• chp'nin yeni açılımıyla ilgili tespitiyle yardırmış yazar. durum ancak bu kadar güzel değerlendirilebilirdi:
    "... baykal'ın partisini 'merkez sağ'a açmasına. bazı yazarlar bunu beğenmemiş, 'sağa değil, sola aç' diyorlar. ama bunu derken, bence, chp'nin şimdi durmakta olduğu gerçek yeri düşünmüyorlar. sahiden 'merkez sağ'a açacaksa, aslında bu yere göre 'sol' açıyor, demektir. 'merkez sağ', tanımı gereği, hiç olmazsa iktidarın gayrimeşru yollardan elde edilmesine karşı olmalı. bugünkü chp'nin savunduğu birçok şeyi bir yana bırakmaktan, birçok konuda daha ılımlı davranmaktan yana olmalı. onun için, keşke gerçekleşse de, chp, 'merkez sağ'a açılarak, biraz daha sola yaklaşsa."
    http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=188496
  • kendini "sosyalist bir ahmet mithat" olarak tanımlayan ülkemizin büyük kültür adamı, türkiye'nin en parlak entelektüellerinden biri... o konuşurken bir takım zavallı demagogların havlama ve ulumalarıyla üstadın sesini bastırmaya çalışmaları ise memleket sathında,ankara'da,istanbul'da,trabzon'da aynı anda oynanan budalaca bir fars'tan bir sahne,gülünç ve hüzünlü bir sahne...gülünç olan demagogların tavır ve hareketleri,hüzün veren ise bu ülkenin düştüğü durum.
    murat belge ise günlük siyasete mecbur olmayan bir adam, gerçek entelektüeller ile ulusalcı ve sarkık bıyıklı avukatlar arasındaki farklardan sadece biri bu...
    bunca dava,tartışma,mahkeme arasında "genesis romanları" adlı türk edebiyatında doğuş ve oluşum mitlerini araştıran,bu arada da milliyetçiliğin türk edebiyatındaki yerini kurcalayan incelemesini de yazıyor murat belge.gerçi kimi kısımlarını okuduk birikim'de,kitaplık'ta lakin merakımız azalacağına iyice kabına sığmaz oldu,çıksa da kitap halide edip'ler,müfide ferit tek'ler,peyami safalar üzerinde yaptığı tahlilleri okuyup türk milliyetçiliğinin 2006'da ulaştığı noktayı daha iyi anlayabilsek,mehmet ali tevfik'ten ya sev ya terk et'e gelen çizgi üzerine daha derin analizler yapabilsek...
  • 70'lerin althussercisi bay belge okuyalim bakalim bugun ne buyurmus :

    "türkiye'de akp örneğine baktığımızda, bu partinin önder kadrosunun, üyelerinin veya tabanının öznel ve bireysel tercihleri, bağlılıkları ne olursa olsun, toplumun siyaset alanında izlediği somut ve nesnel yolun, bu toplumun sağından çok soluna yakın olduğu görülüyor."

    kavramlarin ve degerlerin icinin bosaltilip bosaltilip oznel olarak dolduruldugu bir donemde; dp - ap - anap cizgisinin devami olan, emekci haklari konusunda imf'ye mutercim tercumanlik yapmaktan baska bir politikasi olmayan, ali dibo'lari pacalarindan akan akepe'nin toplumun sagindan cok soluna yakin oldugunu iddia etmesi, pusulasi sasmis kaptanin gemisini karaya vurdurdugunu gostermekte.

    saraptan, yemekten, sanat tarihinden, edebiyattan, kadindan anladigi kadar ekonomi politikten de anlayan bay belge, maalesef entelektuel kurakligin hakim oldugu mega-kasabanin abdurrahman celebiligi'ne soyunmus gozukmekte.

    yazinin tamami icin
    http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=207521
  • son dönemde ilginç iddialarla gündeme gelen "belgesiz" bir zat bu.

    sayın murat belge 'nin de içinde bulunduğu 'cevat şakir / halikarnas balıkçısı' nı neredeyse faşistlikle suçlayabilecek kadar kendilerini anoia'ya kaptırmış bir grup insan evladının iddiası söz konusu: "hümanist mavi anadolucular meğer milliyetçiymiş/ırkçıymış." (nokta, y:1, s:7)

    böyle desteksiz sallamalar (destekli sallasalar keşke), klasik filoloji ruhunu, o koridorun ruhunu, sinanoğlu kardeşlerin çabalarını, cevat şakir 'in o heyecan verici soluğunu anlamadan, ona bir şekilde saygı gösterip fakat peygamber gibi tapınmadan yeri gelince onu eleştirebilen ardıllarının aşırı milliyetçilikle suçlanması, yunanca ve latinceden bihaber, yunanistan ve ionia kültürlerinin iç içeliği ve kimi zaman karşıtlığını, homeros ve hesiodos arasındaki medeniyet ve kültür karşıtlığını bilmeden atıp tutan başta murat belgesiz'in, a. ömer türkeş'in, semih gümüş 'ün çok samimiyetsizce, o havayı solumadan saldırdıkları çok net.

    önce iddialara bakalım; okumayan, karşılaşmayan varsa henüz, mevzuyu kavrasınlar, tabi iddiaları yerinde keseceğim ki, bu konu hakkında yetersiz kişilerin abuk iddialarının her birine cevap verebileyim;

    "mavi anadoluculuk, mustafa kemal atatürk'ün "ne mutlu türk'üm diyene" sözünü "ne mutlu anadoluluyum diyene" şekline çeviren, tarihsel ve kültürel birlikteliği öne çıkarıp milli olandan uzak duran türkiye'nin en popüler edebiyat ve kültü akımı..."
    *****

    şimdi bir kere, m.k. atatürk 'ün "ne mutlu türk'üm diyene" ifadesinin tamamı şudur: “türk demek türkçe demektir; ne mutlu türküm diyene.” yani ifade başlı başına bir dil birliğini işaret etmektedir. bakın bu kısmı tartışabilirsiniz, "hayır dil birliği değil, en ince ayrıntılarına kadar azınlıkların (hatta lozan'a göre azınlık olmayan grupları da azınlık olarak görebilirsiniz, başka bir tartışma konusu o.) kendi dillerinde eğitim ve kullanım hakkı mevcuttur, ben buna inanıyorum." diyebilirsiniz. bu, işte bu başlıkta inelenecek bir konu değildir. o ayrı. fakat burada bir kere altını çizmekte fayda var; mustafa kemal 'in türk milliyetçiliği ve millet kavramı üzerinde #9853523 no'lu entirimde bir hayli durmuştum, ona değinmiyorum o yüzden, burada şöyle bir şey var; büyük kurtarıcının "ne mutlu türküm diyene" sözü dil birliği üzerinde durduğu gibi, asla ve asla "mavi anadolu 'cular" diye tanımlanan edebiyatçı ve fikir adamları tarafından "ne mutlu anadolu'luyum." şeklinde değiştirilemez. bir kere mavi anadolu'cuların düşünce biçimlerinin temelinde yunanistan - ionia karşıtlığı söz konusudur. temel çıkış noktası da her ne kadar herodotos , homeros ve hesiodos'un adlarını birlikte anmış olsa bile, ayrılıklar ve ionia'nın, yunanistan'a olan bilgece üstünlüğüdür. bu entiride ileride bu konuya daha ayrıntılı değineceğim. asıl murat belgesiz'in sözlerine saklıyorum vurucu darbeyi. dergiden devam edelim;

    " ne var ki edebiyat ve edebiyat araştırması çevrelerine son zamanlarda bu akımla ilgili olarak kaleme alınan ciddi makaleler, mavi anadoluculuk'la ilgili bilgilerimizi ciddi ciddi göz den geçirmemiz gerektiğini gösteriyor. antik yunan'dan bugüne dek anadolu'ya uğramış veya bu topraklarda yaşayan tüm kültürleri "biz"den sayan, türk-müslüman kimliğini önemsemeye mavi anadolucuların esasında öyle olmadıkları, bırakın milliliği reddetmeyi, basbayağı milliyetçi oldukları kanısı giderek güç topluyor. halikarnas balıkçısı'nın öncülük ettiği, devamını azra erhat ve sabahattin eyuboğlu gibi entelektüellerin getirdiği akımın yarım yüzyıldır deşilmemiş, bilinmeyen yanlarını, türkiye'nin saygın edebiyat araştırmacılarının bulgularına dayanarak sunuyoruz..."

    "şimdiye dek yazılanlar arasında en sert eleştiri prof. murat belge'den geldi. birikim dergisinin ekim sayısında halikarnas balıkçısı'nın romanlarını analiz eden belge, okurlarının bugüne kadar sadece 'hümanist' yanıyla tanıdığı halikarnas balıkçısı için 'ırkçı' ve 'milliyetçi' sıfatlarını kullanmaktan çekinmiyor. belge, tespitini balıkçı'nın romanlarından yaptığı alıntılara ve o alıntılara uyguladığı metin analizlerine dayandırıyor."

    "konuyla ilgili olarak murat belge'den önce ;son bir-iki yılda daha çok akademik sayılabilecek eleştirel metinler kaleme alınmıştı. özellikle iki genç akademisyen barış karacasu ve kaya akyıldız'ın mavi anadolucuların kemalist yanlarına dair yazıları bu tartışmanın içinde önemli bir toplama denk geliyor. yanı sıra edebiyat eleştiri dergisi pasaj'da reyhan tutumlu : nermin yıldız imzalı eleştirel metinleri de bu çerçevede anmak gerekiyor. 1930'lu yıllardan başlayarak 1960'lara kadar uzanan süreçte türkiye edebiyat ve sanat yaşamının en merkezi yerlerinde bulunan akımın sözcülerilerinin bu yönleriyle neden eleştirilmedikleri sorusunun yanıtları çeşitli. bir yanda, bu yazarların milliyetçi veya ırkçı metinler yazabileceklerini katiyen kabul etmeyen veya böyle bir eleştiriyi hak etmediklerini söyleyenler; bir tarafta da akımın içindeki yazarların edebiyatçı çevresiyle kurduğu ahbaplık nedeniyle şimdiye dek eleştirilerden muaf tutuldukları kanısını taşıyanlar."

    'halikarnas balıkçısı için rahatlıkla 'ırkçı' diyebilen murat belge, sabahattin eyuboğlu, azra erhat, vedat günyol veya melih cevdet anday gibi isimler için daha temkinli. belge, bu yazarların daha çok kemalist-milliyetçi yanlarıyla öne çıktığını vurguluyor. hümanizmi savunan arkadaşlarının halikarnas balıkçısı'nı eleştirmeme nedenlerine ise ilginç bir yaklaşım getiriyor: "bu yazarlar adeta bir tapınma içindeler. e, bir şeye tapınıyorsan o tapındığın şeyin nebileri (peygamberleri) vardır. işte o nebinin de cevat şakir oiduğu anlaşılıyor. yoksa çok mümkün değil ki benim cevat şakir'le ilgili görüp rahatsız olduğum özelliklerinden onlar habersiz olsun. ama birini nebi kabul ettin mi, o zaman herhalde onun kusurlarını da görmüyorsun." '

    'gerçekten de, insanı ve doğayı öne çıkaran, bunların çevresinde betimlemeler yapmaya ayrı bir özen gösteren halikarnas balıkçısı, murat belge(siz)'in vurguladığı gibi 'tarihi' içerikli romanlarında dudak uçuklatan milliyetçi ve ırkçı cümleler kuruyor. uluç reis ve turgut reis adlı romanlarında halikarnas balıkçısı avrupai olan hemen her şeyi aşağılamaya çalışıyor.
    örneğin; avrupalı korsanlar türk topraklarını işgal ettiğinde hunharca türk kadınlarının ırzına geçerken, türk savaşçıları akdeniz ülkelerinden birini fethettiğinde avrupalı kadınlar büyük bir sabırsızlık ve şehvetle türk erkeklerini bekler oluyorlar. yazar, uluç reis'te bir hıristiyan kadını olan dona inez'in ruh halini şöyle anlatıyor: "ateşli dona inez, için için ispanyol kadırgasının korsanlar tarafından zapt edilmesini istiyordu. şehvet yangınını söndürmek için bir gemi dolusu korsan değil, bir donanma dolusu pala bıyıklı haydut ve ızbandut bile yetmezdi. kadın yarı kapalı mahmur gözlerle ve titriyen kirpiklerle korsanlar tarafından nasıl esir edileceğini düşündükçe zevk ve imrenişle yutkunuyordu." '

    "mavi anadolucularla ilgili sözünü sakınmayan yazarlardan barış karacasu, iletişim yayınları'ndan çıkan ansiklopedik-kitap dizisi modern türkiye'de siyasi düşünce'nin kemalizm cildindeki makalesinde "mavi anadoluculuk ile kemalist tarih tasarımı arasındaki benzerlik kaba bir benzetmeyle aynı tarihin yazımında türklüğün geçtiği yerlere anadolu'nun konularak yazılması biçiminde özetlenebilir" diyor. karacasu, ************ kemalist tarih yazımına göre mavi anadoluculuk'u 'daha az gülünç' bulsa da ************* bu akımda da "dünya tarihini türklüğe indirgeyen milliyetçi yaklaşımın daha yumuşak ama bir o kadar da seçkinci, kendini öteki karşısında yüceltici biçiminin izlerinin görülebileceğini" söylüyor.
    *********mavi anadolucular çevirilerde "tahrifat" yapmakla da suçlanıyor.********** bu konuda ilk uyarı yazar leyla erbil'den geliyor. erbil, sabahattin eyuboğlu'nun montaigne çevirilerinde materyalizme yakın bölümleri sistemli biçimde atladığını yazıyor. barış karacasu ise bir başka örneğe dikkat çekiyor: "hiçbiri tam olmayan ve üç çevirisi bulunan francois rabelais'nin gargantua'sının bir çevirisi de sabahattin eyuboğlu, azra erhat ve vedat günyol tarafından yapıldı. yazarların bu çeviride gereksiz gördükleri yerleri atladıklarını söyleyen bir çıkma bile var. 67. sayfada çevirmenler şöyle bir çıkma düşüyorlar metne: "rabelais'nin ses benzetmeleri ve oyunları ile yaptığı bu tekerlemeler daha birkaç satır sürer gider. biz bu kadarı ile yetindik." [çıkma 55, sayfa 247] ilginç olan şudur: atlanan benzetmeler arasında devlet görevlileri ile askerlere laf söylenen bir bölüm çevrilmiyor."

