• bu entirim bir corrigenda niteliği taşımaktadır; zira ilk entirilerimin üslubundan son entirilerimin üslubuna dek, birçok sözlük yazarı tuttu, özü, sözü bıraktı üslubumla uğraşmaya girişti; "orada bunu demişsin, şurada şunu demişsin." oysa tekrar etmemde fayda var diyorum; ben aslında biraz da böylesine sert bir üslup kullanmış olmaktan hiç pişman değilim; murat belge'ye murat dediğim zaman tepki çekeceğini biliyordum, zira ortaya koyacağım sebep benim için çok geçerliydi; diyecektim ki savunma olarak; "yahu o halikarnas balıkçısı'na aşırı milliyetçilik dozuyla yazı yazıyor dediği zaman, ben de ona murat derim, sanane?" veya "halikarnas balıkçısı 'nın izinden gidenlere ırkçı diyebilen birine ismiyle -hem de bir insana ismiyle hitap etmenin nesi kusurlu bir davranışsa- hitap etmiş olmam bile yeteri kadar büyüklüğümdür." gibisinden bol demagoji soslu bir saldırı gerçekleştirecektim. kısmen bunu dile de getirmişliğim var; başta dedim ya bu entiri bir corrigenda niteliği taşımaktadır diye, işte efendim benim düzeltmem gereken, altını kırmızı kalemle çizgiyi atmam gereken bir entiriye ihtiyaç vardı. işte bu odur.

    murat belge, hakkında görüştüğüm bir çok ilim adamından hiç iyi şeyler duymamışsam da (özellikle halil berktay da aynı kaderi paylaştı bu sorgularımda. yani insanlar belli kişileri sevmek zorunda değillerdir, o yüzden ilgili hocalar kendileri yazarlarsa ben o yazıları burada paylaşırım, eğer yazmazlarsa kayıtdışı niteliğinde bu bahislerden söz açmam.) çok eminim ki; kendince belli bir birikimi mutlaka vardır, biri (jimi the kewl) çıkıp da ona soyadından yola çıkarak, tıpkı bir çocuğun burada "sen yıllar önce beğenilmeyen entirilerini siliyordun.." altta kalmışlığını göstermesi gibi, tutup da "murat belge(siz)" demesi ne kadar da saçmadır! düzeltiyorum bunu, hatta mevcut entirilerimde o ibareleri düzelttim, niye mi, çünkü amacıma ulaştım bu kadar yazı yazıldı, havada kalmadı konu, tartışmada kimsenin özden haberinin olmadığı da ortaya çıktı. asc ısrarla birikim dergisi'ndeki makaleyi okumadığımı düşünerek, benim eleştirdiğim konuyla üslubum arasındaki kopukluk ve manasızlık üzerinde durdu. oysa asc entirilerinde (sanırım iki adet entirisi var bu konuda), murat belge 'ye getirdiğim eleştirilerde kullandığım kaynaklarıma ve dayanaklarıma bakmadan, ya da daha değişik bir şekilde söylemem gerekirse; benim ne üzerine konuştuğumu anlamadan, -hatta kaynak aldığım tansu açık 'ın bizzat makalesinin başlığı "türkiye'de hümanizma tartışmaları" idi- beni salt üslubumla eleştirdi. asc dedi ki mesela; "..akademik tartışmaları, sokak kavgaları ve şövalye hikâyeleri gibi "birbirinin canına okuma" olarak görmek ancak basiretsizliğin işareti olabilir. bir kavram kargaşası yaratarak, "eleştiriye tahammülsüzsünüz", "kamplaşma yaratıyorsunuz", "bana karşı çıkamadınız" vs demek de garip bir duygu olsa gerek. oysa biz yöntemi eleştirdik, ne karşımızdakini ad hominemsel suçladık, ne de saf olarak "belge haklı", "sen tamamen haksızsın" dedik. ama hâlen daha -kimi entari kötülemeleri de üzerinden- "akademi" soslu şövalyelik pek şık durmuyor." her ne kadar gerçekleri yansıtmayan (quid est veritas sorusunun manasızlığına hala inanıyorum.), bana ait olmayan, örneğin "kamplaşma yaratıyorsunuz" ifadesini hiç kullanmadığım halde bana yamamış olmasına rağmen, haklılık payı muhakkak vardır onun. örneğin akademik soslu şövalyelik girişimim başarılı olmuştur, olmamıştır demeyin sakın, bakın oturmuş uzun uzun yazılmış entirileri okuyorsunuz, okumalısınız da, okudukça açılacak, bilmediklerinizi anlayacaksınız. uzun uzun yazılıyor ki, çünkü tahrik ediciliği sağladım; bunun adı "akademik soslu şövalyelik" olabilir, bunun adı başkasının elinde "sokak kabadayılığı" olabilir, başka birinin elinde "bu yolla kız götürme" de olabilir, hepsi olabilir, önemli olan bu değil, önemli olan şu; murat belge'nin , makalesinde savunduğu görüşleri buraya kopyalayınca, çok büyük bir fikir paylaşımında bulunduğunu sanan bir çocuğun, hayatı boyunca halikarnas balıkçısı okumamış olmasıdır. okumadığını itiraf ettiği halde, bir insan bilmediği bir kişiyle ilgili yazılmış bir makalede nasıl olur da taraf kesilir ve ahkam keser, sonra rezil olduğu zaman yok jimi begenilmeyen entirilerini silmiş, yok bilmemkimle konuştum haberler iyi, yok o yok bu, tamam altta kalmışlığın su yüzüne çıktığında geri dönüşün olmayabilir ama bunu git başka başlıkta yap, başka bir ortamda yap, burada halikarnas balıkçısı 'nın hakikaten de murat belge 'nin dediği gibi, aşırı milliyetçilik dozuyla yazıp yazmadığını tartışmaya çalışıyoruz. yoksa otur sözlükte karma puanını bile tartış, bize ne bundan, okuyucuya ne..

