu bulanlari da bu kadar yagmalamamislardi filmi. tabii kritikleri takmamaliyiz cunku onlar nasil olsa bu isten bizim kadar anlamiyorlar. o zaman sunu anlamakta gucluk cekiyorum, bizim sinemamiz sinan cetinler, mustafa altioklarlar, yilmaz erdoganlar tarafindan tam bir amerikan ozentisi, ticaret kaygili, anlamsiz, sacma sapan, bir market halini aliyorsa, acaba izleyicilerimiz de aynen amerikan seyircisi seklinde bir kivama mi geliyor? yakinda sinema da zenci dostlarimiz gibi bagira cagira tezahurat etmeye, telefonla konusmaya, ortaliga kusmaya falan da baslariz.

    "duragan film," "hic bir sey olmuyor," berbat senaryo," "avrupa filmi ozentisi" gibi elestirileri bu filmle ozdeslestirmekte zorluk cekiyorum. filmin yavas ilerlemesine ragmen, ki bence filmin en guzel ozelliklerinden biriydi bu cunku sanki filmi o anlar yasaniyorken izliyormusuz gibi gercekci bir anlatim veriyordu, her dakikasinda, her sessizliginde, bakisinda, oturusunda, bir derinlik barindiran, ve izleyiciyibu derinlige davet eden bir temposu vardi filmin. filmin senaryosu da bu nedenle bir cok insan tarafindan cok begenildi cunku belki de bir cok filmin aksine bu film "show don't tell" yani "anlat, soyleme" felsefesini en guzel uyarlayan filmlerden biriydi. bir cok amerikan filminin soylemek istedigi her seyi sozcuk yiginlariyla suratimiza carptigi, kelime bombardimani filmlerden sonra, sophia coppola'nin filmi sanki sopsoguk bir denize girmis etkisi yaratti. cunku belki de cogu kez yapamadigimiz gibi, bu filmde gorduklerimizi kendi kendimize yorumlayabildik, sophia'nin soylediklerine gore degil. bu nedenle de bir cok insan bu filmi kendi hayatiyla ozdeslestirebildi cunku en ufak bir sessizlikte bile kendimizden bir seyler bulabilme ozgurlugumuz vardi. ayrica sophia coppola cok buyuk bir davranista bulunarak belki de oscar torenlerinde odul aldiginda ilk defa saygi duydugu ve etkilendigi avrupa ve asya yonetmenlerine (jean luc godard, wong kar wai, antonionigibi) tesekkur etti. ben bunu yapmis baska bir yonetmen bilmiyorum. ayrica virgin suicides dan da sophia'nin tarzinin klasik amerikan sinemasi kliselerini asmis, kendine ozgu, sanat sinemasina (avrupa demiyecegim cunku orda da oldukca ticari filmler yapiliyor) daha yakin oldugunu gorduk ki ayriyeten lost in translationin renkli tokyo backgroundu, eglenceli karaoke sahneleri klasik avrupa sinemasi cercevesinin oldukca disina cikariyordu filmi.

    elbette ki herkes bir filmi sevmek zorunda degildir ve bu filmin bir cok insan tarafindan begenilmemesi normaldir. ama lutfen elestirinizi yaparken "yarrak gibi bir filmdi" "dandik" "rezil-i rusva" gibi elestirilerde bulunmayiniz sevgili sozluk yazarlari. oncelikle filme verilmis emege sonra da filmi seven ve takdir eden insanlara yapilan bir saygisizliktir bu.
  • orta karar, başarılı sayılabilecek bir sinema filmi.
    filmden çıkarken seyrettiğim için mutluydum, ama bütün jenerikte oturup da derin düşüncelere dalacak kadar etkilenmedim.
  • yeni jenerasyon türkler olarak acaip bir huyumuz var artık bizim. geçmişten gelen, kültür vasıtasıylan(diskoveri çenıl izlemekten hazzetmeyen beni de dinlemesin zaten) nesiller boyunca aktarılmış bazı özelliklerimizi kaybetmeye bayılıyoruz. benim bildiğim ve gördüğüm kadarıyla kültürümüzde "bükemediğimiz bileği öpmek, yaptıklarına saygı göstermek, yiğidi öldürecek olsak bile hakkını yememek, sezar'ın hakkını sezar'a vermek" gibi unsurlar mevcuttu. ama sırf bu bahsettiğimiz huyumuz yüzünden hepsini silmiş atmışız.