    'öte yandan sabahattin eyuboğlu'nun eleştirilere konu olan bir başka yönü de militarizm övgüsü. eyuboğlu, mavi ve kara isimli kitabında türk ordusunu sivillerden daha sivil ve ilerici gördüğünü yazıyor: "yeni türkiye'nin en büyük özelliklerinden ve yaşama sırlarından biri büyük askerlerinin sivilce, hatta çok kez sivillerden daha sivilce düşünmeleri, halktan, haktan ve barıştan yana olmalarıdır." '

    şimdi de gelelim konuyla alakalı, murat belge'yle yapılan söyleşiye;

    s: mavi anadolucuları, şimdi sizin yaptığınız gibi, milliyetçi ve ırkçı yönleriyle eleştiren yazılar çıkmamış mıydı daha önce?

    c: hatırladığım kadarıyla hayır. çünkü zaten bu grupta adı geçen insanları ırkçılıkla bir arada düşünmemiştir kimse. o gruptaki çoğu yazar-çizer için zaten ağır bir suçlama olur böyle söylemek. vedat günyol, melih cevdet anday için kimse ırkçıdır diyemez.

    s: şahsi tanışıklığınız oldu mu onlarla?

    c: hayır, ama halikarnas balıkçısı'nı tanıyanlarla tanıştım. onu tanıyanlar da zaten yücelterek anlatırlar. fakat halikarnas balıkçısı'nın bu romanları neden yazdığını da düşünmüyor değilim. acaba para kazanmaya ihtiyacı vardı da popüler roman yazmak durumunda mı kaldı, yoksa hakikaten ruhundan geçenleri mi yansıtıyor? korkarım ikincisi geçerli. o zaman da demek ki, ruhundan çok iyi şeyler geçmiyormuş.

    s: cevat şakir'in arkadaşlarına göre daha köşeli bir üslubu ve tavrı olduğu bilinir. gerçekten de onu azra erhat veya sabahattin eyuboğlu'ndan bu yönüyle ayrı tutabilir miyiz?

    c: evet, öyle diyebiliriz...

    s: peki, erhat ve eyuboğlu'nda milliyetçi veya ırkçı sayılabilecek yönler var mı?

    c: önce genel bir şey söyleyeyim: bu tür sözleri erken söyleyen kişi bildiğim kadarıyla cevat şakir'dir. cevat şakir de bunu ağır bir milliyetçilik dozuyla söylemiş görünüyor. onu izleyen, ondan daha genç olan insanlar da ona bu yolu açıyorlar. hani bu kelimelerle olmasa da ona "aramızda ilk öten horoz sensin" der gibi bir saygı gösteriyorlar. onların daha kemalist olduğunu söylemek mümkün. eyuboğlu ve erhat öyleydi. aslında marksist olan melih cevdet de marksist olarak kemalizm'e olabileceği kadar yakın bir yerde dururdu. bu durumunun özellikle yaşlandıkça daha fazla öne çıktığını söylemek de mümkün. makalelerinde vardı hep bu. şimdi bu anadolu, ortadoğu, yakın doğu, buralarda yetişmiş, serpilmiş inançlar, medeniyetler, mitolojiler vs içinde "biz aslında bunların yoğurduğu insanlar olmalıyız" bilinci vardı. bu bence çok yanlış bir tez de değil. ama bu öncüllerden yola çıkıp atatürk'ün tamamen akıl dışı, bilim dışı olan güneş dil teorisi, uygarlıklar, oklar, orta asya gibi teorilerini sanki olabilecek rasyonel bir temele oturtmak gibi bir iş yapıyorlar. ********yani kemalizm'i rasyonalize etmek gibi bir iş yapıyorlar.********* bununla belki en az ilgisi olan cevat şakir, bu genel alanda ilk konuşan olduğu için işin içinde. marksist olarak buna en uzak görünen melih cevdet de sonuçta bu medeniyetlerle bir bağ kurmanın önemine inandığı için gene bu çevrede. ama bunun merkezinde bir "kemalizm'i rasyonelleştirelim arkadaşlar kampanyası" diyebileceğimiz de bir şey yatıyor. eyuboğlu kardeşleri, azra erhat'ı falan bu grup içinde değerlendiriyorum. tabii azra erhat'ın bir de cevat şakir'le başka türlü yakınlığı var. mesela bir hayranlığı söz konusu.

    s: mavi anadolucular gibi, önceden okuyup da dikkate almadığınız ama şimdi çalışırken sizi şaşırtmış kitaplar, yazarlar var mı?

    c: bolca var tabii. okuduğumuz pek çok şeyde pek çok şeyi ıskalamışız. bu hepimiz için geçerli, benim için de. mesela kemal tahir, devlet ana'yı yazdığı zaman bu bana klasik anlamda milliyetçi denemese de milli takıntıları olan bir kitap gibi görünmüştü, o tarihte de bunu yazmıştım. ama başka kitaplarını okuduğumda benim beklemediğim oranda milliyetçi olduğunu gördüm yakın zamanda. ama gene de kemal tahir'i, mesela ermeni soykırımı konusunda doğru söyleyenler safına koymak gerekiyor. samım kocagöz için mesela milliyetçi bir yazar değil de solcu bir yazardır derdik. ama şimdi bakıyoruz; bazı kitaplarında epey milliyetçi olduğunu görüyoruz. ya da talip apaydın...

    s: mavi anadolucuları veya cumhuriyet'in ilk yıllarındaki edebiyatı bugünün milliyetçilik algısı ve fikriyle değerlendirmeme ğini savunan bir tutum var. ne dersiniz?

    c: bu sorunun cevabı az önce söylediğimde var; bizim de bir sürü şeyi fark etmemiş olmamız, kendimizi o milliyetçiliklerden ayırmadığımızın kanıtı. ama sonuçta ben ve benim gibi adamlar milliyetçi değiliz de. bugün karşılaştığımız seçimler o gün karşımıza çıksaydı gene üç aşağı beş yukarı hangilerini seçeceğimiz belli olurdu.

    s:yani özü itibariyle, mavi anadolucu ya onların dönemindeki diğer yazarların milliyetçilikleri bugünkü milliyetçilikle benzer mi? nihayetinde bir "türklük" fikriyle hareket ediliyor mu, edilmiyor mu?

    c:ediliyor tabii. onun için de onlar şimdiki gibi değillerdi denecek bir durum yok demek ki. "fark etmemişiz ne olacak canım" da diyemeyiz. halt etmişiz, fark etmemişiz.

    s:günümüz türkiye edebiyatı milliyeti bahsinde ne vaziyette?

    c:türkiye'de milliyetçilik hiçbir zama durmadı, hatta yavaşlamadı. şimdi de öyle. yalnız milliyetçiliğin kendi içinde sorunları, sanıyorum artacaktır. bugüne kadar doğrudan doğruruya milliyetçi diyeceğimiz edebiyat çok ilkel. bundan sonra gene milliyetçilik yapmak için bile biraz incelmesi gerektiğini düşünüyorum. bu kadar kaba saba olması artık fazla geliyor.

    evet röportajın tamamı bu murat belge'yle.

    şimdi geçelim cevaplara;

    murat belge"siz", belgesiz konuşurken; halikarnas balıkçısı hakkında atıp tutarken;

    1- “halikarnas balıkçısı'nı tanıyanlarla tanıştım. onu tanıyanlar da zaten yücelterek anlatırlar. fakat halikarnas balıkçısı'nın bu romanları neden yazdığını da düşünmüyor değilim. acaba para kazanmaya ihtiyacı vardı da popüler roman yazmak durumunda mı kaldı, yoksa hakikaten ruhundan geçenleri mi yansıtıyor? korkarım ikincisi geçerli. o zaman da demek ki, ruhundan çok iyi şeyler geçmiyormuş.” dediğine göre;
    a/ balıkçı'yla kişisel husumeti var. eğer böyle bir şey varsa ki yazdıklarından böyle bir şeyin olmadığını, ve biraz mantık çerçevesinde düşündüğümüz zaman olamayacağını (çünkü herhangi bir münasebet olsaydı, hb'ye getirdiği eleştirilerde biraz daha elle tutulur şeyler bulunabilirdi. zira saldırganlığın boyutu böylesine saçmasapan bir boyutta kalmazdı.) anlıyoruz.
    b/ balıkçı'yı sadece eserlerinden tanıyor. bunu zaten kendi ifadesinden de anlıyoruz. o halde;

    b1/ balıkçı'nın romanları ve romanlarındaki ideolojik saplantıları üzerine konuşabilir
    b2/ balıkçı'nın düşün yazıları ve ionya uygarlığı temelinde oluşturduğu söz konusu akıma has düşünceleri üzerine konuşabilir.

    ve genel itibariyle; murat belge'nin, halikarnas balıkçısı ile ilgili getirdiği eleştirilerin tamamı, yani verdiği örneklerin hepsi romanlarından alınmış. başa dönelim ne deniyordu:
    "uluç reis ve turgut reis adlı romanlarında halikarnas balıkçısı avrupai olan hemen her şeyi aşağılamaya çalışıyor." yani balıkçı'nın romanlarından alınan verilerle onun ırkçı olduğuna değiniyordu.

    o halde bir soru kafamızda canlanıyor;

    "ey murat belge, elif şafak hanımefendi'nin romanındaki bir karakterin söylemleri yüzünden mahkemede sürünmesini nasıl kınamıştın sen hatırlıyor musun, ne oldu da sen de romanındaki karakterlerden yola çıkarak, o romanın yazarının kellesini istiyorsun, onu faşistlikle, ırkçılıkla suçluyorsun?"

    aşağıdaki sözler kime ait sanıyorsunuz:

    "ama en azından bir ilk duruşma adına hadise yaratabilme imkanı için dava açıyorlar. işte en son okuyoruz; elif şafak’ın romanı için dava açmışlar. yazan arkadaşlar da var, basında, sağda solda... demek ki roman kahramanlarının söylediği laflardan ötürü bir türklük aşağılaması mahkemesi izleyeceğiz. gene orada aynı adamlar olacaklar, şehit anneleri gibi insanlar... "
    http://www.birikimdergisi.com/…/makale.aspx?mid=182

    veya;

    "ben isveç'teyken elif şafak'ın, daha doğrusu, yazdığı romandaki kişilerin 'türklüğü aşağılama' davası beraatle sonuçlanmış. bu sefer daha ilk duruşmada bu karar verilmiş. herhalde savcılar ve yargıçlar bu davaların açılması için sağa sola koşuşan muhbir zevatı daha iyi tanıdıkça, duruşma sayısı da düşüyor. "
    http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=199711

    yani bir yazarın romanındaki karakterden ötürü yargılanması, o yazar senin düşünce sisteminden biri olmadığı zaman makul karşılanmalı ama biri elif şafak hanıma dava açtığında, aynı sebepten ötürü o zaman vur abalıya. şimdi bu işin birinci boyutu, çok net; murat belge, haksızlık yapıyor, hak yiyor. sebebi nedir, onu başkaları araştırsın, ben sadece gördüğümü ve gerçekten samimiyetsizlik olarak algıladığımın altını çiziyorum.

    gelelim olayın diğer bir boyutuna.

    murat belge diyor ki; "önce genel bir şey söyleyeyim: bu tür sözleri erken söyleyen kişi bildiğim kadarıyla cevat şakir'dir. cevat şakir de bunu ağır bir milliyetçilik dozuyla söylemiş görünüyor. onu izleyen, ondan daha genç olan insanlar da ona bu yolu açıyorlar. hani bu kelimelerle olmasa da ona 'aramızda ilk öten horoz sensin' der gibi bir saygı gösteriyorlar."

    bir kere burada eserler ve eserlerin biçimleri arasında bir kavram karamaşasına düşüyor murat belge"siz". yukarıda da görüldüğü gibi sayın belge'nin üzerine düştüğü hb eserleri aslında romanları, yani romanlarındaki birkaç karakteri eleştirmekte. fakat burada söylemi değişiyor, halikarnas balıkçısı'nın hiçbir görüşünü, teorisini ortaya koymadan, bilgisizce ona saldırıyor. hem de havasını yutmadığı bir alanda; klasik filoloji ve klasik çağ kültürü üzerine böylesine saygısızca dalabiliyor. bakın burası çok önemli, cevat şakir 'in romanlarından düşün yazılarına geçtik. o halde murat belge"siz" nasıl ki, cevat şakir'e böylesine desteksiz saldırabiliyor, o halde şu ana kadar ben duymadım, herhangi bir savunma gelmedi, aynı derginin, aynı sayısında cengiz bektaş'ın yarım sayfa savunmasından başka, o halde ben de bu akşam, ekşi sözlük üzerinden murat belge'ye cevap vereceğim, tabi ki verdiğim bu cevabı da, başka cevaplar gelirse onları da murat belge'nin okuması ve algılayabilmesi mümkün değil. çünkü bu kültürün içinde değil bir kere. eğitimini almamış, metodolojik bir yaklaşıma sahip değil, eski yunan uygarlığı üzerine kafa yormamış, sadece ona birileri çık kemalizmin arkasında durup da -hani kemalizmi rasyonelleştirmeye çalışıyorlarmış ya- günümüz liboşları, abecileri ve din bezirganları tarafından saldırılmamış tek grup olan mavi anadolu'culara saldır demiş, o da görevini yerine getiriyor. ama bu sefer meydan boş değil, sesim ne kadar duyulur hiç umrumda değil, ben burada bunu yazacağım. o ırkçı nitelendirilen halikarnas balıkçısı ve onun peşinden gidenler neler düşünmüşler, nasıl koşullarda nasıl çabalamışlar onlardan bahsetmeye çalışacağım. tabi halikarnas balıkçısı gibi adamların arkasında belli odaklar olmadığından, avrupa'dan sürekli para akışı gerçekleşmediğinden, onları savunmak bana düşüyor, ben kendi gayretlerimle birşeyler karalayacağım.

    evvela bakalım; halikarnas balıkçısı ve öğrencileri neler demişler, nasıl bir ırkçılıkmış onlarınkisi;

    2.homeros

    homeros'un ilk filozof olduğunu söyleyen aristoteles bu savında haklıdır ; çünkü homeros bir dünya görüşünün habercisi, dünya ve hayatın bir yorumcusudur. şüphesiz, homeros'un kullandığı şekil bir şiir şekli, bir bilim - öncesi şeklidir. burada bir de ilias — aşağı yukarı i. ö, 750 de bitmiştir — ile odysseia — bitişi aşağı yukarı i. ö. 700 — arasındaki hem motiflerde hem de düşüncelerde kendini gösteren nesil ayrılığı açık olarak işe karışmaktadır. sonraları bilimsel felsefenin inceden inceye ele aldığı sorunlar bu destanlarda kapalı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. nitekim bu destanlarda, ilk madde'nin ne olduğu hakkında bir soruşturmayı, tektanrıcılığa doğru bir eğilimi, olan bitenin anlamı üzerine bir araştırmayı buluyoruz. ozan, insanlar ve insan hayatı üzerine yaptığı sayısız gözlemleri çok kere birleştirerek genel bir yargıya varıyor. onun daha o zaman tanrı istencinin insan istenci karşısındaki durumunun ne olduğu sorusunu aydınlatmağa çalışması pek önemlidir (bu, sonraki felsefede istenç özgürlüğü diye adlandırılan sorundur). homeros'un dünyası baştan aşağı tanrılarla dolu olan esrarlı bir dünyadır ; ancak burada insan istenci'nin de büyük bir önemi vardır, bu istenç kahramanca davranmada olduğu gibi acılara katlanmada da kendini gösterir. bundan dolayı ozan olan-biteni tanrı ile insanın ortaklaşa yaptıkları bir iş olarak anlıyor — bu, zamanımıza kadar yaşayagelmiş bir düşüncedir. hatta odysseia'nın girişinde baş tanrı insanların kötülüğün nedenini kendilerinde, kendilerinin işledikleri günahta arayacaklarına tanrılarda aramaya kalkışmalarını yerer. — eski hellen mythoslarında pek çok zulüm hareketleriyle karşılaşılır ; bunun yanında homeros'un, insanlık şerefi ve onuru, evliliğin yüksekliği, çocuğun önemi — bunu bize babanın, çocuğunun kendinden daha değerli olmasını özlemesi gösteriyor — üzerine söylediği sözlerin parlaklığı bir kat daha artıyor. bundan dolayı şair horatius (horatius, epistulae i, 2, 1-4; “troiani belli scriptorem, maxime lolli, dum tu declamas romae, praeneste relegi; qui, quid sit pulchrum, quid turpe, quid utile, quid non,plenius ac melius chrysippo et crantore dicit. ” “..ey aziz dostum lollius, sen roma'da inşaat ve hitabet işleriyle meşgulken, ben praeneste'de yeniden troya savaşı'nın yazarını okudum. güzel, ayıp, faydalı veya faydasız olan şeyleri, homeros, chrysippus ile censor'dan daha iyi ve daha açık söylüyor.”), homeros'un ahlâkı stoalı filozofların birçoğundan daha açık olarak öğrettiğini söyleyebiliyor. (walther kranz, antik felsefe, sosyal yayınlar, sf: 1-2, çev: suad y. baydur)

    platon'a değin homeros'u anmayan bir tek yunan yazarı yok gibidir. bu yazarlardan bir kısmı bütün yunan destanlarını homeros'un yazdığını öne sürerken, bir kısmı eserin bütünlüğünün onun sayesinde ortaya çıktığını söyler. bazıları homeros'tan 'khios'lu adam' diye söz ederken bazıları 'khios'lu ve izmir'li der ona.