    murat belge sonuç itibariyle mühim bir kişiliktir. bu entirim corrigenda niteliğinde olduğundan, çeşitli noktaları düzeltmek için yazılmıştır, bu "murat belge sonuç itibariyle mühim bir kişiliktir. " cümlesi de bu yüzden buraya yazılmıştır.
  • tabi murat belge ile ilgili her fikir beyan ettiğimde, biri çıkıp da benimle uğraşıyor, tabi oturup da uzun uzun konunun dışına çıkmaktansa, konunun içinde kalıp sayın murat belge 'nin nasıl bir halikarnas balıkçısı gördüğü ya da görmek istediği konusu üzerinden bir şeyler söylemek istiyorum; önce şunun üzerinde durmalıyım; "mavi anadoluculuk akımı humanist değildi." ifadesi sadece murat belge 'nin vardığı bir sonuç değildir, öcellikle barış karacasu mavi anadoluculukla ilgili konuşurken, murat belge 'nin yazısının önemli olduğunun altını çiziyor. hatta nermin yazıcı'nın da bir yazı yazdığından bahsediyor. (nokta dergisi, aynı sayı, sf: 24)

    bakın barış bey ne diyor: "en baştan şunu söylemek gerekir sanırım: bu kişilerin hemen hepsi de yelpazenin solunda yer aldığı düşünülen kişiler. dolayısıyla bu gözle bir değerlendirmenin yapılmamış olması çok da şaşırtıcı değil. karşı taraftan ise mavi anadolucular ile onlara dokunan kişilere yapılmış eleştiriler var, ama bunlar da aman aman kayda değer değil. asıl şaşırtıcı olan herhangi bir değerlendirmenin uzun yıllar yapılamamış olması. bunlar azımsanmayacak üretkenlikte kişiler. yine de bütün bu külliyata karşın bu metinlerin nasıl okunabileceği, içermelerinin neler olabileceğine ilişkin de çok az çalışma var. en azından toplumsal ve kültürel düzlemde etkileri bugün bile süren bir akım üzerine değerlendirmelerin daha çok olması beklenirdi. değinip geçivermek, "güzel insan"lar olduklarından dem vurmak, projeleri bağlamında değil insanlarla ilişkileri bağlamında 'hümanist' demeyi yeğlemek... söz konusu kişilerin çalışmalarına, yapıtlarına bakacak olursak üç öbekte toplandıklarını görürüz: çeviriler, edebi metinler, 'kuramsal' diyebileceğimiz metinler. bugüne değin son saydığımız metinlere yönelik çalışmalar oldu, konunun o bakımdan tüketildiği söylenebilir. edebi metinlerle ilgili olarak ise hâlâ tartışmaya gereksinimimiz var. nermin yazıcı'nın konuyla ilgili bir iki çalışması var. murat belge'nin son yazısı önemli bir katkı olmakla beraber başlangıç sayılabilir. çeviri etkinliğinin de ne olduğuna, neler içerdiğine bakmak gerek. en önemlisiyse bütün bunların bir arada neye karşılık geldiği. yapılan işlerin tamamı da bir büyük projenin sacayağı. bunların birbirleriyle ilişkileri, dokundukları yerleri de ortaya çıkarmak gerekir." (a.g.e.)