    kendisi bir baltaya sap olamamış çapulcu sürüsü mensupları, kırk yıl düşünseler üretemeyecekleri bir fikri, içinde ne olduğunu anlayamadıklarının dahi farkında olmadan duvara yaslayıp çamur atmayı bir popülarite aracı olarak kullanmaya bayılıyorlar. şöyle bir bakıyorsunuz, mesela yazdıkları ve çizdiklerine, ve karşınızda bulduğunuz insan tipine "çöp" damgası vurabiliyorsunuz. normal şartlar altında içi boş olan, başkalarının tüketip içini boşalttığı şeylerle kendini dolduran bu tiplemelerin en büyük özelliklerinden birisi, bulundukları yeri pis kokutması, ve içindekileri ortaya saçtıklarında midenizi kaldırmaları oluyor efendim. ve ne büyük bir talihsizliktir ki bu insanların üzerine yerleştirilmiş veya doğuştan var olan bir switch mevcut değil.

    "içinde zaten bir şey yok"
    bu, benim en nefret ettiğim basitliklerden birisidir açıkçası. "sen ne kadar dolusun bakalım? dolunun ne olduğunu biliyor musun? içini görebildin mi peki boş dediğin şeyin?" diye sormazlar mı insana? "acaba sen bir halt görememiş olabilir misin?" demezler mi? deseler ne yazar? soracağınız bu soruyu dahi anlayamayacak kadar yüzeysel, sabit fikirli ve kopya zihniyetli bir insandan, kalkıp da içeriği arka plana atılmış herhangi bir film hakkında yorum yapması dahi "yarrak gibi" sözünden öteye geçemeyen bu zihniyetten nasıl bir cevap bekleyebilirsiniz ki? en mantıklısı hiç itibar etmeden içinin boş olduğunu varsaymak, ve ömrünüzden 2 saat çalmasına izin vermemektir.

    "sıkıcı"
    ah pardon. sinema eserlerinin insanları eğlendirmesi gerektiğini, şen şakrak bir ortam, ya da hatun kaldırma fasilitesi olması gerektiğini unutmuşuz. neye göre sıkıcı be hayvan evladı? kime göre sıkıcı? kitap okumak da sıkıcıdır sorsanız, ya da bir konu hakkında uzun uzadıya yazılmış bir makale okumak, birisinin fikirlerini dinlemek... asıl sizsiniz sıkıcı olan, hayatı çekilmez kılan. bir tarafınızda aksiyon filmi dvd'leri kırılsın inşallah. bu kadar mı basitsiniz? yani sıkıcıdan daha fazla içeriği olan bir yorum dahi bulamayacak kadar mı boşsunuz? eh, görüldüğü kadarıyla öylesiniz. bir filmi beğenmemekle, izleyip de anlamamak arasında fark vardır. izleyip de anlayamayanlar, yaptıkları yorumlarla zaten kendilerini belli ediyorlar.

    "öyle derin merin mana yoktu filmde"
    kimin evini sordun sen arkadaşım? buyur bakalım şu sözde ne kadar derin mana bulabiliyorsun?
    "ruhuma inanıp ruhumu serbest bırakacaktım ki, zihnim devreye girip önce onu serbestlememi istedi".
    var mı derin bir şeyler? görebiliyo musun? sen kasma kendini ben senin yerine cevap vereyim. bir halt göremedin evet. beklemiyorum da zaten.