    edebiyat ve yazın alanında olduğu gibi aynı zamanda görsel sanat ve süslemelerde de homeros'un ilyada ve odysseia'sı yaygın olarak kullanılmaktadır. ilyada ve odysseia'nın birçok sahneleri yedinci yüzyıldan beri vazo resimlerine konu olmakta, homeros destanları ionya'da olduğu gibi, yunanistan yarımadasında da tanınmaktadır.

    homeros'un felsefe dünyasında tartışılması platon ile başlamaktadır. platon'un homeros hakkındaki görüşleri bir bakıma herodotos'un görüşlerine benzer. platon'a göre de homeros, yunan dünyasında bütün inanışların babasıdır, bu dünyada dile gelen ne varsa, onunla dile gelmiştir.

    yunanistan'da eğitim homeros destanlarının üzerine kurulmuştu. sadece atina değil, bütün yunan devletleri homeros'u her türlü bilginin özü olarak benimseyip, bir kutsal öğreti olarak kabul ediyorlardı. antik yunan'da din, politika, askerlik, gemicilik ve hekimlik gibi çeşitli alanlardaki bilgileri öğrenmek için homeros destanlarına başvurulur ve bunları öğrenen insanlar birer canlı kitaplık gibi ezberlediği destanları içinde taşırdı.

    platon da homeros okulunda yetişmişti ve bu yüzden eserlerinde homeros destanlarından sık sık alıntılar yapmaktaydı. ne var ki platon ilk defa olarak bu eğitime karşı çıkıp eleştirmekle geleneğin ta kendisine bir ayaklanma başlatmış oldu.

    platon sonrası hellenistik çağda artık homeros destanlarını safça okuyup benimseme sona ermiştir. buna karşılık bergama, iskenderiye okullarında homeros destanları üzerine pekçok filolojik araştırmalar yapılmış ve bu uğraş roma ve bizans dönemlerinde devam etmiştir. homeros destanları üzerine çalışmalar böylece kuşaklar boyu yüzyıllar süren bir devri kuşatır. yapılan filoloji araştırmalarında bergama, iskenderiye, miletos, roma, bizans bilginleri bir yandan homeros destanlarında metin araştırmaları yaparken, diğer yandan metnin yazarı üzerinde incelemelerde bulunuyorlardı. ( küken, gülnihal; a.g.e. , sf: 240-241) homeros metinleri iki başlık altında toplanabilir; birincisi ilias, ikincisi odysseia destanı.

    ilyada ile odysseia kuşkusuz sözlü bir geleneğin ürünleridir. homeros yazmalarına ilkçağda 'vulgata' deniyordu ve bütün vulgata'lar bir tek kaynağa dayanıyordu. homeros vulgatası isa'dan önce yedinci yüzyıl dolaylarında ionya'dan yunanistan'a getirildi. kaynaklar destanların ilkin sparta'ya kral lykurgos veya ilkin atina'ya solon ya da tyran peisistratos veya oğlu hipparkhos'un getirmiş olduğunu belirtiyorlar. homeros'un atina devlet dinine, devlet eğitimine sokulması ve atina'nın büyük bayramı panathenaia yortusunda okunması karar altına alınıyor. romalı hatip cicero'nun da belirttiğine göre; "önce karmakarışık bir halde olan homeros metinlerini ilk düzenleyen ve elimizde bulundukları biçime sokan peisistratos'tur."

    bu konudaki araştırıcıların vardıkları sonuçlara göre peisistratos, metinleri ionya'dan getirtip, atina'da kopya ettirmiştir, elimizdeki vulgata, o zaman kaleme alınmış bir yazmadır. yazıcılar, aslında ion-aiol lehçesiyle yazılmış destanları attika lehçesine uygulamışlardır. peloponez savaşında atina ile komşu megara kentinin arası açılınca, megaralı tarihçiler, solon ve peisistratos'un ilyada'nın bazı bölümlerini kendilerine göre değiştirdiklerini ileri sürmüşlerdir. peisistratos'un bir bilirkişi komisyonu toplayarak, bunlara büyük bir bütün olan destan metinleri arasından bir seçme yaptırdığı hatta homeros metnini sansür ettiği bile yapılan iddialar arasındadır. peisistratos zamanında yapılan bu sansürde, akhaların tarafı tutulmuş, bir anadolulu ozan olarak homeros'un, asıl troyalı'lardan yana olduğu halde, akhaları vahşi, kan dökücü gösteren parçalar eserinden çıkarılmıştır. bununla birlikte ilyada'yı okuyan dikkatli bir okuyucu, akhaların troya kenti ve civarına yaptıkları akınların aslında buralardaki büyük zenginliği yağmalamak amacını güderek büyük kan döktüklerini rahatlıkla anlayabilir. eserden o zamanlar çıkartılan parçalar arasında bulunan akhilleus'un ırzına geçip de öldürdüğü troilos, alçakça aldatılıp öldürülen palamedes, kurban edilen polyksene, amazon penthesileia efsaneleri ise sadece başlıkları ile bile şiddet ve vahşet içeren özelliklerdedir." (cicero, de oratore, 111, 34, 137)

    homeros şiirlerinin peisistratos tarafından sansür edildiği hakkında j. b. bury 'nin çeşitli düşünceleri vardır.( j. b. bury, history of greece, s:190) halikarnas balıkçısı söz konusu düşünceleri şöyle aktarır: “atina ünlü ion festivalini özel bir ilgi ve özenle korumuştur. eski ve modern zamanlarda birçok kimselerin inandığı ve söylediklerine göre, pisistratos ya da aydın, bir kişi olan oğlu hipparkhos iki büyük ion destanı, ilyada ve odise konusunda çok önemli bir girişimde bulunmuşlardır. anlatılan şu ki, atina tyran'ları, edebi bir komisyon kurarak, bu komisyonu ilyada ve odise metnini derlemeyi, kaleme almayı ve gözden geçirmeyi bu komisyona havale etmişlerdir. böylece atina tyran'larının girişimi ve okumuş kişilerin çabası sonucu, iki büyük destan ilk kez yazılı olarak ortaya çıkmıştır. bu doğru ise, bir kuşak önce atinalıların lesbos adası ile sigeion'u elde etmekteki kavgalarında, atina'nın ilyada destanının tanıklığına baş vurup, kendisinin troya savaşında oynadığı rolü ileri sürmesine inanmak güçtür, madem ki daha önce yazılmış ve genellikle kabul edilmiş bir metin yoktu ortada. gene atina'nın megara kenti ile salamis adası hakkındaki kavgasına kanıt olarak gösterdiği katalog dizesi ne gelince megara bu dizenin düzme olup atina tarafından kurulan komisyon tarafından kendi çıkarlarını korumak amacıyla ilyada metnine alındığını ileri sürmüştür. bu suçlamanın bir tutar tarafı yok değildir, çünkü komisyonun ileri gelen üyelerinden onomakritos'un düzme metin kurmakta usta olduğu biliniyordu. tyran'ın ilk oğlu hippias'a düzmece bir tanrısözleri koleksiyonu kurmakta yardım ettiği bilinir.

    / ionya fonetik harflerle yazıp okumayı nefs yunanistan'dan (yani yunanistan'ın kendisinden) iki asır evvel biliyordu. hatta solon okuma yazmayı anadolu'dan öğrendi. binaenaleyh mutlaka metin vardı, fakat hasır altı edildi. /” (halikarnas balıkçısı, düşün yazıları, bütün eserleri:6, bilgi yay., sf: 187-188)

    halikarnas balıkçısı 'nın homeros ve destanlarının anadoluluğu üzerine saptamaları da söz konusudur: “mesele, homeros'un hangi tarafa (akhalar mı, troyalılar mı) sempati gösterdiğini belirtmek değil mi? ilyada'nın bugünkü sansür edilmiş metninde bile bu gerçek apaçıktır. yine şu gilbert murray'ye dönüyorum, onun başka bir kitabında «the literature of ancient greece»'inde şunları yazıyor: ' hektor jle andromakhe'nin ayrılmaları sahnesi ilyada'yı bir zafer ve kahramanlık destanından çok daha yükseklere, savaşın ün ve şanının ötesinde yüce bir tragedya seviyesine çıkarmaktadır, biz burada insan gerçeğinin derinliklerine varıyoruz.' iyi ama bu gibi «humain» insanca özelliklerin hemen hepsi troyalılara özgü olarak gösterilmektedir homeros tarafından. «savaşın ün ve şanının ötesinde gerçek» bunu ancak minoen ve eski ege kültürü ile beslenmiş bir homeros, ya da homeros bir kişi değil de birçok homeros'iar yani rhapsodlar, ozanlar, bizdeki âşıklar görebilirdi. «homeros'un kendisi kendinden önceki şiir zenginliğine dayanıyor ve gününde destanın birçok büyük temalarının artık eskimiş olduğunu biliyordu.» bu şiir zenginliği kime aitti? akhaların mı? ki onlarda öyle bir şey yoktur, yoksa bu şiir zenginliği homeros'un mensup olduğu, eski ege ve anadolu kültürünün müydü? bittabi anadolu kültürünün idi. yoksa homeros mykene ve argos'ta doğar yaşardı yahu! «temaların eskimiş olduğunu biliyordu.» dediği zaman, anadolu'ya ait temalar demek istiyor, homeros'un bu fikirlerini theta 74, mü 70, delta 331 'de (ilyada kitaplarının numarası grek majüskülleri, odysseia kitaplarının numaraları grek minüskülleri ile gösterilir).bulacaksınız... homeros ister zenci olsun, ister başka ırktan, ege ve anadolu kültürüne ait bir adamdı.”

    2.1.6 hesiodos

    homeros ve hesiodos'un eserlerini türkçeye kazandırmış olan, mühim çevirmen ve araştırmacı azra erhat hesiodos bahsinde şöyle diyor: “hesiodos, homeros'tan sonra yunan ilkçağının en büyük ozanıdır. tanrı soylarını sayan, tanrılar arasında yetki ve şeref alanlarını saptayan ve tanrıların kişiliklerini belirten, bu iki ozandır, der yurttaşımız halikarnassos'lu herodotos. bunu söylerken de, her iki ozanın kendinden 400 yıl kadar önce yaşamış olduklarını ekler. oysa birçok yerlerde olduğu gibi, burada da yanılmış olsa gerek tarihçimiz. çünkü homeros ile hesiodos arasında yalnız çağdaşlıkta değil, yaratıcılıkta da önemli bir ayrım vardır. besbelli ki, hesiodos bir iki yüzyıl arayla izlemektedir homeros'u, ama onu izlediği de su götürmez bir gerçek: hesiodos, homeros'un silik bir kopyası, esini doğadan gürül gürül fışkıran büyük şairin yaya yürüyen bir çömezidir... yontulmamış bir öykünmeydi hesiodos'unki, bir köylü yapıtı, taşra yazısına örnek. ozanların ozanı homeros'tan aldığı biçimleri hesiodos başka özler, içeriklerle doldurmuştu gerçi, destan dili ve ölçüleri ile destandan ayrı bir tür yaratmış, öğretici denilecek yeni bir türe çığır açmıştı, ama ışığı doğudan alan bu şiir bugüne dek geçerli sanıların, kanıların tam trsine yunanistan'ın üstünlüğünü değil, geriliğini yansıtıyor, açığa vuruyordu. homeros ile hesiodos arasında bir iki yüzyıllık ara bulunduğu sonucuna varmıştı bilim... kendilerinden önce yazılı yapıt bırakmış başka dil yaratıcıları yoktur. homeros ile hesiodos, yunan din ve tanrı düzenini hepten uydurmuşlardır ya da yaratmışlardır demekle yanılmış değildir herodotos.” azra erhat, ionya ile yunanistan karşıtlığı hususunda, haliakrnas balıkçısı'nın izinden gitmektedir: “ne var ki onlarla iki ayrı çağ, iki ayrı dünya, iki ayrı insan görüşü, daha ileri giderek iki ayrı sınıf çıkıyor karşımıza diyeceğim. ilk bakışta - çevirirken izlenimimiz buydu - iki ozanın yapıtları değer ölçülerine vuruldu mu, daha yeni olanı daha eski, daha sonra geleni daha geri sayılabilir. homeroa'tan hesiodos'a değin bir gerileme olmuştur sanki. bir buçuk yüzyıllık önyargılı, yanlış değerlendirmelere karşın halikarnas balıkçısı'nın bayrak açtığını hep biliriz. haklıydı saldırı ve direncinde. ionya'ya kıyasla yunanistan bir çağdaş aydınlık dönemi karşısında bir ortaçağ karanlığını simgelemekteydi. diniyle, yaşayışıyla, töreleri ürünleri ile de kanıtlanabilir bu gerçek, hele i. ö. beşinci yüzyılda atina kentsel uygarlık ve kültür aşamasına varmazdan önceki süre için. balıkçı'nın deyimiyle hellenistan asya'nın - o zamanları kısaca asya diye adlandırılan küçük asya'nın, yani anadolu'nun — silik, buğulu bir aynası gibi görünüyordu, bu gerçeğe homeros ile hesiodos arasındaki ilişkiden daha iyi örnek bulunabilir nıiydi? biri şairlerin, şahı, öbürü hantal, soluğu kıt, becerisi az bir köylü ozanı.”( azra erhat, hesiodos eseri ve kaynakları, sf: 2)