    yine aynı bahis üzerinde murat belge 'yle aynı fikri paylaşan bir diğer isim de a. ömer türkeş, bakın ne diyor sayın türkeş: "doğrusunu söylemek gerekirse halikarnas balıkçısı, sabahattin eyuboğlu ve azra erhat isimleriyle simgelenen mavi anadolucuların anadolu ve türk kimliği hakkındaki düşüncelerine getirilen eleştiriler bir süredir yapılıyordu. ama belki akademik çevrelerde sınırlı kalmışlığından -biraz da mavi anadoluculuğun günümüzde pek taraftarı kalmadığından- söz konusu eleştiriler uzun uzadıya tartışılmadı. akımın, popüler olduğu dönemlerde neden tartışılmadığı sorusu önemli. çünkü sorunun yanıtı bizi türk solu ve türk aydınının kemalizm'le olan göbek bağı üzerinde düşünmeye zorluyor:
    türk soluyla kemalizm arasındaki yakınlık iki önemli eksen etrafında kurulur, ilki kemalizm'in halkçılık / köylücülük / devletçilik popülist söylemine duyulan yakınlıktır, ikincisi milli mücadele'nin anti-emperyalist yanına yapılan vurgunun abartılarak benimsenmesidir, işte bu yaygın kabul, mavi anadolucuların anadolu'ya giydirmeye çalıştıkları türk kimliğinin ve iyon uygarlığı'nı yunan uygarlığı'ndan ayırma girişiminin yadırganmamasıyla sonuçlanmıştır. elbette mavicilerin hümanizmini de göz ardı etmemek ve onların -bir tür- milliyetçiliğini bugünkü yavan ve saldırgan milliyetçilikle / ulusalcılıkla karıştırmamak gerekir. ileri sürdükleri düşünceler hem kemalizm'le hem o dönemin sol zihniyetiyle çatışmaz. mavici söylemde burası anadolu'dur; dillerin, dinlerin, etnik kimliklerin harman olduğu, halkların uyum içerisinde yaşadığı, tarihin en büyük uygarlıklarının beşiğidir. ve burası "bizim"dir. "biz"den anlaşılansa türk ulusudur. kemalistlerle mavi anadolucular arasındaki fark anadolu'yu bizleştirme yöntemlerindeki farktır; ilki ve gerçekçi olanı silahla çözmüştür meseleyi, ikinci ve hayalci olanı türklerin yüce değerleriyle... işte bu tezler -hele ki içinde açıkça bir düşmanlık barındırmamışken- solcu aydınların rahatlıkla benimseyebileceği türden tezlerdi.
    eleştirilerin ortaya çıkması, sol kesimin kemalizm'le yollarını ayırmasından, pek çok meseleye -tarihe, ırklara, ayrımcılığa, kadına, kültüre, orduya, milli mücadele'ye- farklı bir bakış açısıyla yaklaşmasıyla ilgilidir. " (a.g.e., sf:23)

    murat belge 'ye bir diğer destek de semih gümüş 'den geliyor:
    "halikarnas balıkçısı'nın temelini oluşturduğu, sabahattin eyuboğlu'nun temsil gücüyle öne çıkardığı mavi anadoluculuk başlangıçta yeni bir kültür anlayışı olarak savunulmuş, ama sonradan bir ideolojiye dönüşmüştür. cumhuriyet ideolojisine uygun bir yeni kimlik arayışı, bir grup batılı entelektüel aydın ve yazarın mavi anadoluculuk düşüncesinde karşılığını bulan kimlik fenomenini ortaya çıkarmıştı.
    batı kültürünü oluşturan bütün özün anadolu'dan çıktığını savunmak epeyce köktenci bir görüştü. bunun başlangıçta pek çoklarına çekici geldiği de belli. ama kafalar aydınlanıp gelişince, mavi anadoluculuğun, ucu anadolu şovenizmine uzanan bir düşünce olduğu anlaşıldı. bütün uygarlığın kaynağı anadolu'ya aitse, mavi anadoluculuk kolayca batı kültürüne sırtını dönebilirdi. üstelik onlara göre anadolu'daki bütün uygarlıklar sonunda bugünün anadolu'suna aitti ve bir bütündü. böylece anadolu'ya gözünü diken batı da kolayca ebedi bir hasma dönüşecekti, insanlığın sahip olduğu bütün düşüncelerin ve hümanizmin kaynağı olarak anadolu'yu görmek, hiç kuşku yok ki sapkın bir düşünce sayılabilir. bu anlayışın günümüzün ulusçu ve milliyetçi anlayışlarıyla kolayca buluşması şaşırtıcı olmaz.
    mavi anadolucu düşünceler daha önce de eleştiri konusu edildi. ama adamakıllı tartışılmadı. kimliği belirsiz bir akım olarak kaldı. doğrusu, etkisi uzun süreli de olmadı. ama bu tür düşünceler her zaman canlandırılıp kullanılabilir.
    bugün mavi anadoluculuğun şoven yanlarına ilişkin sert eleştiriler yapılması, milliyetçiliğin ülkedeki yükselişine karşı duyarlıktan olsa gerektir."