    "babasının kemikleri sızlasın"
    hadi ordan. lafım bile yok be, ayıp...

    vallahi, daha say say bitmez insanoğlunun yüzeysel tepkilerine olan nefretime dair cümleler. "sinemaya gitmek" ile "film izlemek" arasında epeyce fark vardır. sağolsun ekşi sözlük bize bunu gösteriyor. kimin ne olduğunu görüyoruz.
  • orta yaş krizi ve de aşk üzerine bir film. öncelikle söylenmesi gereken şey(ki daha önce söylenmiş zaten) filmin çok yavaş ilerlediği ve de sade bir anlatımın izlendiği. tabii ki çok büyük anlamlar çıkarılabilir(bazı entel ve de aşırı akıllı bünyeler tarafından) fakat bana göre yönetmenin bariz bir keriz yerine koyma çabasının bir ürünü. ki yutanlar da var zaten.

    öncelikle filmde depresyon ve de aşk temaları güzel işleniyor. filmin adından bağlantı kurarak benim anladığım, iki tarafın da birbirlerine yavaştan oluşmaya başlayan hislerini aktaramamaları, ve de ufak işaretlerle bunu anlatmaya çalışmaları gerçekten hoştu tabii biraz daha dinamik işlense bu konu. about schmidt daha düzgün bir anlatımla yaş bunalımını daha güzel işleyen bir filmdi. hiç değilse onda bu oscar balonu gibi "derin anlamlar taşıyorum ama siz anlamıyorsunuz" havası yoktu.

    bu kadar yüceltmeye çalışılmasa gerçekten izlenebilecek ve de bir şeyler verecek bir film. fakat bazıları film süper, derin anlamlar içeriyor diye kastığı için herkesin beklentilerinin yüksek olarak gittiği ve de çoğunlukla beğenmediği film olarak kalacak akıllarda.
  • hayatta yapmak istediklerimiz ile yapmak zorunda olduklarımız arasındaki farkı romantik bir dram şeklinde bize sunan film. bob*'un performansının etkileyici olduğu filmde aynı zamanda charlotte*'da doğallığı ile büyülemektedir.
    edit: cidden güzel filmmiş uzun bir aradan sonra yeniden izleyince daha bir kıymete bindi.
  • yeni jenerasyon türkler olarak gördüğü dejenere türk gençliğini, atalarından kalma adetler, gelenekler ve huyları şimdilerde hayata geçiremediği için suçlayarak, yine aynı ataların ''zevkler ve renkler tartışılmaz'' sözünü aklının ucundan dahi geçirmeksizin, saçmasapan bir film ile ilgili yapılan kişisel eleştiri/görüş barındıran düşünceleri, kendisine edilmiş birer hakaret kabul eden insanları bizlere tanıtmayı başarmış olduğundan kelli, başarılı bir film statüsüne yükselmiştir zihnimde.

    oysa eleştirilerde de tartışmalarda da, kendi fikirlerini karşısındakine empoze etmeye çabalamaktan çok, savunulan fikri ''pro''lar ve ''contra''larla pekiştirmek en güzeli değil midir?

    ''şubidan didam''
    bu lafı hiç sevmem..

    ''dubudub dubudub tıs''
    bu nedir dostum, dingonun ahırı mı burası?

    ''hebelüp dürülüp tıstıs''
    saçmalamışsın genç!