    yani homeros'un anadoluluğunu, halikarnas balıkçısı, belli bir anlatım biçimi açısından ve kültürlerin karşılaştırılmasıyla değerlendirmiş ve ortaya dökmüştür. biri çıkıp da aksini söyleyebilir. fakat ırkçı biri şöyle şeyler söyleyebilir mi onu da anlamak mümkün değil, ama murat belge illaki kemalizme geçirmek istiyor, ona zaten "m.a. lular, kemalizmi rasyonelleştirmeye çalışıyorlar" diyerek saldırırken, cebinde taşıyabileceği tek verisi güneş dil teorisidir ki, halikarnas balıkçısı'nın veya azra erhat'ın hiçbir yazısında, eserinde güneş dil teorisine atıf yoktur. onun tartışma platformu da başka bir başlıktır. görüldüğü üzre murat belge, olabildiğince boş bir şekilde mavi anadolu'culara saldırıyor, ama asıl hedef kemalizmdir. oysa çok basit bir sağlaması var yaptığı çıkarımların antitezinin. bunun için de çok fazla araştırmaya gerek yok, sabahattin eyuboğlu'nun yaşadıklarına bakmak yeteri kadar "belge" sağlardı ona. peki yaşanmışlığa nasıl bakılır? asla beylik ifadelerle, kaynağı belirsiz ithamlarla değil (tabi yazılmış romanlardaki kurgu kahramanlar ve yapılmış çevirilerdeki anlatım metotlarıyla yazarları yargılamak istemiyorsak). o sabahattin eyuboğlu ki, bu rejimin eli en ağır tokatları hazırladığı dönemlerde feleğin değilse de yasaların, konmuş yasaların uygulayıcılarının, postala taparların altında ezilmemiş miydi? vedat günyolüstadımız (ki murat belge'nin giriştiği edebi & siyasi kıyımda kısmen de olsa kayırdığı o üstad! bkz. ilgili ifadeler) boş yere yazmadı şu satırları: "... 12 mart diye anılan bir dönemde (1971), sıkıyönetimin hışmına uğrayarak, otuzu aşkın genç yaşlı aydınlarla birlikte maltepe askerî cezaevinde dört ay konuk edildik. suçumuz, sözümona yasaya aykırı gizli bir örgüt kurmaktı. bunu, tutuklu olduğumuz günlerin sonunda, yani dört ay sonra öğrenebildik, öğrenir öğrenmez de serbest bırakıldık. örgüt kuranların başında s. eyuboğlu, a. erhat ve ben vardım bir üçlü (trio) olarak... üç buçuk ay geçiyor aradan, birbirimizi göremiyoruz koğuşlarda, son günlere dek. bu süre sonunda, savcının suçumuzu açıklayan iddianamesi çıka gelince, yerlere yatıyoruz gülmekten, kasıklarımız çatlarcasına. suçlama öylesine gerçek dışı, uydurma ve gülünçtü çünkü. ne var ki, daha önceki günler, anlatılmaz tedirginlikler, bilmeceler, ne olacağız kaygıları içinde geçiyordu. bu ara, haftada bir gün, avukatlarımız gelip bizi kabul odasında, görevlilerin gözetimi altında, yüreklendiriyorlardı. s. eyuboğlu'nun savunmasını, yakın dostu mehmet ali cimoz üstlenmişti danışman olarak. o gün, avukat gurubu (galiba üç kişiydiler), yazılı bir savunma ile gelmişlerdi. sabahattin'le azra adına hazırlanan savunmayı okumaya başladılar. savunmalar «ben komünist değilim» diye başlıyordu. ardından da bir sürü sözler sıralanıyordu. sol yanımda duran sabahattin'e bakıyorum. bir elinde sigara, gözleri yukarılara dikili, öyle duruyordu kımıldamadan. gözlerini yaş bürümüştü. tedirgin bir hali vardı. kendi hesabına, kendi ağzından çıkması uygun bulunan bir savunmayı dinliyordu. «beni bir an önce hapisten kurtarmak için, benim söyleyemiyeceğim sözleri, bana nasıl maledebilirler?» diye düşüp içlendiğini sandımdı o anda." (vedat günyol, giderayak, yaşarken 1, sf.208-209, çağdaş yayınları nisan 1989) üstadımızın alıntı yaptığım eserinde biz okuyuculara çizdiği özellikle yakından tanıdığı, dostu, dava arkadaşı sabahattin eyuboğlu resmiyle murat belge'nin çizdiği sabahattin eyuboğlu resmi arasında dağlar kadar fark yok, bizzat karşıtlık var. öyle ki murat belge'nin kemalizm'in süngülerinden kabul ettiği sabahattin eyuboğlu bizzat bu rejimin en sol & solcu düşmanı günlerinde kahır çekenlerinden olmuştur. ayrıca çok merak ediyorum, bir okuyucu herhangi bir edebiyatçının düşün dünyasını onu yakından tanıyan, beraber çeviriler yapmış aynı (siyasi) suçtan yargılanmış bir başka edebiyatçının kaleminden mi daha net öğrenebilir yoksa, o edebiyatçıyla tanışıklığının olmadığını baştan kabul edip, "feşmekan eserin çevirisinde x ile y arasındaki bölümü atladı" dan öteye gitmeyen verilerle hareket edip, bir başka edebiyatçıya eleştiri getirmediği vesikasını kabullenip başka da bir dayanağı olmadığı halde ideolojisini kritiklerine yedire yedire bir şeyler karalayan bir başka edebiyatçı, düşün adamından mı? biz olması gereken kaynaktan, yani vedat günyol'dan biraz daha yararlanalım, beslenelim: "duruşma günü geldi çattı. mahkemede, sabahattin yine solumda, azra da sağımda oturuyorlardı. harun karadeniz'in bir saat süren ve davayı kıyasıya çürüten, iddianameyi paçavraya çeviren o nefis, o soylu ve mertçe konuşmasından sonra iki kişiye daha söz verildi. sonra sıra sabahattin'e geldi gelecek. onu bir telaştır aldı. dirseğiyle dürttü beni:
    «vedat, bu ne böyle? kim yazdı, nasıl yazabildi? ver bir kurşun kalem, çabuk ol, düzeltmem gerek bunları» dedi ama, iş işten geçmişti. yargıç, seslendi kürsüsünden: «sabahattin eyuboğlu, sıra sizde» diye." (vedat günyol, a.g.e.) vedat günyol üstadımıza göre; sabahattin eyuboğlu'na "ben komünist değilim" dedirtmek zulümdü. murat belge'nin kemalizmi rasyonelleştirme çabasında olarak gördüğü bir edebi akımın en önemli temsilcisinin askerin önünde düştüğü duruma bakın hele!

    onun hakkında son sözü yine vedat günyol'a bırakıyorum, günümüze mesajı var üstadın!

    "sabahattin zaten temiz ve namuslu bir adamdı. bütün yaşamı, o onurlu yaşamı, bunun tanığıdır. amacım, kimi atgözlüklü kimselerin, kuş beyinlerinde yer etmiş olabilecek kuşkuyu lanetlemektir. sabahattin eyuboğlu saygın bir solcu aydın olarak yaşadı ve öyle öldü. ona saygı, tüm namuslu ve anlayışlı solcu aydınların, kendilerine olan saygılarıyla başlamalı, o saygıdan kaynaklanmalı derim. sizler ne dersiniz, ey namuslu solcu aydınlar?" (vedat günyol, a.g.e.)

    bu konuda konuşmaya devam ederiz.

    edit @: üşenmedim bu kadar yazı yazdım, onca destek mesajına rağmen bir tane karşı cevap almadım, karşıt entiri de girilmedi ama bu entiriyi zamanın ötesine yolladınız.burada yazılanların aksi yönünde fikir sunabilme yetisine sahip bir insan evladı aranıyor.
  • artık şaşırmıyorum sevgili sözlük, evet şaşırmıyorum sözlük, buyrun tartışalım; okuduğunu anlamayanlar, cımbızlamayla suçlayanlar, okuduğunu anlamamakla suçladıklarında, "heyecanlı kemalist" olarak ilan edilenler, konunun özünü kaçırıp, bir edebiyatçının, kültür adamının "peygamberleştirildiği" üzerine tartışma açan ve bunu olumsuz yargısı olarak sunan bir beyefendinin, adı murat'tır, ve adı murat olan şahıs, halikarnas balıkçısı için nasıl ki, ırkçı terimini kullanabilmişse, biri de karşısına dikilip ona murat diyebilecektir, evet heyecanlıdır, evet kemalisttir, hatta "mustafa kemal'in askeriyim" dyebilen biridir, evet heyecanlıdır, evet siyaset gütmez, "tümden milliyetçilere karşıyım" demez, dinler, okur, yazar, olumsuzlar, destekler ama asla ve asla "ben şu'culara tümden karşıyım" demez, evet heyecanlıdır, evet kemalisttir, evet murat'a murat der.

    iddia etmiyorum, yaşıyorum, ben halikarnas balıkçısı'nı, azra erhat'ı, eyuboğlu ailesinin o kültür adamlarını, sinanoğlu kardeşlerden, suat'ı, samim'i, oktay'ı ya da, hiç farketmez, kendini bilime, kültüre, araştırmaya, bu toprakların insanlarının geleceğini aydınlatmaya, yüzyıllara varan hükümranlıkları dağıtmaya çabalayan herkese saygılı, fikir sahibi ama öyle iki romandan iki karakteri alıp çarpıştırarak değil, gözleri kamaştırarak değil, okuyarak bilgi sahibi olarak, evet heyecanlıdır, evet kemalisttir, evet okuyacaksınız, okumazsanız, okumamış olduğunuz konularda fikir ortaya koyduğunuz zaman karşınızda, "evet heyecanlıdır, evet kemalisttir" diyen birileri mutlaka çıkacaktır. işte o zaman sabahın 6'sında, 7'sinde yollara düşen, akşamın bir körüne kadar, akademinin köhne koridorunda, yıllanmış odasında, içinden onyıllarca nice hocalar, nice öğrenciler geçmiş odasında, cicero'yu, caesar'ı, vergilius'u, horatius'u, tacitus'u anlamaya çalışan hocaları, hemen iki oda ötede yunan bölümünde ise, güler çelgin'ler, vedat çelgin'ler, faruk zeki perek'lerin, y. kenan yonarsoy'lardan devraldıkları bayrağı, yepyeni heyecanlara, yepyeni umutlarla dolu öğrencilere, bu ülkenin her manada, belki de o hep zikredilen seviyeye ulaşmasında çaba sarfeden yunan dili hocalarını düşünüyorum.

    aklım almıyor sözlük, murat belge diye biri çıkıyor, bu havayı hiç yutmamış, belli ki halikarnas balıkçısı üzerinden kemalizme geçirecek, grek-ion çatışması, çekişmesi üzerine tezleri olan, türkiye'de daha cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren bu yolda adeta , falanks içinde değil ama, savaşan bir balıkçı'yı eleştirmek bu kadar kolay mıdır, diye düşündürecek. üzerine uzun uzun yazılacak ama kimse okumayacak, tıpkı bay belgesiz'in getirdiği eleştirideki karmaşaya düşen biri gelecek, "peygamberini" savunacak, savunsun da hiç lafım yok, evet heyecanlıdır o da belki, evet o da bir yol tutturmuştur tabi, ama hiç problem değil. tek derdim şu, okusun, okuyun, okuyalım!!

    evet başlıyoruz, murat belge ne eleştiriler getirmişti?

    hb ve ardından gidenler humanist değil yani insan merkezli bir sistem idealiyle yanıp tutuşmuyorlar aksine, ırkçılar. kemalizmi rasyonel hale getirmeye çabalıyorlar. yoksa ben cımbızla mı aldım bu iddiaları? yok, bay belgesiz'in söz konusu röportajdaki bütün ifadelerini yayınladım. ne cımbızı? hepsini yayınladım. evet heyecanlıdır, evet kemalisttir, şimdi okuyacak sizlere, okutacak sizlere:

    bakın halikarnas balıkçısı ne diyor, adeta geleceği görmüş, kendisini ırkçı ilan edenleri görmüş, bakın ne diyor:

    "akademik diyorsun, bunun karşılığı bence dionisyaktır. bana kalırsa türkiye'nin dionisyak tarihini yazmalı. — meselâ bektaşîlerde içkinin yerini,tayin etmeli. zeybeklerde (bkz: io bakkhi) dionisyak akımı (cereyan demiyorum, aklıma mecra geliyor) takip etmeli. hani ya radyoda parazitli bir müzik dinlerken insan santrifüj kuvvetle parazitleri atar, ve onlara sağır kalarak musikinin çizgisine yapışıp onunla beraber gider. tarihte dionisyak olmayan ne varsa hepsini defedip, can kurtaran kaloması gibi dionisizme yapışakalmalı. <buraya dikkat>türk tarihi diye okutulan zırvalar hep harpler, zaferler, şanlar, methiyelerden ibaret, hani ya zafer alayı günleri kırmızı beyaz kâğıtlardan işporta malı taklar yaparız a, tarih diye laftan ve havacıvadan zafer takları!"

    ne kadar ırkçıymış halikarnas balıkçısı! murat belgesiz'e göre; kafasından maalesef (!) kötü düşünceler geçiyormuş!

    "bizde asıl abideler cami şeklinde tezahür eder, halbuki bu abidelerde, yani osmanlı kültürünün bu büyük örneklerinde sultanların multanların hiç payı yoktur. (ben kendimi bazen onlara şiddetle yabancı, bazen de şiddetle onlara ait hissediyorum) bu örnekler müşterek osmanlı say ve kültürünün eserleridir. meselâ mimar sinanbulgarlar bulgar'dı, diyorlar, varsın bulgar olsun, biz meleziz, mimar sinan'ın yaptığı bulgar kültürü değil, osmanlı kültürü idi. bugüne bugün bir bulgar kültürü yoktur. hem kültürün milliyetle ne ilişkisi var? o, yani mimar sinan, osmanlı mimarisinde dionisyak hamle ve atılıştır besbelli. bunu iyice anlamak için konya, karaman, sivas, erzurum, bursa ve son olarak istanbul mimarisini ele almalı. bana kalırsa asıl prototip efes'teki isabey camii. " (düşün yazıları)

    halikarnas balıkçısı, ırkçı olmakla suçlandı ya, ben suçlayanlara cevap verdim ya, benim cevabıma karşılık, murat belge'yi benim söylediklerime zerre cevap vermeden, zaten ion ve grek kültürlerine dair hiçbir şey bilmeyenlerin cevap vermeye girişmesi trajik karşılanabilir. zira bilmeyen ve okumayan için peygamberler vardır asıl. "hb'yi peygamberleştirdikleri için, eleştiremediler." eleştirisini getirenler bizzat kendi dünyalarının peygamberi ve okumadan, öğrenmeye kafa yormadan desteklendikleri kullarıyla yüceldiler. o halde bu görev benimdir, ben alıyorum klavyeyi elime;

    halikarnas balıkçısı'nın ırkçılıkla suçlanması bahsinde; konuya hakim olunmazsa, peygamberin peşinden koşulurken, ona adıyla seslenilmesine bile tahammül edilemediği bir ortamda, hb'yi "ırkçılıkla" itham eden ifadelere karşı söylemler getiriyorsam, evet heyecanlıyım, evet kemalistim *şu an ne alakası varsa*

    işte hb'nin kafasındaki ionya aydınlığı fikri, bakalım bunun güneş dil teorisiyle bir alakası var mı, yoksa bay belgesiz bu konuda neden bilerek konuyu saptırıyor. bakın hb nasıl anlatıyor:

    "milet'li thales ile ondan sonraki ionya filozofları entelektüel davranışın ilk örneğini verdiler. barbarlık içinde abanmış bulunan yunanistan'da karanlığa karşı duracak bir adam bile yoktu. fakat ondan sonra başka bir isyan baş gösterdi: bu seferki ahlakî bir isyandı. orfik teoloji (ahrete ait bir doktrin) tuhaf ayinler ve insanın davranışlarını düzenleyen acayip kurallar getiriyordu. ahretle, yani alt dünya ile ilişkide bulunduklarını iddia eden birçok mûrşid-i kâmiller türemişti. bunlara «bakid» ve «sibil» deniyordu. bu akımların da kaynağı aslında anadolu'da ve oradaki homeros gibi şairlerdedir. fakat anadolu'daki hayat o kadar neşeli, toprak o kadar verimli idi ki, cehennem tanrıçası persefon'un kurşuni renkli loş dünyası anadolululara hoş gelmiyordu. oysa yunanistan'da kıtlık kıranlık vardı. bu dünyada neşelenemeyenler öbür dünyada sevinmeyi umuyorlardı. işte bu akıma yine ionya filozofları, başta efes'li heraklit * ve kolofon'lu ksenofan karşı durdular. homeros eserlerini yazdıktan üçyüz yıl sonra, pizistrat zamanında homerik destanlarının panatenayik festivallerde okunması ve kutsal sayılması ile hellenik şuur yunanistan'da da uyandı."

    görüldüğü gibi yunan 'ın karşısına, ion kültürünü koyuyor balıkçı. bu teoriyi kendince, homerik hymnoslara dayanarak, edebi ve arkeolojik verilere dayanarak eserlerinde açıklamaya girişiyor. bu tez doğrudur demiyorum, herhangi bir tez doğrudur veya yanlıştır demiyorum. bu konuda ortaya atılan fikirleri teyid'in yeri burası asla değil. konsensus oluşturulur mutlaka, bilim dalları arasında uyumlu bir çalışma yoluyla balıkçı'nın tezi desteklenir veyahut kösteklenir. bu asla ve asla beni yaralamaz. beni yaralayan şu, biri çıkıyor türkiye'de cumhuriyet tarihi 'nin ilk yıllarında yaşamış -edebiyatımız hususunda- birini, belki de en son ırkçılıkla suçlanacak birini hem de elimizde onun bir dünya eseri mevcutken, yerden yere vuruyor,, belli birikimlere sahip olmamasına rağmen, "yanlış anlamışız, hb 'ye peygamber gibi tapıyorlar" diyebiliyor. sonra onun bu ifadelerine, hb'nin görüşlerini içeren entiriyle cevap verildiğinde, yok efendim "heyecanlı" yok efendim "kemalist" ünvanları takılıyor, onun yıl nutku'na referans veriliyor, güya belge ironisi sürdürülmeye devam ediliyor..

    ne olurdu ki okusanız? yunan ve ionya kültürü ve halikarnas balıkçısı'nın bu konudaki görüşleri ve azra erhat'ın humanizma anlayışını ortaya koymaya çabalayacağım. bakalım ben tam arena'ya girmişken, arena'dan kaçarak, seyirciler arasından yumurta atanlar onları da okuyacak mı..?

    bu konudaki bundan sonraki fikirlerimi hakettiği yerde; halikarnas balıkçısı başlığında bulacaksınız.