    şimdi gelelim savunmaya halikarnas balıkçısı anadolu tanrıları adlıe serinde diyor ki; ("neden bu savunma murat belge başlığında?" diye soranlar merak etmesin anadolu tanrıları başlığında bu entirinin bir kopyası bulunacak.)

    "büyük bir değişiklik olunca, değişikliğin neticesinde yeni bir kültür ve yeni bir ideal doğunca, gelişen yeni şey, kendini çok defa yeni diye ilân etmez, fakat kendini, eskinin ihya edilmiş bir şekli veya bir eski asla dönüş sayar. meselâ, fransız ihtilâli, geçmişten en çok ayrılmış inkılâplardan biri olduğu halde, o inkılâbı yapanlar, eski roma cumhuriyetçiliğine ve tabiî insan hayatının sadeliğine dönmekte olduklarını sanıyorlardı. bizde de yeni türkçe, yepyeni bir şey olduğu halde, türk dillerinin aslına ve aslındaki sadeliğe bir dönüş sayılır, ion'lar da kendilerini, apollon'un oğlu hayalî bir ion'un evlâtlarından sanırlardı. güya apollon, kreusa adında bir kızı sever. ondan ion adlı bir oğlu olur, kreusa, sonra ksutos adında bir erkekle evlenir; fakat ondan çocuğu olmaz, işte bu, ion hakkındaki birinci efsanedir. bütün grek'lerin kendilerine hellen demeleri sonradır, ikinci bir efsaneye göre, güya deukalion'un hellen adlı bir kahraman oğlu, onun da doros, ksutos ve aiolos adlı üç erkek çocuğu olur. doros'tan dor'lar, ksutos'tan ion'lar ve aiolos'tan da aiol'lar doğar. grek sayılan bu üç kola, bu suretle, hellen adı verilir, ilk efsanede ion'lar apollon'un neslinden iken, ikinci efsanede hellen'in oğlu ksutos'un oğullarından olurlar. bu ikinci efsanenin bu üç kolu birleştirme kaygusundan ileri geldiği meydandadır. buna rağmen, ta başlangıçtan beri dor'lar, ion'ları hellen olmamakla ittiham ederler. bu zıddiyet tarihî zamana —yâni kendilerini dor sayan sparta'lıların ve kendilerini ion sayan atinalıların birbirini karşılıklı olarak mahvettikleri âna— kadar sürüp geldi."

    ..

    "platon (felâtun: adamın pek arapçalaştırılmış adıdır. bâzıları eflâtun yazarak, adama patlıcanin eflâtunî rengini verirler). «euthydemos» adındaki kitabında, sokrates'in «hiçbir ionya'lı bir zeus «patroos» (baba) u tanımaz. bizim patroos'umuz apollon'dur, çünkü ion'un babası odur.» dediğini kaydeder. bu sözler ise, ikinci efsaneye değil, birinci efsaneye dayanır. apollon'a gelince, troya savaşında hiç de hellen değildir. akha'ların kanlı bıçaklı düşmanıdır. grek ordusu mahveder. troya'lı hektor'a durmadan yardım eder. akhilleus'u öldürür. apollon'a ithaf edilen homerik ilâhilerde («hymnos»larda) musa'ların bu büyük kılavuzunun ve göklerin bu ulu ok atıcısının olympos'a yanaştığı zaman, zeus ve leto müstesna, öteki bütün tanrıların tahtlarından korkuyla ayağa sıçradıkları okunur, ionya'lı homeros, ilyada'da bittabi ionya'lı tanrıyı getirdi. her ne kadar gelenek, bu tanrıyı grek'lerin düşmanı olarak gösteriyorsa da, — o zamanın şairleri geleneğe bağlı kalmak zorunda idiler—, homeros'ta onu küçültmek meyli yoktur. apollon, homeros'un olympos'lu tanrılarının en heybetlisi ve en muhteşemidir. kendisi anadolu'nun eski matriyarkal cemiyetine ait bir tanrı idi. belki de, hittit'lerin arinna güneş tanrıçasının sevgilisi güneş tanrısıdır. ion'ların baba saydıkları tanrı, işte bu apollon'dur.
    "
    ..