    ...gibi yaklaşımlarla, yalnızca bir filme yapılmış eleştrileri, kişisel hakaretlere varan cevaplarla bastırmaya çalışmanın gerekliliği de tartışmaya açıktır. filme yapılan eleştirileri kendi üstüne alınıp bu şekilde cevaplar yağdıranlar da ya bill murray'dir ya sofia coppola ya da dağıtımcı firmada çalışan ve vizyona soktukları film iş yapsın diye didinenlerdir.
  • doğuda belki de batılı ülkelerde bulunan şehirlerden bile daha batılı olan bir kent: tokyo. gerçekten de enteresan bir şehirdir tokyo. ne atari salonlarında ki oyunlar bildiğiniz gibidir, ne de gece hayatı. talk showlar komedi programı gibidir, japonya'nın johnny carson'ı diye konuk olarak yaka paça sürüklenen bill murray'in karşısına öyle topoş biri çıkar ki johnny carson filmi izlediyse eğer oturduğu koltukta ters dönmüştür herhalde. neyse iki amerikalı'nın yolu işte tam burada hyatt otelinin barında kesişir. saat farkından mıdır, yoksa televizyonda izlenecek düzgün bir şey olmadığından mıdır bilinmez ama her ikisi de adamakıllı uyumaya hasret kalmışlardır. adam yani bill murray hafiften kariyerinin sonuna gelmiş gibi duran bir aktördür. yılların yorgunluğu yüzüne çökmüş olup her halinden sıkıldığı anlaşılmaktadır öyle ki reklam çekimlerinde kafayı bozup orayı burayı dağıtmamak, sinirden bağırıp çağırıp etrafı birbirine katmamak için kendini zor tutmakta gibidir. kendine güçlükle hakim oluyormuş gibi bir durumdadır sanki. bundandır ki kendini içkiye ve puroya vermiştir. karşısında ise amerika'nın en iyi okullarından birinin felsefe bölümünden mezun olmuş güzeller güzeli scarlett johansson vardır ve kocası ise cameron diaz'ın charlies angels filmindeki rolüne benzeyen tipten fırlayıp gelmiş gibi gözüken, sarışın, saftirik bir aktris ile sıkıfıkı olmaktan haz alıyormuş gibi gözüken, hafiften clubberlığı olan bir tiptir*.
    bu iki kültür şokuna uğramış karakter bir araya gelir ve tokyo'nun içinde hayatı aramaya başlarlar. öyle zamanlar olur ki filmde, sanki her ikisinin de birbirine söyleyecek çok şeyi varmışta bir türlü konuşamıyorlarmış gibi gelir izleyiciye. gerçekten de sanki boğazlarına veya ağızlarının ucuna kadar gelen cümleler bir yumruya takılmış gibidir. orta yaş krizine girmiş, karısı ile bile zoraki konuşan hatta konuşacak bir şey bulamayan bill murray scarlett'te gençliği, yaşam enerjisini görmüş gibidir, kalbi sanki yerindeymiş ve hala kıpırdanmayı unutmamış gibi bir durumun farkına varmış bir haldedir. scarlett johansson ise kocasından göremediği ilgiyi, olgunluğu ve özellikle de şevkati bill murray'de bulmuştur sanki. zaten filmdeki doğallık kendini burada belli etmektedir. öykü sıradan iki insanın hayatından bir kesiti betimlemektedir, sanki kamera rastgele oradaymış gibi.
    burada asıl anlatılmak istenen tema ise, metropol hayatının sıkıcılığıdır ve birisi ile paylaşamadıktan sonra şehir ne kadar büyük, hareketli, göz alıcı ve eğlenceli olursa olsun kişinin kendisini kalabalıklar içinde yalnız hissetmesi sonucu oluşacak durgunluk ve donukluktur ki bill murray'in çizdiği portre bunu tam olarak yansıtmaktadır. iletişim eksikliği de vurgulanan başka bir unsurdur kanımca.
    gerçektende film burada günümüz insanı ile bağlantı kurmaktadır. ister okulunu yeni bitirmiş olsun, ister kariyer basamaklarını çıkmış olsun birey metropol hayatı içerisinde kaybolmuş gibidir. ekmek kavgası, kariyer telaşı, hafta sonu çalışma, nişanlılık, evlilik, askerlik, yer ve mekan değiştirmelerden dolayı kişinin neredeyse bütün arkadaşları etraftan çekilmiştir. öyle ki dünya küçük sözüne inat, aynı şehirde oturduğunuz arkadaşları göremez olursunuz. aylar yılları kovalar, yeni nesiller ortaya çıkar ve de bir bakmışsınız ki bildiğiniz şehirin yerinde yeller esmektedir artık. suratlar ve mekanlar yabancıdır. hele de birde yalnızlığınızı paylaşak birisi yoksa kalablıklar arasında bir başınıza gezinir durursunuz. modernite içinde kaybolup gitmişsinizdir. bir yerde lost in translation olmuşsunuzdur. donuk donuk bakarsınız binalara, hayatın içerisinde kaybolup gitmişsinizdir. bu yüzden bu durumda olan her birey bir yerde lost in translation dır.
    filmin yapım amirliğini ise sofia coppola'nın babası francis ford coppola üstlenmiştir. sofia coppola senaryoyu yazıp bitirdiğinde zaten baştan beri bob rolünde bill murray'i oynatmak istediğini söylemiş, bu filmi onunla birlikte çekmek istediğini belirtmiştir.
  • okumak, sadece gözle gerçekleştirilen bir "yazıyı takip etmek" eylemi değildir. okumak, gözle takip edilen kelimelerin, zihinde bir merkez aracılığıyla anlamlandırılması ile son bulan, gerektiğinde ise okuma sonrası tepki verme süreçlerini ortaya çıkaran bir süreçtir. gel gör ki; aramızda bazı kırılgan zihinler, kelebek etkisine tutularak boyut değiştirdiklerinden veya aslında hiç okuyamadıklarından, türlü türlü cümlelerin hepsini bir kasede karıştırıp, kendilerince ortaya çıkardıkları karışımı tek bir cümleymiş ve genelleme yapıyormuş gibi algılamak konusunda uzman olmuş çıkmışlar.