    * düşeceğim not tabi ki herakleitos'la alakalıdır:

    "tüm ephesos'lular gibi herakleitos da artemis'e baktığında onun
    zatında hem tanrı'yı hem de doğayı görüyordu. ama herakleitos'un
    gözleri diğerlerinden daha keskin olduğu için onun sözleri de tüm
    ötekilere göre daha derin ve engin idi. bir gün ona sordular; "doğada
    hem birlik olduğunu söylüyorsun hem hareket. oysa bunlar birbirlerini
    dışlarlar; birliğin olduğu yerde hareket olmaz, hareketin olduğu
    yerde de birlik. yani bir olan harekete geçince birliğini yitirir;
    hareket halinde olan ise ne orada, ne burada, ne şu, ne bu olduğundan
    ona var denemez." sonrasında, herakleitos, bu soruna hiç kimsenin
    beklemediği bir yanıt verir: "doğa kendini gizlemeyi sever. gizli
    olanı kavramak içinse gözler ve kulaklar yetmez. bakın artemis'e,
    hayatın ve ölümün tanrıçasına; bakın lir ve yay tanrısı apollon'a,
    gerilimden meydana gelen ahenk tanrısına.. o hayatın diyalektiğidir;
    o zıtların birliğidir ve o dünyanın gizidir. bunu kavramak için
    insanın ruhunu eğitmesi koşuldur. ve eğer insan ruhunu eğitmemişse
    gözler ve kulaklar o insan için kötü tanıklardır. hakikat düz bir
    görme ve duymaya kendini açık etmez. bir kez görüp de o görülen şeyin
    üzerine eğilip düşünülmedikçe, görünüşlerden hareketle gerçeğe doğru
    yönelmek mümkün olmaz." (kaynak: atlas, hasan demirbüker: herakleitos/@jimi the kewl)

    not: ayrıca murat bey'in başına musallat olmaya gerek var mı bilmiyorum, şaşkınlığa ya da?
    zira murat bey'in musallat oldukları hususunda ben üzerime düşen görevi yapacağım, belki diğer konularda değil ama bu konuda, okumamışlara ilgili kaynakları sunacağım, o zaman ister heyecanlı desinler, ister kemalist. ikisi de hoşuma giden ünvanlarmış zaten, şimdi anladım.
  • türkiye'de iktidarın en önemli yönetme araçlarında birisinin kavramların içini boşaltmak olduğu tespitiyle, bir kez daha beni fikri mutluluk sınırlarına ulaştırmış, oldukça zeki bir büyüğümüzdür. yazdıkları sayesinde oldukça absürd, inanılmaz derecede mantıksız görünen birçok şey birden deşifre olabiliyor. ayrıca türkiye'de fikir üreten köşe yazarı olgusunun da illa devletin bekaası için çalışan bir güç olmadığını, kamu yararı adına, gerçekten entelektüel bir altyapıyla, gazetede de sadece inceleme yapılabileceğini değil, fikir bile üretilebileceğini ortaya koymaktadır kendisi, gün geçtikçe daha da güzel bir şekilde.

    buyrunuz efendim:
    http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=207976
  • bugunku yazisindan kendi gazetesini pek de okumadigi anlasilan yazar. sukru elekdag in radikal de cikan yazisindan ancak 3 hafta sonra haberi olmustur*.

    sukru elekdag in 8 aralik tarihli yazisi:
    http://www.radikal.com.tr/…=206707&tarih=08/12/2006

    murat belge nin 30 aralik tarihli cevabi:
    "şükrü elekdağ, mavi kitap olayı üstüne yazdığım yazılardan sonra radikal'de uzun bir cevap yayımlatmış. bundan geç haberim olduğu için ancak şimdi cevabını yazabiliyorum......"

    http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=208733
  • okumak hoştur dostlar. çok hoştur. murat belge de edebiyata, tarihe, siyasete duyarlı biri olarak hep okur bildiğiniz gibi... eski "sosyalist" belge olsaydı bence iyice tadından yenmez olacaktı, ki şu anda kendisinin pek çok tezine katılmıyorum ben. ama daha önce de dediğim gibi "aydın duyarlılığı" ile saygıyı hak ediyor kendisi.

    kendisi şu sıralar "filolog" (valla ben demiyorum ilber ortaylı diyor) olduğundan da dolayı "edebiyatta milliyetçilik"e kafası takılmış durumda. birikim dergisinde bu konuda yazılar yazıyor. ilk önce birikim'in 202. sayısındaki (şubat 2006) "edebiyatta ermeni sorunu" ile başlayarak "attilâ romanları" (birikim, sayı: 203, mart 2006), "islami 'genesis' ya da 'tekvin'" (birikim, sayı: 207, temmuz 2006) başlıklı incelemelerle bu konuyu nesnesine aldı belge. kimi yerlerde katılıyor kimi zaman katılmıyoruz, ama "oku"yoruz ve eleştiri hakkımızı saklı tutuyoruz.

    araya bir not koyalım: murat belge, milliyetçiliğe oldukça duyarlı. ama bu da çok yeni bir şey de değil, taa gençliğinden kaynaklanan ve giderek büyüyen bir duyarlılık. bu kadar "fazla" olan bir duyarlılık lüzum görülmeyebilir, zira misal ben de "edebiyatta ermeni sorunu" isimli makalesinde özellikle nâzım hikmet ran'a ve kemal tahir'e yönelttiği eleştirileri biraz aşırı bulmuştum. benim bildiğim kadarıyla somut ve yerleşik bir milliyetçilikten söz ediliyorsa bir sistematiklik aranmalıdır. bunun dışında "uyarı amaçlı" olanları eleştirinin dışarıda tutuyorum. ne de olsa, milliyetçilik'in ne kadar kötü olduğu, insanların ruhunu kuruttuğu gerçeğini biz biraz da murat belge'den ve yazılarından öğrendik. bunu gururla söyleyebilirim.

    ama dediğim gibi her dediğine katılamıyorum ben. misal, demin andığım makalesinde nâzım hikmet ran'ı ermeni katliamı konusunda suskun kalmış biri olarak betimlemiş . ben bunun yanlış olduğunu biliyordum [* *] ve bu konuda kendisiyle iletişime geçmek istemiştim ama ne zamanım oldu ne de benim daha sonra aklıma geldi. ancak "mavi anadoluculuk" konusundaki nokta söyleşisinde, söyleşiye alınmayan kısımlarda, bir kaç kişinin uyarısıyla nâzım'ın aslında suskun kalmadığını öğrendiğini, makalesini de güncelleyeceğini söylemiş.

    yani, murat belge "yanıldığını" kabul etmiş bir anlamda... şimdi gelelim asıl konumuza. belge, "edebiyatta milliyetçilik" hususuna devam etti ve bu konuda -şimdilik- sonuncu makale yazmıştı:

    <<< "mavi anadolu tezi ve halikarnas balıkçısı", birikim, sayı: 210, ekim 2006 >>>

    görünen o ki, murat belge'nin mavi anadolu konusunda tezi şu: bu akım içerisindeki edebiyatçılar eserlerinde yoğun bir milliyetçiliğin konuşmasını sağlamışlar, hem de meğersem halikarnas balıkçısı'nın ırkçı tonları bile varmış. sözlüğe geldim, baktım. sandım ki bu makale eleştirilmiş, uzun alıntılarla bu görüş çürütülmüş. ama böyle bir şey yok. belge'nin nokta'ya verdiği söyleşiden kısımlar aktarılarak murat belge'nin "haksızlığı" kanıtlanmak istenmiş ve "belgesiz" denmiş.

    sanırım makaleyi "okumamanın" sebeplerinden biri "karakterlerden milliyetçilik analizi çıkarılamaz", "elif şafak'ın başına gelen neydi peki?" tavırları. sanırım burada ciddi bir "metodoloji" sorunu var. bir kere denildiği gibi fark vardır:

    "
    - bir yazarın yazdığı roman kahramanının söylediği bir söz yüzünden mahkemeye verilmesi;
    - bir yazarın roman kahramanlarına yaptırdığı / söylettiklerinden dolayı o yazarın romanında milliyetçi unsurlar bulmak.
    "

    yazarın, olaylara/olgulara bakışından, tasvirlerinden, genel olarak kurgudan vs. dolayı eser(ler)inde ne tür bir anlayış içerisinde olduğu anlaşılabilir. zaten konunun adı "edebiyatta milliyetçilik"tir, romanlarda yerleşik olan kültürü açığa çıkarma işidir.. biz de bilinen bir olgu olarak şunu örnek verelim: oryantalist romanlar, ondokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılda yaygındı. burada, misal sadece "karakterler oryantalisttir" diyemeyiz saf olarak, yazarın bakışı da anlaşılabilir. ve oryantalist romanlar da çokça eleştiriye uğradı. demek istediğim şu: ne yukarıdaki farklar aynıdır, ne bir eserde metin "incelenmeden" türklüğü aşağılama kanısı ile metin "incelenerek" milliyetçilik kanısı... tüm bunlar çok farklı durumlardır.

    daha murat belge'nin makalesini okumadan, nasıl ve ne şekil inceleme yaptığını bilmeden, keskin bir bakış açısıyla kaç yıldır tarihçiler, edebiyatçılar, akademisyenler, teorisyenler vs. tarafından defalarca yapılan bir araştırma yöntemini bilmemezlikten gelip (bilmemek diyemiyorum) elif şafak davasını örnek gösterip -hem de garip bir bağlantı kurarak- kötülemek çok tuhaf hakkaten (ya da madem nokta elimizde, orhan pamuk'a yönelik tasavvuf eleştirisine bir göz gezdirin bakalım). yani, "okumamanın" özrü bu olamaz, "sağlıklı" değerlendirme için makale okunmalıydı "yanlış bilmiyorsam".

    murat belge'nin makalesinin tümünü veya bir kısmını buraya girmeyeceğim. bunun bir nedeni dergiye şu an erişme imkanı olmadığım, bir diğer nedeni de hazıra teşvik etmemek için ve denildiği gibi "okunmasını sağlamak". ayrıca madem bir edebiyat tartışması yapıyoruz ve kimseyi birer nebi olarak kabul etmemek bizim temel görevimiz. o zaman şunu da kabul edeceğiz: murat belge gerçekten de yanılmış olabilir, yani halikarnas balıkçısı ırkçı veya genel anlamda tüm bir "mavi anadoluculuk" milliyetçi de olmayabilir.

    onca uzun alıntılardan sonra, hem de "benim karşı tezime karşı çıkamıyorsunuz bakıyorum" diye özetlenebilecek bir tavra sahip kişinin bu makaleyi incelememesi, bu makalede öne sürülen tezlere bir cevap üretilememesi -kusura bakılmasın- çok tuhaf geldi. nokta'nın haberi de -"mavi anadolu" ve "milliyetçilik" ilişkisi- salt murat belge'nin tezinden ileri değil, birçok kişinin çalışmalarıyla ve birçok edebiyat eleştirmenin görüşleri temel alınarak ileri oluşturulmuş. dolayısı ile asıl olarak murat belge'nin "mavi anadolu" konusunda görüşlerinden rahatsızsak, "mavi anadolu tezi ve halikarnas balıkçısı" isimli makalesini "mutlaka" incelemeliyiz. "sorumluluk" bunu gerektirir.

    yukarıdaki "özür" dışında, bir savunma olarak denilebilir ki; "ben o makaleyi okuma zorunda değilim" diye... doğrudur, kimseye bir şeye zorlayamayız elbette. lâkin eleştiri" yapılabilmesi için -yanlış anladıysam düzeltin- "okuma" gerekiyor, incelemeye, konunun yani "metnin" ana hatlarına hâkim olma zorunluluğu vardır. yani, en azından ben öyle biliyor(d)um. ya da "ne olurdu ki okusanız?"

    tabiî ben böyle yapmak ile aslında eleştiriye ve "ayar"a davet çıkarıyorum. "eleştir(e)me(ye)n", makaleyi bir yerden edinip, belge'nin tüm tezlerini çürütebilir, "gördünüz mü işte, nasıl da alaşağı ettim sizi" de diyebilir. aslolan, bir edebiyat tartışması değil de, a takımı programından kesitler ve en başta ekşi sözlük olduğundan hoşgörülebilir bütün bunlar elbet. ama dediğim gibi, murat belge'yi bir "nebi" olarak benimsemediğim, yanıldığı zaman telâşa düşecek, yanılmadığı zaman kibirlenecek biri olmadığım için kafama takmıyorum.

    zaten benim diğer derdim de "belgesiz" üzerinden murat belge hakkında tezler üretilmesi. misal denmiş ki;

    murat belge'ye verilen cevabı murat'ın okuması ve algılayabilmesi mümkün değilmiş. çünkü bu kültürün içinde değilmiş bir kere. eğitimini almamış, metodolojik bir yaklaşıma sahip değilmiş, eski yunan uygarlığı üzerine kafa yormamış, sadece ona birileri çık kemalizmin arkasında durup da -hani kemalizmi rasyonelleştirmeye çalışıyorlarmış ya- günümüz liboşları, abecileri ve din bezirganları tarafından saldırılmamış tek grup olan mavi anadolu'culara saldır demiş, o da görevini yerine getiriyormuş. tabi halikarnas balıkçısı gibi adamların arkasında belli odaklar olmadığından, avrupa'dan sürekli para akışı gerçekleşmediğinden, onları savunmak yazarımıza düşüyormuş.

    evet, ne kadar sağlam bir eleştiri. murat belge'nin mavi anadolucuları eleştirmesinin tek sebebi de "saldır" komutu verilmesiymiş. yazarımız da görmüş bunu: "birileri" (günümüz liboşları, abecileri ve din bezirganları olsa gerek) "mavi anadoluculara saldır murat" demiş ve o da saldırmış ("avrupa'dan sürekli para akışı gerçekleş"tiğinden de olabilir bak bu). ne kadar "belgeli", ne kadar büyük bir hâkikat. sanırım murat belge de bana 15 dolar verdi de bana bu entariyi yazdırıyor.

    neyse efendim, biz şimdi bunları bırakalım.

    eski yunan uygarlığı ve mavi anadoluculuk okunmuş, ne güzel. bilgi bir güçtür, bazen iktidardır. şekilde görüldüğü gibi bir ezme-yok etme aracı olarak da kullanılıyor. yunanlılar görse ne derdi acaba?
  • murat belge tıpkı çok sıkı takipçileri gibi canının istediğiyle, herkesi yargılayabilendir. o anlayışta ve onlar gibi düşünenlerin anlayışında konuya derinlemesine dalma veyahut konu hakkında uzun süre çalışmaksızın, masaya tez koymaksızın söz sahibi olabildiğini sanma durumu maalesef ülkenin araştırmacılarının nasıl da küçük şeyhlere dönüştüğünün, bilme ve merak'ın yerini itaat ve sonsuz bir saldırganlık hali almış olduğunun kanıtı.

    murat belge, mavi anadoluculuk akımının başta halikarnas balıkçısı olmak üzere; "kemalizmi rasyonelleştirmeye çalıştığını" iddia ediyor bunu da roman karakterleri üzerinde durarak temellendiriyor. oysa halikarnas balıkçısı'nın tezlerindeki asıl vurgu denemelerinde, eleştirilerindedir. pekala bakalım, 'murat belge'yi -karşı fikri okumadan- savunma hadisesi' ne gibi bir hezeyandır, inceleyelim. halikarnas balıkçısı bir tez ortaya koyuyor ve bu tezin güneş dil teorisiyle uzaktan yakından ilişkisi olmadığı gibi; antikite ruhundan da asla bağımsız düşünülemezdir. bakın efendim; murat belge'yi savunanlar şu ifadeleri cevaplayabildiler mi?