    "ion sözünün batıya doğru seyahatına paralel olarak grekçe ne üzümün, ne şarabın, ne incirin ve bilhassa ne de zeytinin adlarının grekçe aslından olmayıp, birçok dağ, burun ve körfez adları gibi, bir anadolu'lu dilin kökünden oldukları anlaşılmıştır. delice zeytini, portekiz'den hindistan'a kadar vardır. fakat zeytinin, bir gıda maddesi olarak kullanılışı, yunanistan'a anadolu'dan geçmiştir. çünkü homeros, anadolu'da zeytinyağının, bir tuvalet yağı olarak, hattâ yazılarının başka bir yerinde de, ilâç olarak kullanıldığını anlatır. bittabi, bir gıda maddesi olarak kullanıldığını yazmıya lüzum görmemiştir. zeytin ağacı, anadolu'da ve anadolu'ya ait adalarda boldur, yunanistan'da ise seyrektir. zaten zeytin, yunanistan'a ionya'dan başka bir yerden gelemezdi. rodos adası italya'nın egemenliği altında iken, italyan'lar italya'dan, italya delicelerinin üzerine aşılanmış cins zeytin fidanları getirdiler. italyan'lar ne ettilerse, bir türlü o fidanları tutturamadılar. bunun üzerine, marmaris ve bodrum'dan, tonlarca anadolu'lu delicelerin tohumlarını getirtmek zorunda kaldılar. (delicelerin kökleri, hangi toprağın hangisi olduğunu, hudutlar çizen diplomatlardan daha iyi bilir), tanrıça athena'ya ait bir efsane, zeytinin yunanistan'a nasıl geldiğini imâ etmesi bakımından önemlidir. tanrıça athena ile denizler tanrısı poseidon, atina şehrinin hâmiliği için, müsabakaya girişirler. şehre en faydalı şeyi getiren, muzaffer sayılacaktır. poseidon atı, athena ise zeytin ağacını getirir. athena kazanır ve şehrin koruyucusu olur. o zamanın megaron denilen, iki gözlü evlerinin alt odalarında pencere yoktu. o karanlıkta poseidon'un atını oynatacak değil, kandil yakacaklardı. zaten yunanistan'da zeytin, azlığı yüzünden, kutsal bir hal almıştı. yarışlarda kazananların alınlarına, zeytin dalı çelengi konulurdu. ispanya'da zeytine aceituna (arapça elzeytun'dan) denir. ispanya'da delice, arap'ların araba kelimelerinden önce vardı. fakat zeytinin bu adla anılması, zeytinin ispanya'da bir gıda maddesi olarak kullanılması âdetinin, arap'lar tarafından getirildiğini gösterir.
    anadolu'dan yunanistan'a getirilmiş olan bir iki önemli şey arasında, fenike'den alındığı iddia edilen bir de alfabe vardır. bu fonetik alfabe, ilk önce anadolu'da kullanıldı. o zaman yunanistan, yazıya şiddetli bir lüzum duymayacak kadar geri idi. hattâ orası tamamiyle kültürsüz ve vahşî bir yer sayılabilirdi. ve böyledir ki, homeros ve ondan iki yüzyıl sonra babasıyla beraber anadolu'dan yunanistan'a göç eden hesiodos, hayallerini, hâtıralarını ve düşüncelerini, ancak lon lehçesinde yazabildiler. "
    ..
    "ion lehçesi ise, en eski grek lehçesidir. yani ondan önce gelmiş ve kullanılmış bir başka lehçe yoktur. attika (yani atina ve dolaylarının) lehçesi, bu ton lehçesinden gelişmedir. aiol lehçesi, ilk olarak midilli adasında, sappho ve alkaios tarafından kullanılmıştı. barbar kelimesi, grekçe konuşulmayıp da başka bir dilde «vırvır» veya «carcar» diye lâkırdayanlara greklerce atfedilen bir ad idi. (meselâ türkçede, «bar bar bağırdı» deriz. burada söz onomatopoetik'dir, yani anlatmak istediği şeyin sesini taklit eder: mırıldamak, fısıldamak gibi). ne homeros'ta, ne de ondan bir iki yüzyıl sonra anadolu'dan yunanistan'a göç etmiş olan hesiodos'ta ne barbar kelimesine, ne de hellen kelimesine rast geliriz. meselâ, isa'dan önce dördüncü yüzyılda yaşamış olan herodotos'un eserinde, barbar kelimesine tesadüf edilir, fakat bu kelime orada, yabancılara yani barbarlara karşı bir istihfafı göstermez. hatta herodotos, barbar dediği yabancıları hor görmek şöyle dursun, onlardan çok kere sitayişle bahseder. barbarları hor görmek âdeti, yunanistan'da peyda oldu."