    ne demişiz efendim bakalım ve görelim(sen de bak, kas işte kendini biraz):
    -----
    "içinde zaten bir şey yok"
    bu, benim en nefret ettiğim basitliklerden birisidir açıkçası. "sen ne kadar dolusun bakalım? dolunun ne olduğunu biliyor musun? içini görebildin mi peki boş dediğin şeyin?" diye sormazlar mı insana? "acaba sen bir halt görememiş olabilir misin?" demezler mi? deseler ne yazar? soracağınız bu soruyu dahi anlayamayacak kadar yüzeysel, sabit fikirli ve kopya zihniyetli bir insandan, kalkıp da içeriği arka plana atılmış herhangi bir film hakkında yorum yapması dahi "yarrak gibi" sözünden öteye geçemeyen bu zihniyetten nasıl bir cevap bekleyebilirsiniz ki? en mantıklısı hiç itibar etmeden içinin boş olduğunu varsaymak, ve ömrünüzden 2 saat çalmasına izin vermemektir.
    -----

    burada haklarında yorum yapılmakta olan insan güruhunun kim olduğunu anlayamayanlar hemen el kaldırsınlar. evet evet, anlıyorum. şimdi bakın sevgili sözlük yazarı bozuntusu kardeşlerim. kimsenin beğenmeme hakkı ile ilgili ileri geri konuşmak gibi bir çabam olduğunu sanmıyorum, hatta sanmamaktan da öte, böyle bir düşüncem dahi olmadığından eminim. burada bir sürü insan, bir film hakkında negatif eleştiri yapmanın nasıl "kabul edilebilir" düzeyde olacağının farkındadır eminim. bir eser üzerinde yorum yaparken, sağlam bir dayanak bulup oraya yaslandıktan sonra "bakın bu eserde şu, şu, şu eksiklikler ve hatalar var. olmamış" demekle, "bu ne ya, sik gibi lan bu film, yarraam bile daha güzel" demek arasındaki farkı oturup da size anlatmama gerek olmadığını sanmıştım, yanılmışım. eleştirmekle bok atmak arasında ince mince değil, kalın bir fark mevcut sevgili kardeşlerim. şöyle bir durup da kendinize bir bakmanızı isterdim açıkçası. ve bir soru ile olaya açıklama bulmanızı: "ben de bazı rahatsız bünyeler gibi filmi beğenmediğimi öküz gibi ifade ettim mi?". eğer cevabınız hayır ise, kalkıp da benim yazdıklarımdan üstünüze alınacak bir şeyler çıkarmanız zaten gereksiz ve saçmadır. ha eğer ki cevabınız "evet" ise, hakikaten size diyecek bir şey kalmıyor zaten. soruyu sorup, cevabı da verdiniz işte, buyrun...