    "milet'li thales ile ondan sonraki ionya filozofları entelektüel davranışın ilk örneğini verdiler. barbarlık içinde abanmış bulunan yunanistan'da karanlığa karşı duracak bir adam bile yoktu. fakat ondan sonra başka bir isyan baş gösterdi: bu seferki ahlakî bir isyandı. orfik teoloji (ahrete ait bir doktrin) tuhaf ayinler ve insanın davranışlarını düzenleyen acayip kurallar getiriyordu. ahretle, yani alt dünya ile ilişkide bulunduklarını iddia eden birçok mûrşid-i kâmiller türemişti. bunlara «bakid» ve «sibil» deniyordu. bu akımların da kaynağı aslında anadolu'da ve oradaki homeros gibi şairlerdedir. fakat anadolu'daki hayat o kadar neşeli, toprak o kadar verimli idi ki, cehennem tanrıçası persefon'un kurşuni renkli loş dünyası anadolululara hoş gelmiyordu. oysa yunanistan'da kıtlık kıranlık vardı. bu dünyada neşelenemeyenler öbür dünyada sevinmeyi umuyorlardı. işte bu akıma yine ionya filozofları, başta efes'li heraklit * ve kolofon'lu ksenofan karşı durdular. homeros eserlerini yazdıktan üçyüz yıl sonra, pizistrat zamanında homerik destanlarının panatenayik festivallerde okunması ve kutsal sayılması ile hellenik şuur yunanistan'da da uyandı."

    cevap çok net hayır. niye mi? çünkü bu konuda o derginin adında olduğu gibi "birikim" kendilerinde mevcut değil. (ilber ortaylı'nın kendisi bile antikite konusunda türkiye'de yetkin bir otorite değildir. nasıl mı böyle rahat konuşabiliyorum? tansu açık'ın http://www.birikimdergisi.com/…m/kisi.aspx?kid=2476 adresinde de görülebileceği gibi aynı dergide humanizma yazısı vardır. ben aşağıda alıntılar yapacağım, ama o gözü kapalı ateşli taraftarlar bunları okuyamazlar. zira ben nasıl ki kafama estikçe fransız sosyalizmi üzerine burada ahkam kesemiyorsam veyahut akademilerden (istanbul üniv veya ankara univ. dtcf'den) bir hoca çıkıp da yaka paça herhangi bir fransız sosyalizmi üzerine eğilmiş bir kişiyi bir grubu hiç olmadık verilerle suçlu bulmuyorsa, o halde bu alanda çalışmış olan onlarca saygın hocaya ve hocaların hocaları hb, azra erhat, eyuboglu 'lar, sinanoglu ailesi'ne saygı gösterilmeli diye düşünüyorum. işte ilber ortaylı'nın, murat belge'yi filolog ilan etmesi de pek umrumda değildir. zira "filolog" terimi ile onun içindeki "klasik filolog" terimini ayrı tutmak lazım. zira bu bölümlemeler boş yere yapılmıyor. ilber ortaylı 'nın çok ama çok saygın bir hoca olması -kabulümdür- başka bir şey, o'nun bir başkasını hem de uzmanlığı olmadığı alanda otorite ilan etmesi başka bir şeydir. "otorite nerede?" bu soru içinse google'dan gerekli bilgilere ulaşmak yeterlidir. )

    birinci boyut: tartışmada bilgi sorunu

    okunmadığından mıdır, okunmasına rağmen anlaşılmadığından mıdır ben çok net biliyorum, aslında bu tartışmanın yeri mavi anadoluculuk başlığı ya da halikarnas balıkçısı; ama hayır bilgi bacon'la birlikte egemenlik aracı oluyor; doğayla olan karşılıklı sırasıyla; (batı için) antikitede do ut des ve ortaçağ'da intellego ut credam anlayışları yerini daha tek taraflı doğaya egemenlik bahsine bırakıyor. francis bacon 'a göre bilmek egemen olmaktı. doğayla bütünleşti ya, aydınlanıyordu ya insan; aslında bu pragmatist bir çerçeveden gerçekleşiyordu; insanın amacı sömürebilmekti onu. hatta kendi ırkından olup da, kendisi gibi gelişemeyenleri sömürmek. doğada ne varsa kullanmak, kendi yaşamını düzenleyip, zenginleştirmek ve işte tragedyanın en sağlam örneği; bu yolla da uygar olmak! işte günümüz uygarlığının kanımca en büyük açmazı bu noktada başlıyor. batı medeniyeti denilen şeyi, yunan mucizesi ve romalılık ruhu ile ilişkilendirmek hiç ama hiç boş yere değildir. türkiye'de humanizma aktiviteleri, düşün faaliyetlerini anlayabilmek için işte günümüz batısındaki tartışmaları, kültür üzerine anlayış farklılıklarını, doğu-batı sentezi veya çatışması üzerine çözüm yollarını iyi takip etmek lazım. ancak inanın bana buradan bakarak, orayı anlamak çok güç. bir kere latince bileceksiniz, balmumu odalardan geçeceksiniz. yunancaya hakim olacaksınız, o tarihi plutarkhos'un yunancasından kelime kelime okuyacaksınız. ardından çağdaş dillerden, ingilizce, almanca ve fransızcayı hem okuyabiliyor hem de yazabiliyor olacaksınız. yetinmeyeceksiniz; osmanlıcayı bilmek zorundasınız, farsçayı ve en nihayetinde türkçeyi kullanabilme gereğini duyacaksınız. onun dışında, iki ileri beş geri, on ileri on beş geri gider durursunuz ya da küçük küçük şeyhler belirlersiniz kendinize, sadece gazete köşelerinde, dergi köşelerindeki bilmem kaç satırlık makalelerle tartışma yürütürken bulursunuz kendinizi. o halde humanizma üzerine bilgi sorunu için çözüm, önce metot ve yol yordam bilmekten geçiyor. söz gelimi; tacitus'un germania'sını latincesinden okuyamayan, burada gelip de barbarlık kavramından söz etmemeli, etmesin de zaten. zira barbaros'un ne zaman günümz manasıyla barbarlığı, vandallığı tanımlar hale geldiğini o metinlerde çözümleyemeden, batılının sana "barbar" yakıştırmasını savuşturamazsın . savuşturmak mı mühim olan hayır? çarpıtma ve konuyu başka yere çekip, günlük siyasi çıkarlara yarım bilgiyi alet etme durumu her çağda yaşanmıştır, ne kelleler gitmiştir bu yolda, ne devrimler gerçekleşmiştir hatta ne linçler.. yarım bilginin olduğu yerde danton asılır, sokrates daimonlara inandığını bağıra çağıra söylerken, tanrılara inanmamakla suçlanarak zehir içmek zorunda bırakılır ya da cicero'nun kellesi o sevda uğruna senatus'da "egemen güçlerin emrine amade" senatorlerın önünde sergilenir. bilgi sorunu, yol yordam bilmekle, ona ulaşabilmek için deredeki taşlardan seke seke geçmekle çözülür. işte ben bu entirimde murat belge 'nin, hb ve arkadaşları için söylediklerine karşıt bir şeyler söyleyeceğim. onların ahlaksız saldırılarına aynı ahlaksızlıkla cevap vermişsem, benim bilgiye ve bu alana duyduğum sevdanın, heyecanın etkisindendir. neyse geçelim ikinci bölüme;

    ikinci boyut: türkiye'de humanizma tartışmaları

    alanında sunduğu makaleler açısından pek üretken isimlerden tansu açık hocanın (ankara üniversitesi dil ve tarih coğrafya fakültesi, eskiçağ dilleri ve kültürleri bölümü : http://www.humanity.ankara.edu.tr/tansuacik.html ) ne tesadüftür ki yine birikim dergisi'nde çıkmış "türkiye’de hümanizm tartişmalarina bir bakiş" yazısından alıntılarla bu ikinci boyuta dalmaya başlıyorum; evvela hoca, yazısında humanizma'nın sınırlarını nasıl belirlemiş olduğunu sunmuş;

    "hümanizm deyimi ile onunla birlikte geçen kimi anahtar deyimler, bütün bir cumhuriyet dönemi yazılı belleğinde yer alır: bir yazın ülküsü, ulusal yazın yaratma, klasik yazın, uygarlık değiştirme-batılılaşma, ortaçağ-yenidendoğuş (rönesans),yunan dünyası, doğu batı, bir ortaöğretim, yükseköğretim tasarısı bağlamlarında geçer1. hümanizm, doğrudan doğruya felsefelik bir ölçünme (fr. reflexion), düşünme konusu oluşturduğu ender örnekler dışında 1940 yılları dolayında, bir de 1970’li yılların başlarında, farklı biçimlerde düşünce gündemlerinden biri olmuştur. burada, salt felsefelik veriler sunmamakla birlikte aşağı yukarı bütünlüklü bir görünüm sunan 1960 yılına kadarki süre irdelenecektir. çünkü geri kalan dönemin tartışmaları dolaylı olarak, varoluşçuluk, marksçılık bağlamında gündeme gelir; ayrıca sözkonusu dönem, başta 1960 yılında yayımlanan suat sinanoğlu’nun l humanisme a venir kitabı olmak üzere kimi metinlerin üzerinde enine boyuna durmak gerektirir. yazıya temel olan -dilbilimcilerin deyimiyle- bütünce (corpus), gazete yazıları dışında tüm kaynakları kapsayacak biçimde, düşünce ortamını oluşturan bütün belli başlı dergiler taranarak oluşturuldu. ancak burada yalnızca belli bir süreklilik gösteren izleklere değinilerek toplu bir bakışa ulaşılmağa çalışılacak, öte yandan deyimin avrupa dillerinde geçirdiği anlamca dalgalanmalar yalnızca türkçe metinlere yansıdığı ölçüde ele alınacaktır."

    o halde bakalım yazıda neler var:

    "cumhuriyetin ilk yıllarındaki kültür, yazın tartışmalarına ışık tutan bir derleme var elimizde (kaplan 1981): 1923 tarihli yazısında m. şekip tunç, “münevverliğin esasını” oluşturan, lisede başlayıp üniversitede tamamlanan öğrenime fransızcada “insaniyet: humanité”sini yapmak dendiğini bunun, yunan roma yapıtları ile büyük klasikleri özgün dilinden okumak olduğunu yazar (455-460). cumhuriyet öncesinde yeni bir yazın açısından konu gündeme gelirken, cumhuriyetin ilk yıllarında “rönesans” örneksemesi de işin içine katılır. yakup kadri 1924 yılından “avrupakâri, avrupaî” başlıklı gazete yazısında maarif izlencesinin eksikliğinden sözeder, medrese ilga edilmiştir, durumu bir tür “rönesans” diye niteler, avrupa’da üçyüzyıl önce beş on dil, tarih meraklısının “hümanist”in bizim “insaniyatçı” dediklerimizin yaptığını düşünüp hüzünlenir, avrupa’da “hümanite”nin şimdi az çok lise öğrenimini kapsadığına değinir, tanzimat avrupayı avrupa yapan irfana ulaşamadıysa tek sebebi “hümanizm tezhibine” zerre kadar değer vermemesidir (535-538). sözlüklere bu anlamıyla girmemiş olan sözcüğe yeni bir anlam yükleyen, z. gökalp’tir (1972:104-105): fransızca “culture” sözcüğünün anlam ayırtılarını türkçeye taşır, ulusal kültür anlamına gelenini “hars”, matthew arold’u anarak uluslararası yüksek kültür anlamına gelenini “tehzib” diye ayırır. yakup kadri iki yıl sonra da türk devriminin kökleşmesi için “dört gözle beklediğimiz edebi ve bediî rönesans”tan sözeder (118-119); 1929 yılında hasan cemil (çambel) (66-68), 1934 yılında reşat ömer (irdelp) “kültür inkılabı”nı “rönesans” diye niteler. cumhuriyetin ilk yıllarında ortaöğretime avrupa edebiyatının girmesinden korku duyulduğunu iki savunu yazısı kanıtlamaktadır: 1927 yılında ali canip liselerde avrupa edebiyatının öğretilmesiyle “kozmopolit”leşileceği korkusuna karşı yazar (135-138); liselerden arapça ile farsçanın kaldırılmasından bir yıl sonra 1929 yılında yazan hasan ali (yücel) “kültürle medeniyetin” bütünüyle ayrı şeyler görüldüğü zamanlarda liselerde yalnızca türk edebiyatının öğretilmesiyle yetinildiğini söyleyerek yeni girdiğimiz uygarlık çevresini en iyi gösterecek araç edebiyat olduğu için, avrupa edebiyatlarının liselerdeki gereğinden sözeder (147-148). bu derlemeden son yazı 1935 yılından, ahmet ağaoğlu yunan latin kaynaklarından içmek gereği üzerinde durur, rus avrupalılaşmasında yunan latin yazınına dayalı lise eğitimine değinip, “tebaamız olan” güneydoğu avrupa devletlerinin bu yoldaki örneklerini hatırlatır, üniversitede -dtcf sözkonusu olmalıdır- iki saat latince yunanca dersi verilmeğe başlanmasını yetersiz bulmakla birlikte sevinçle karşılar, er geç o yola girmek gereğinden söz eder (491-494). kâzım nami duru ise 1934 yılında “humanisma” yazısında (duru 1934a) yunanca ile latince öğretiminin eğitsel, düşünsel, yazınsal yararından sözedip bunun “milliyetçiliğe” aykırı olmadığını belirtme gereği duyar, “türk milliyetçisi isek de beynelmilliyetçi olmağı da isteriz” diye ekler."

    "1932 yılında toplanan birinci türk tarih kongresi’nde, bütün dünya uygarlığı üzerinde kurucu olma hakkı iddia edilir, tarihöncesinde ortaasya’daki kuraklık sonucunda türklerin göçleriyle dünya uygarlıklarının oluştuğu önesürülür, iki kişi dışında sava doğrudan karşı çıkan yoktur. kongrede en çok gönderme yapılanların başında gelen yunanlılar konusunda, halet cemil çambelege medeniyetinin menşeine umumî bakış” adlı bildirisinde “klasik grek medeniyeti müstakil bir medeniyet değildir, onun aslı ege medeniyetinin doğurduğu iyon medeniyetidir” der (1932)1; ege uygarlığının arkasında minos, türk olan akalar yani mikenler bulunur; iyonlar etilerle ilişkileri sayesinde yükselmiştir. fazıl nazmi dolaylı karşı çıkışında ortaöğretim tarih kitaplarında eski yunan yer, boy adlarının türkçe kökenbilgileriyle açıklanmasına karşı çıkar, yer adlarının tutarsız yazılışından sözeder, onun saptamalarına samih rifat yanıt verir (215-221)."

    görüldüğü gibi söz konusu köken tartışmaları tüm hızıyla sürmüş. yani dönemin mühim araştırıcıları, hocaları arasında konu gidip gelmiştir, tartışılmıştır. taraf olanlar olduğu gibi o iddialara, karşı olanlar da vardır. zaten araştırma ve bilgiye ulaşma yolu da ancak böyle katedilir.

    "1932-1935 yılları arasında yayımlanan kadro dergisi biricikliğini vurguladığı devrimin ilk kez kuramını yapmağa, amaçlarını belirlemeğe girişir. derginin kurucularından y. kadri’nin doğrudan konumuzla ilintili yazısına rastlanmazsa da darülfünun tasfiyesinin hemen ardına rastlayan yazısında, burhan asaf (belge) (1933) üniversiteyi 1932’deki ilk tarih kongresinin amaçlarını anlamamakla suçlar. amaç avrupamerkezli tarih kaynaklarını eleştirmek, bilimdışı olduklarını kanıtlamak, avrupa’nın “tarihöncesi” olan devri bir “türk hümanizması” adına tarihin içine almaktır; ardından bilime müdahele edilemeyeceği ya da “bilim bilim içindir” düşüncelerinin 19. yy liberal zihniyetinin ürünü olduğunu belirtip liberalizm eleştirisine geçer. burada geçen “türk humanizması” tamlamasına, şu noktaya dek gözden geçirdiğimiz tanıklıklardan başka bir doğrultuda, terime, kimi insan bilimlerine biçtiği toptan “kanıtlama” göreviyle siyasal bir anlam yüklenir."

    söz konusu mavi anadoluculuk akımının aslında faşizan bir yönünün olduğunun iddia edildiği nokta dergisi nde; eyuboglu için de "militarizm" övgüsü yaptığına dair ifadeler geçmekteydi, bunu hatırlatayım önce. eyuboğlu'nun ilk kez bu tartışmalara katılması aylık insan dergisi (1938-1941) ile oluyor:

    "hilmi ziya ülken, nurullah ataç, sabahatin eyüboğlu ile muzaffer şerif’in (başoğlu) kurucusu olduğu celâlettin ezine’nin maddi olarak desteklediği aylık insan dergisi 1938-1941 arasında yayımlanır; gündeşi dört beş edebiyat, düşünce dergisi arasında en göz doldurucusudur, dergiye yahya kemal, ahmet ağaoğlu, pertev naili boratav da yazar. derginin sahibi h. z. ülken’in yazıları şu noktaya kadar kuşbakışı göz attıklarımız arasında sorduğu sorularla, ortaya attığı yeni görüşlerle en kapsamlısıdır. ilk sayıdaki yazısında (ülken 1938a) tanzimatın çeşitli katlardaki ikiliklerini saptadıktan sonra bunların bir düzeydeki devamı olarak gördüğü z. gökalp’ın “medeniyet-hars” ikiliğine değinerek, bir türk-islam harsı kurmak olanaklı mıdır, sorusunu sorar. buna tek koşut örnek japonya’dır. “rönesans” hamlesinin bizde yeni başladığını söyler, “kendimizi bulmak” bu yenidendoğuşun başlıca şiarıdır."

    aslında 1932’de türkiye’ye dönerek istanbul üniversitesi edebiyat fakültesi fransız dili ve edebiyatı bölümü’nde doçent olarak göreve başlayan eyuboğlu'nun söz konusu tartışmadaki yeri görüldüğü gibi 1938 yılında şekilleniyor gibi. ayrıca eyüboğlu tarafından yunus emre 'nin baş niteliği olarak belirlenen humanizmanın (zeki baştımar’ın “büyük türk hümanisti tevfik fikret” yazısındaki sıfat, 1960’larda mevlana’ya yakıştırılacak, `<<<<<` ama asıl sabahattin eyüboğlu’nun yunus emre’nin baş niteliği olarak öne süreceği, hümanizm kavramının `>>>>>` enikonu bir belirsizlikle yalnızca insancıllık anlamındaki bugüne gelen kullanımının bir ilk örneği sayılabilir.) ise anadolu humanizması olduğu da bir iddiadır, bir tezdir kabul edilebilir olmakla birlikte, ya oluşturulan konsensuslarla ya da bireysel karşı çıkışlarla reddedilebilir. 1940’lardan sonraki çalışmalarıyla etkin olan eyüboğlu'nun tercüme, yaprak, yeni ufuklar, tanin, cumhuriyet vb’ de çıkan yazılarıyla hümanist düşüncenin öncülüğünü yaptığını söylemek pek haksız değildir kanımca. ayrıca eyuboğlu, 1959’da m. ali cimcoz’ la eflatun’ dan yaptığı devlet çevirisiyle tdk ödülünü alacak kadar da iyi bir çevirmendir. (http://www.ata.boun.edu.tr/…sabahattin_eyuboglu.htm)

    o yıllarda hümanizm tartışmaları gündeme oturmuş:

    " derginin ikinci sayısındaki “humanisma” yazısında nurullah ataç (ataç 1938)1 fransız yazın tarihini gözönünde tutarak yunan roma yazın yapıtlarının bugünün okuyucusuna söyleyebileceklerinin sınırlılıkları üzerinde durduktan sonra yine de yunanca ile latincenin öğretilmesinin gereğini öne sürer, avrupalı olsaydım bu kanıda diretmezdim ama bizim klasik yazınımızın geniş, tam değildir, der. son olarak da dilimiz avrupa irfanından birçok kavramı düşünmemize elverişli olmadığından bu dillerin öğretiminin kurulacak olan bilim, düşün diline doğrudan temel sağlamada yararına değinerek yazısını bitirir. yunan ve latin klasiklerinin çevirilmesinde en çok emeği geçmiş, yazılarıyla bu konuyu gündemde tutmuş olan n. ataç bu dillerin ortaöğretimde öğretilmesini ömrünce savunacaktır. derginin üçüncü sayısında h. z. ülken “yunan mucizesi”(1938b) yazısında e. renan kaynaklı deyimleşmiş bu sözün ardındaki uygarlık tasarımını kurcalar, onu bengi (ebedî) bir örnekçe değil tarihsel bir aşama olarak anlamak gerektiğini önesürer. tarih kongrelerinin etkisi kendini duyurur, zaten bilinen bir bölük büyük kültür başarısının doğu akdeniz’deki kaynaklarını sıraladıktan sonra en önemli kök olarak sümer-anadolu yolunu anar; “kök” arama merakını durduramaz, din, musiki konusunda yunanistan’ın doğusundan kökenler sıralar. derginin 6. sayısında on yıldır dergilerde felsefe, toplumbilim yazılarına rastlanan, kabataş lisesi felsefe öğretmeni hatemi senih sarp’ın “içtimaî ümanizma” (1938) yazısına rastlarız. yazı hümanizme yalnızca gününün kimi felsefe sorunları bakımından değinmesiyle dikkat çekicidir. sözcüğün fransızcada 19.yyın son çeyreğinde ortaya çıkışını, bir de i. babbit’in akımını anar. ardından toplumsal bir felsefe olarak “humanizma”yı ele alır, sonu liberalizme varan soyut biçimde eşitlikçi birey, bireycilik karşısında kişiden, kişicilikten personalismeden söz ederek ona getirilen eleştirileri sıralar; insan ne deneysel bilimlerin yoluyla yasalılıklar aranarak ne de tarih içerisinde, toplumsallığı içerisinde araştırılabilirdir."

    nurullah ataç'ın derginin ikinci sayısındaki yazısı için azra erhat 'ın düşüncelerini tansu açık şöyle aktarıyor:

    "azra erhat bu yazıyı büyük bir atılıma yön verecek bir nitelikte görür, ayrıca derginin programı gibi görür ki derginin diğer yazıları bunu doğrulamaz; erhat ayrıca klasik kültür üzerine son kırk yılda dile getirilen düşünceleri özetlemek gereğinden sözeder (erhat 1977 : 112-113; 117). o yıllarda hümanizm tartışmalarının gündeme oturduğunu gösteren bir belirti de hüseyin cahit yalçın’ın her şeyiyle tek başına çıkarttığı fikir hareketleri dergisinde 1938-1939 yıllarında hümanizmle ilintili bir dizi kısa çeviri yayımlanmasıdır (sayı 262, 265,268, 271, 274, 280): bu yazılar milletler cemiyeti’nin düşünce işbirliği enstitüsü’nün düzenlediği başkanlığını paul valéry’nin yaptığı 1936 peşte toplantısının seçme bildirilerinden oluşur; sorular “humanité” ile “humanisme” arasındaki, klasik “humanités” ile yeni eğitim tasarı arasındaki bağıntılar, çağdaş bir “humanisme”in tanımıdır; yazıların gösterdiği gibi konu eğitim, uygarlık tasarımları bakımından avrupa’da da tartışma konusudur. "

    üçüncü boyut: yunanca ve latincenin eğitim hayatımıza dahili konusu

    "sırada çok yankı uyandırmış bir yazı dizisi var. burhan asaf belge ulus gazetesindeki köşesinde on sekiz yazılık bir dizi yayımlar (belge 1938). a. oktay’ın (2002: 233) “hümanizmin kültürel bir tercih olarak yarı resmileştirilmesi” olarak nitelediği bir yazıdır bu. belge’nin değerlendirmesinde yenidendoğuş, hümanizm, ulusal kültür aynı düzlemde ele alınır. bu bakımdan şu noktaya dek gözden geçirdiklerimize oranla bir yenilik taşımaz. yenilik klasik lise önerisidir; gerçi bu yazı dizisinden aylar önceki bir belge bu konuda bir tasarının varlığını ortaya koyar. dtcf klasik filoloji bölümünün kurucusu georg rhode 9.2.1938 tarihli bölüm yazışmasında ortaokulda latince yerine yunancayı önerir kültür bakanına, lisede her ikisi de okutulacaktır. önce bir ‘tanzimatın kültür çıkmazı’ çözümlemesiyle karşılaşırız, o zamanki engellerden biri dilse öteki “münevver”in hümanist değil kozmopolit olmasıdır 1. şark hümanizminin çocuğu olsa da ahmet mithat, muallim naci övgüye değerdir, batı kültürüne geçmenin gereği olarak kaynaklarına gitmekten başka yol yoktur, bahçe temizlenmiştir, yapılacak aşının adı hümanizmdir; bunun yolu hümanist liselerden geçer, en az üç merkezde bunlardan kurulmalıdır. buradan çıkacak gençlerin bir bölümü liselerde öğretmen olacak, bir bölümü dtcf’de okuyacak, bir tarihten sonra lise öğretmenleri yalnızca bu tür lisenin mezunlarından oluşacaktır, bu son aşamaya yirmi beş yıldan önce ulaşılamaz. yazıya geniş bir karşılık h. z. ülken’den gelir (1939): kemalizmin kökü doğuda olan her geleneğe düşman olduğunu söyleyen b. belge’yi geçmişe en geniş ölçekten bakınca doğu-batı ikiliğinin kalmayacağını söyleyerek yanıtlar. hint, çin, islam “humanizma”larını anarak sermaye birikimi sonucu kapitalizm öncesi toplumların çöküşe geçtiğini belirtir. üzerinde düşünülmesini istediği noktalar arasında latin-yunan eksenine terim, metin, öğretim bakımından ne ölçüde gireceğimiz; geçmişi yeni bir açıdan incelemek de vardır. yunan-latin “humanizma”sına aşılanarak yenidendoğuşunu yapan halkları dört öbeğe ayırır: dil ile dinin ortaklığından, yalnızca dinden -alman, rus-, ümmet terbiyesinden geçmeden çağdaşlaşanlar –fin-, ne dil ne de dinin latin dünyasına bağlamadığı japonlar, türkler. bizde belli oranlarda “latin-yunan”ın yanısıra “arap-fars”ın da payı olacaktır. mayıs 1939 tarihinde toplanan birinci neşriyat kongre’sinde, ilgili encümen cumhuriyet döneminde henüz geniş kapsamlı hiçbir örneği yayımlanmış bulunan ansiklopedi, sözlük, başvuru kitaplarının yayımını önerir (birinci türk neşriyat: 112-118); bir çeviri dergisi ile tercüme bürosunun kurulması önerilir. bu kitapta ayrıca, o zaman varolan iki üniversitenin -aslında bir üniversite ile dtcf’den söz etmek gerekir zira henüz ankara üniversitesi kurulmamıştır- türkçenin tarihinden yayımlanmasını önerdiği yapıtlar listesine; dtcf klasik filoloji bölümünün kurcusu georg rohde’nin türkçeye çevrilecek klasikler üzerine düşüncelerine rastlarız (397-402). temmuz 1939 tarihinde toplanan i. maarif şûrası’nın arefesinde türkiye’de yirmidört ilde lise vardır; içlerinde j. dewey de içinde olmak üzere eğitimin düzenlenmesi konusunda cumhuriyet döneminde önerilerine başvurulan yabancı uzmanlardan lisede latince yunanca öğretimi konusunda bir öneri gelmemiştir, baş sorun mesleki teknik öğretimdir. maarif şûrasının yüksek öğretim oturumlarında liselere latince yunanca dersi konmasını ilk ortaya atan cevat dursunoğlu’dur (birinci maarif : 394), saim ali dilemre buna şiddetle karşı çıkar (404), e. hirsch haftada iki üç saatle bu işin olamayacağını kendi lise deneyiminden örnekler (403), halil vedat fıratlı doğru dürüst bir üniversite için klasik lisenin gereğini belirtir (408), zamanın iü edebiyat fakültesi dekanı hâmit ongunsu ertesi gün konuyu tekrar açıp hümanizmi tarih bilinciyle bağlantılı olarak ele alır: latince yunanca hiç olmazsa lise son sınıfa konmalıdır, lise için gereken üniversite için de gerekir , ancak o günün koşulları bunlara elverişli değildir; yaşayan ya da ölü dilleri “ikinci nevi” bir araç olarak görmediğini ayrıca belirtir. ismail hakkı baltacıoğlu hümanizmi üniversite eğitimiyle bir tutmaktadır (460-462)"

    dördüncü boyut: halikarnas balıkçısı

    "yunan imgesinin kaynağı olması bakımından füruzan hüsrev tökin’e, halikarnas balıkçısı’na değinebiliriz. f. h. tökin’in “yunan kültürünün kaynağı anadolu’dur” başlıklı yazısında (1950a) mısır, sümer eti, yunan; son halkadan latin, islam, oradan da batı kültürü, tümüyle tek bir zincirin halkaları olarak tasarlanır, dahası yanlış yorumlanmış bir takım hitit incelemeleri alıntılanarak dionüsos anadolulu yapılır. tökin daha önce anılan yazılarındaki temel düşünceleri cumhuriyet devrimleriyle birlikte ele alarak genişlettiği kitapçıklar yayımlamıştır. örneğin (1951) kitapçığının ilk tümcesi şöyledir: “batı kültürünün gerçek öğreticisi sayılan klasik kültürün ilk kaynağı anadolu’dur”; ikinci tümce ise bugünkü bilgilerimize göre dünyada ilk tiyatronun ankara’dan yirmi mil ötede oynandığını kesinler- evet aynen böyle! ardından aynı yıllarda eskiçağ anadolusu üzerine yazmağa başlayan halikarnas balıkçısı’nın anadolu tanrıları (1955) kitabındaki cetvele benzer bir sıralama gelir, bir yakada roma çağı da içinde olmak koşuluyla anadolulu “hemşehri” şair, bilgin, düşünürler, öte yandaki cılız mı cılız listede yunaneli. büyük uyanış (1953) kitapçığında da benzer görüşler yinelenir. balıkçı’da da rastlayacağımız, ‘avrupa ülkelerindeki büyük uyanış anadolu’dan batıya doğru ilerleyen kültür dalgasıyla olanaklı olmuştur’1 savı bu kitaptadır. ilk dil-tarih kongrelerinde kuzey yarıkürenin bütün bir uygarlaşma tarihinde türkler kilit noktasını oluşturur iken, belli başlı bütün kültür dilleri türkçeyle bağlantılı iken şimdi yunan uygarlığını yaratan soya sahip çıkılmaktadır. bunun içerimleri neler olabilir? uygarlığın taşıyıcısı soy olarak tasarlanmaktadır, bir uygarlık tasarımında en temele yerleşmekle, ulusçu böbürtü geçmişe yansıtılmıştır. süreklilik gösteren yapıların ortaya çıkartılması için en başta dizge, yapı kavrayışının bulunması gerekir; oysa nesep, soy örneğin kutsal kitap’ın nuh’un oğulları anlatısındaki gibi olabilecek en basit geçmiş tasarımıdır.yoksa dna araştırmalarının tanıtladığı gibi anadolu’nun kimi bölgelerinde eskiçağda yaşamış kişilerin soyundan gelme kişilerin yaşadığı kuşkusuzdur .
    suat sinanoğlu konuyu uygarlık tasarımına bağlayarak klasik bir ortaöğretim kurumunun kurulmasını ileri sürer; değil mi ki içten sönmüş, yaratıcı kudretini yitirmiş doğu uygarlığı yerine seçilen batı uygarlığının kaynakları yunan-roma dünyasındadır (sinanoğlu1952). bu yazıyı yankılayan yanıt yunan-latin ahlak anlayışını genel çizgileriyle irdeleyen o. burian’dan gelir (1952) . nermin abadan (1956) “humanist eğitim hakkında” yazısında epeydir teknik öğretimin alanının genişlemesi karşısında kimi amerikan üniversitesinde uzmanlık bilgilerinin verilmesinden önce dünyayı bütün olarak kucaklayan bilginin verilmesi yönündeki eğilimi belirtir. abadan’ın yaptığı hümanist eğitim bölümlemesi en eski örneklere dayalı, retorik, tarih, felsefe, edebiyat bölümlemesidir; bunları yalnızca anmakla yetinir, ayrıntılı bir eğitim tasarısı sunmaz, yunanlılardan başlayarak andığı yazarlar arasında batılı olmayan bir tek yunus vardır. ona göre bu ana metinlerin okunması öncesiz sonrasız değerlerle temasa geçmek, geçici ile kalıcıyı ayırt etmek bakımından eğiticidir. "

    hatta tansu açık 'ın düştüğü not ise halikarnas balıkçısı'na getirilmiş bir eleştiri mahiyetindedir:

    "halikarnas balıkçısında batılılaşmak, cumhuriyet devrimleri izleklerine rastlanmaz, aradaki çağları atlayarak batı anadolu halkında eskiçağı bulur; yalnızca soy gerekçesinden olacak biz “klasik çağın gerçek varisiyizdir” (1955: 4); bütün çabası yunan uygarlığının temeli ionlar akalar yunanlı değildir, büyük kültür başarılarının dinlerinin ardında anadolu “köken”ler vardır önermelerini kanıtlamaya çalışmak olacaktır. dolaylı olarak ilk tarih kongresinin bir yönünü sürdürdüğü bu savlarla yahya kemal’inkini karşılaştırsak “biz coğrafyaca, kısmen de medeniyetçe yunanlıların vârisiyiz. bu verasete din mâni olmuştur” diyen yahya kemal (yücel 1989: 255) ağır çeker. balıkçının sıraladığı “anadolulu”lar klasik çağ öncesi yaşamış kişilerdir, zaten platon, sokrates , tragedya şairleri, aristoteles ilgisini çekmez, ilk ikisi için ayrıca ağır lâflar eder, geniş bilgi için (kranz 1999: 93-157). dolayısıyla tanıl bora, balıkçıda “tarih tezi”nin milli evrenselciliğinin naif bir esintisini sezmekte haklıdır (1998:38). herkül millas’ın dikkat çektiği ( 2000: 240) “tarih ve batı görüşü” yazısında düşünür, konuşur insanın orta asya’da türeyip, göç sonucu akdeniz’e doğru aktığından söz eder ( 1971: 60). herkül millas’ın vardığı sonuca göre 1966 yılında yayımlanan turgut reis romanında tek bir olumlu hıristiyan yoktur, türk akıncılarsa yalnızca tutsakları kurtarmak için saldırır (millas 2000: 126-129). yazarlık yaşamında eskiçağ çok sonra gelir, kendi ağzından altmışından sonra mitologyayla uğraşmağa başlamıştır (kocagöz 1973). halikarnas balıkçısından kaynaklanan toptan nesebe dayalı “köken açıklamalarını” son yıllarda arkeolog cengiz işık savunmaktadır; bunca zaman savlara yeni bir öğe eklememiştir: aynı listeler, yunanlıların yaratıcı olmadığı, bilim ile sanatın anadolu’da doğduğu (aynen böyle!) savları için (işık 2003)."

    görüldüğü gibi salt roman karakterlerinden değil, aynı zamanda balıkçı'nın tezleri üzerinden eleştirilebilmesi olanaklıdır, ama tabi konuya hakim olan için geçerli bir husus bu.

    ayrıca çiğdem dürüşken hoca 'nın http://www.kabalciyayinevi.com/…mantasyon.asp?tip=2 adresinden elde edilebilir olan humanitas dizisi için kaleme aldığı yazıda da o yıllara ve söz konusu emekçilerin üretim ve çalışma şartlarına yönelik bilgi almak da olanaklıdır.

    "edebiyatımızda çeviri ırmağına, yunan ve latin klasiklerinin belli bir program çerçevesinde katılması ve ilk ciddi örneklerinin yayımlanması,1 dönemin milli eğitim bakanı hasan ali yücel’in girişimiyle kurulan ve 28 şubat 1940 yılında ilk toplantısını gerçekleştiren tercüme bürosu’nun yoğun çalışmaları sayesinde olmuş ve diğer dünya klasiklerinin yanında yunanca ve latince klasikler de dilimizde bizimle sohbete başlamıştır. ülkemizin yetiştirdiği klasik filologlar arasında özel bir yeri olan azra erhat, klasiklerin çevirilerine öncü olan tercüme bürosunun çalışmalarını kültürel bir çığır olarak değerlendirir ve 1975 yılında yeni ufuklar’da çıkan bir yazısında, o dönemde yüreğinde hissetmiş olduğu heyecanı adeta yeniden yaşayarak şöyle dile getirir: '“ömrümde geçirdiğim büyük şoklardan biridir: 1939 sonbaharında birinci neşriyat kongresi toplanmış, 1940’ın başlarında da maarif vekaleti’nce tercüme ettirilecek klasikler listesi çıkmıştı. işte bu liste elimize geçince çarpıldım, göklere, yıldızlara merdiven dayanmış da biz o merdivenlerden yukarıya tırmanacağız gibime geldi. bir gün fakülteye giderken nurullah ataç’a rastladım:
    -nasılsın bakalım, kedi yavrusu, dedi kıs kıs gülerekten.
    kedi yavrusu derdi bana, bu deyiş de ustanın bir okşayışı gibiydi benim için.
    -heyecan içindeyim, nurullah bey, bu klasikler listesi ne? kim çevirecek bunları? başta homeros… sophokles, platon… daha kimler kimler, bunları türkçe’ye çevirtecekmişsiniz, olmaz ki çevirebilecek adam yok ki türkiye’de.
    -yok mu? görürsün. ilkin senden başlayacağız, hangisini seçtin bakalım?.....
    ……….
    tercüme bürosu, tercüme dergisi ve klasikler çevirileri türkiye’de bir çığır açmıştır….bu çığır kültür ve edebiyatımıza yenilik getirmekle, dilimizi biçimlendirmekle kalmadı, yayın hayatımızı da bir düzene soktu, bilimde metne ve somut gerçeğe dayanmasına yol açtı, dünya düşünü, yazını ve sanatı ile alışverişe koydu türk aydınını ve sanatçısını. yazara ve okura bir kitap ahlakı aşıladı.”' "

    beşinci boyut: halikarnas balıkçısı takipçileri tarafından eleştirilemez bir peygamber gibi miydi?

    bu sorun ise tümüyle murat belge 'nin abartısıdır. zira azra erhat 'ın salt düşün yazıları nda bile bir sürü eleştirisi vardır. hem metot hem bilgi yönünden. örneklere bakalım mı?

    "
    sf. 34

    aslında h.b., kaynaklarına çok saygılı bir kimsedir, kimden ne aldığını titizlikle belirtmek isteğini taşır, ama düşüncesinin hızlı akışında bir kaynağını, bir alıntısını bilimsel yöntemlerin ve kuralların gerektirdiği biçimde bildirse de, koşaradım ilerlediği yol boyunca bir başka alıntısını belirtmeyi unutur.

    sf. 35

    iolkos tesalyada bir liman şehridir. söylenceye göre, karadeniz'e altın postu aramaya çıkan argonautlar, bu limandan açılmışlardır. h.b. resmini çizdiği bu artemis'in imgesini nerden aldığını bildirmemektedir. ben de şimdiye dek yaptığım araştırmalarla bu resmin aslını bulamadım.

    sf. 47

    dişi dionysos tapıcılarına 'bakkha' ya da 'mainad' denilir: erkeklere h.b. savına göre; 'iobakkhi' denmiştir anadolu'da. h.b. bu savında herodot'un kit. iv. 46. 73. ve 76. paragraflarına dayanır, ne var ki buralarda bir kez olsun 'iobakkhi' gibi bir deyime rastlanmaz.

    sf. 143

    böyle bir şehrin adı ilyada'da geçmez, yalnız bir kez il. l. 39'da apollon smintheus'tan söz edilir.

    sf. 156

    prolegomena denilen eserin kimden olduğu burada belirtilmiyor.

    sf. 159

    bu tanrıçanın adına r. graves, 21.4 'te değinilir, ama h.b. , brizo hakkında söylediklerini yalnız graves'ten almış değildir.

    sf. 162

    h.b., ingilizce olarak verilen bu metnin kimden olduğunu belirtmemiştir. bu metni r. graves'de bulamadım.

    sf. 166

    halikarnas balıkçısı'nın bu «iktibasını» aydınlatmak benim için bir sorun olmuştur. balıkçı bu metni nerden aldığını bildirmez. metni ingilizce olarak verdiğine göre bir çevirisinden almıştır, ama bu çeviri kimindir, hangi kitapta yayınlanmıştır? elimde bulunan almanca nietzsche kitaplarını karıştırdım, bu çevirinin aslını bulamadım. kaldı ki çevirinin aslına bakılırsa, kısaltılmış bir metne, bir özete benziyor. çünkü nietzsche bu fikirleri birçok eserlerinde dile getirmiş, ama hiçbir yerde bu kadar kısa biçimde değil, işin içinden çıkamayınca, hacettepe üniversitesi, felsefe profesörü dr. ioanna kuçuradi'ye baş vurdum. sayın kuçuradi bu metnin nietzsche'nin «götzendammerung» (putların alacakaranlığı) adlı eserinden alınmış olabileceğini bildirdi. bu kitabın «was ich den alten verdanke» (eskilere neler borçluyum) bölümünde balıkçı'nın naklettiği parçalar, tümceler bulunmaktadır, ama arka arkaya değil. demek ki bu alıntı ingilizceye özetlenerek çevrilmiştir. h.b.'nm bunu tam kaynağından bildirmemesi bir kusurdur. a.e

    sf. 172

    burada da alıntının nerden yapıldığı belirtilmemiş. r. graves 'in kitabında arayıp bulamadım.

    sf. 173

    balıkçı'nın burada kuşak sözcüğüne daha alışılmamış gibi takılması şaşılacak şeydir,..

    sf. 192

    h.b. bir gazetede palamedes olayının ilyada'da geçtiğini yazmıştı da ben doğru olmadığını belirtmiştim.

    sf. 194

    burada h. b., bir yanlışlık yapmış olsa gerek, , stesikhoros diyor, oysa homeros ile stesikhoros'un meleagros'tan dem vurduklarını söyleyen simonides' tir, bu lirik şair kendinden yüz yıl kadar önce yaşamış ve destansal ilahiler ve övgüler yazmış olan stesikhoros ile homeros'tan söz edebilir; elinde bir ilyada'nın bulunması olası olan da elbette ki simonides'tir. h. b., iki adı yazarken karıştırmış olacak.

    sf. 195

    h.b. sının herhalde gene gilbert murray 'den aldığı bu tümcek "he mentions" diye başlamakta, ne var ki bu "he " nin kim olduğu anlaşılmamaktadır.

    sf. 200

    h.b. 'sının burada, tantalos'a neden izmirli dediği anlaşılmaz, tantalos sipylos, yani manisa dağının ve eteğindeki magnesia'nın kralı olarak bilinir, ionya'lı değil, lydia'lıdır. izmirli demesi genelleme olsa gerek, çünkü başka yazılarında tantalos ve pelops 'un asıl kaynağını kesinlikle belirtir.

    sf. 203

    h.b. bundan sonra yaptıgı ingilizce alıntıların nereden, kimin hangi eserinden olduğunu belirtmiyor.

    sf. 204

    akhilleus'un klasik sonrası zamanlarda yapılan etimolojisine göre bu ad a-keilos'tan gelmedir ve dudaksız anlamına gelir. oysa bu açıklama uydurmadır, sözlüklerin hepsinde akhilleus'un etimolojisinin bilinmediğ kayd edilir. h.b., kendisinin de uydurma dediği bu efsaneyi nerden naklediyor? g. murray'den olmasa gerek.

    böyle bir olgu ilyada'da kesinlikle yoktur, akhilleus myrmidon ordusunun başındadır ve bu ordu öbür akha komutanlarından epey ayrılmaktadır, hatta troya önündeki akha'ıar kampında uzak bir yerde yer almaş bulunmaktadır. tabii îl-yada'ya göre, ne var ki h.b., burada söylediklerini llyada'dan başka kaynaklara dayanarak söylüyor. bu kaynakları ne yazık kî yeterince bildirmiyor.

    sf. 205

    bu kez h.b. fransızca bir metin kopya etmektedir. acaba nerden alınmış bir metindir bu?

    sf. 212

    bunun artık kesinlikle ileri sürülemediği blegen kazılarında ortaya çıkmıştır. bkz ilyada önsözü

    sf. 213

    önce r. graves'in, sonra da h.b.'sının home-ros'tan bunca yüzyıl sonra yaşamış bir bizanslı sözüm ona bilginin savlarına dayanarak bu çirkin, troilos öyküsünü ilyada'dan bilmeleri şaşılacak şeydir. ingiliz yazarı bu troilos işinde herhalde shakespeare'in etkisinde kalıyor, ama h. b., akhilleus'un ilyada'da canlandırılan kişiliği ile bu çeşit sapıklıkların bağdaşmadığını nasıl görmemiştir?

    sf. 214

    görüldüğü gibi r. graves 'in savını kanıtlamak için baş vurduğu kaynakların hepsi, klasik çağlardan çok sonralarıyla ilintili pek güvenilmez görülen kaynaklardır.

    sf. 216

    troilus and cressida 'nın kaynakları besbelli ki ortaçağ şövalye romanlarından gelmedir. h.b., bunu belirttiği halde, nasıl oluyor da ilyada'da hiç sözü geçmeyen , daha dogrusu ilyada'da briseis olarak geçen bir kızı kalkhas'ın uydurma bir ihaneti öyküsüne bağlayıp homeros ile ilintili gösteriyor; buna da şaşılır.

    .. keçi değil, geyiktir.
    .. burada h.b. ne demek istiyor, belli değil, olduğu gibi aktarıyorum.

    sf. 217

    bu çeşit savlar ne yazık ki bilimsel olabilecek hiçbir esasa dayanmamaktadır. h.b. mythoslara tarihsel oluşum ve gelişim içinde eklenen kimi motifleri bir tüm olarak almakta, çeşitli söylence anlatımları arasında hiçbir ayırım yapmamaktadır.

    sf. 220

    bundan sonraki alıntının kimden oldugunu belirtmiyor h.b., gene guthrie'den oldugu kanısını verir.

    sf. 224

    h.b.'sının homeros'tan sonra uydurulmuş oldukları besbelli olan bu çeşit söylenceleri ilyada'da araması, bunlar ilk anlatımda vardı da sonra atıldı gibi savlardan yana çıkması bir çelişkidir. h.b., bu konularda hem batılı bilginlere karşı çıkmak ister, hem de onların kullandıgı belge ve savları işlemekten kendini alıkoyamaz.

    sf. 225

    h.b., bu parçayı r. graves, 39.8'den almıştır, kaynak göstermemiş.
    "

    görüldüğü gibi salt bu eserde bile, azra erhat'ın özellikle homeros ve ilias'a dokunan h.b. savlarına tepkisi çok serttir. bırakın h.b.'na bir peygamber bir itaat etmeyi, onu bu hususta yerden yere vuruyor, çok net. murat belge'nin eleştirisi de düşüyor haliyle.

    evet entirimi kesiyorum burada, yeteri kadar o döneme ve o dönemin zihniyetinde üretim çabalarına başka başka başlıklarda değinmeye devam edeceğim.

    not bu entiri kötülense ne olur, o sıkı takipçilerinin canına okuyan bir yazı oldu bu.
hesabın var mı? giriş yap