    gelelim şuna:
    ------
    "sıkıcı"
    ah pardon. sinema eserlerinin insanları eğlendirmesi gerektiğini, şen şakrak bir ortam, ya da hatun kaldırma fasilitesi olması gerektiğini unutmuşuz. neye göre sıkıcı be hayvan evladı? kime göre sıkıcı? kitap okumak da sıkıcıdır sorsanız, ya da bir konu hakkında uzun uzadıya yazılmış bir makale okumak, birisinin fikirlerini dinlemek... asıl sizsiniz sıkıcı olan, hayatı çekilmez kılan. bir tarafınızda aksiyon filmi dvd'leri kırılsın inşallah. bu kadar mı basitsiniz? yani sıkıcıdan daha fazla içeriği olan bir yorum dahi bulamayacak kadar mı boşsunuz? eh, görüldüğü kadarıyla öylesiniz. bir filmi beğenmemekle, izleyip de anlamamak arasında fark vardır. izleyip de anlayamayanlar, yaptıkları yorumlarla zaten kendilerini belli ediyorlar.
    ------

    bir eserin "sıkıcı" olması ile, bir insanın sıkılması arasında dağlar kadar fark vardır efendim. bir tiyatro eseri, bir opera, veya bir gösteri sizi sıkıyorsa, esere "sıkıcı" demeden önce kendinize dönüp bakmanız daha sağlıklı olur kanaatindeyim. herhalde burdan çıkarılacak muhtemel sonuçlar şunlardır:

    1) aslında bir bok anlamamışsınızdır. klingonca yayınlanan bir tv dizisi ile o esnada izlediğiniz eser arasında bir fark bulamamışsınızdır.

    2) tabiri caiz ise, tam anlamıyla bir "poser" yapısındasınızdır. izlediğiniz şey veya dinlediğiniz hedelek hiç cool değildir.

    3) "beğenmeme hakkı" veya "zevklerle renklerin tartışılmazlığı" hadisesine sırtınızı verip, 10 adım ileri atma çabasına bürünmüşsünüzdür.

    4) yanlış yerdesinizdir(ki aslında ilk 3 sonuç ile çok uyumlu oldu bu). sizin yeriniz orası değildir. bu dünya sizin değerinizi anlamamıştır. hepimiz salağızdır. kıçımızdan uydurup beğeni şovları yapıyoruzdur.

    eğer ki bu 4 sonuç da size uymuyorsa, yine yapacağınız bir şey vardır, o da benim beyan ettiğim fikirleri üzerinize alınmamak. ha bunca şeyden sonra hala alınabiliyorsanız, mutlaka bu duman, bir ateşten geliyordur, ki zaten o zaman bana diyecek bir şey kalmaz, çünkü söyleyeceklerimi zaten daha önce beyan etmiştim.(neden 5. bir sonuç daha ekleyip "muhtemelen eser harbiden sıkıcıdır" demedin diye soracaklara baştan söyleyeyim, mızıkçıyım ben kardeşim. kendi bildiğim yöne çekerim tartışmaları. eziğim, karaktersizim. kimseye beğenmeme hakkı tanımıyorum)

    ben, entel ve aşırı akıllı bir kişi olarak(senin zihniyetine ne diyeyim bilmiyorum) söylüyorum, filmi beğendim. evet evet, yıkıldınız belki. bu filmi beğenen birisinin varlığı şaşırttı sizi, ama beğendim. ve aksini düşündüğünüz için karşıma çıkıp da "nesini beğendin?" merkezli bir tartışma yapacaksanız, rica ediyorum " ne o ya? yarrak gibiydi lan film" sözünden bir kaç gram daha ağır sözler bulun. bulun ki; tartışmamızı görenler sizi de beni de adam sansınlar.
  • "e bu neydi şimdi yahu" diye kapatıp, aradan 10 dakka geçmeden tekrar seyretmeye başladığım film. burada ya muhteviyat arka kapıdan sızıyor, ya da ben bu scarlett denen merete aşık oldum. filmin binbir karesine itiraz etmek istemekteyim, lakin tekrar seyretmekten başka birşey düşünemiyorum. ayrıca, evet, japonlar bu kadar manyak. hepimiz bunu biliyoruz, yok öyle oryantalizm falan filmde.

    yahu olmamış diyoruz bilmemkaç veriyoruz demek istiyorum ama diyemiyorum.
  • çok iyi denilip gittiğim ama sıkıntıdan öldüğüm film
433 entry daha
hesabın var mı? giriş yap