    ..

    "buraya, şu önemli olayı da kaydedelim: yunanistan'da atinalı solon, grek kültürünün yunanistan'daki ilk mümessili sayılır. isa'dan önce altıncı yüzyılda yaşamış olan bu adam, bir tüccardı ve işlerini görmek üzere anadolu'ya gidip gelirdi. anadolu'da yazı yazmasını öğrendi ve gene anadolu'da gelişmiş sosyal kurulları gördü. anadolu'da öğrendiği lon lehçesinde şiirler yazdı. fakat şiirlerin, kendisinden önce gelen midilli'n sappho veya paros'lu arkhilokhos gibi şair olduğu için değil, o devirde yazı, manzum olarak yazıldığı için yazdı. yoksa solon yüz yıl sonra geleydi, mutlaka nesir olarak yazardı. o devirde arazi zenginlerin elinde idi. halk zenginlere ait toprakları —mahsulün altıda birini alarak— işliyordu. bu pay geçimlerine yetmediği için, zenginlere borçlanıyor, borçlarını ödeyemediklerinden dolayı da haraç mezat köle olarak satılıyorlardı. solon, o sıralarda, okuma yazma bilen, dünya görmüş bir adam olduğu için, arkhon (kanun yapıcı hâkim) seçildi. arkhon'ların âdeti, o mevkie seçilince, zenginlerin topraklarını —eksiltmeden— muhafaza edeceğini ilân etmekti. solon böyle bir söylevde bulunmadı. bütün borçları keenlemyekün saydı; bundan dolayı da satılarak köle olmuş olanlara hürriyetlerini iade etti. solon'un bu ıslahatına kurtuluş denilerek şenlikler yapıldı. solon kanunlarına göre, kimse borçtan dolayı köle olamazdı. yunanistan'daki yeygi değerleri yükselmesin diye de, yeygi ihracatı yasak edildi, işte bu kanunlar, bir sürü noksanlarına rağmen, yunanistan'ın' demokrasiye doğru ilk ilerleyişi sayıldı.
    şimdiye kadar anadolu'da ion'lardan söz ettik. yunanistan'da hellen şuurunun anadolu'dan yunanistan'a geçmesi, isa'dan önce altıncı yüzyılda olmıya başladı. ancak isa'dan önce, 560-527 yılları arasında yani atina'da peisistratos zamanındadır ki, homeros'un eserleri yunan yarımadasına geçti ve atina'nın panathenaia festivallerinde muayyen bir sıramla okunmıya başlandı, işte o zaman, bu eserler, atina'da kutsallaştırıldı ve oradan bütün yunanistan'a yayılarak hellenik şuur peyda oldu. bu arada, anadolu'dan yunanistan'a geçen olympos'lu tanrılar ile hellen'lerin dini de kurulmuş bulundu."

    ..

    "ion'lu şuur, anadolu'da geliştikten ancak üç yüzyıl sonra yunanistan'a geçebilmiştir. herodotos «homeros ile hesiodos, grek tanrılar hanedanını kurdular, onlara adlarını taktılar, vazifelerini ve sanatlarını tâyin ettiler.» diye yazar ve bu işin, kendi gününden (m. ö. 430) dört yüz yıl önce olduğunu ilâve eder (homeros ile hesiodos, bu tanrıları tutup yoktan var etmediler. anadolu tanrıları adını verdiğimiz bu kitap, tanrıların menşelerini araştırmıya çalışır) fakat anadolu yunanistan'a dilini, dinini, klâsik şuuru ile hellenik denilen medeniyetin esaslarını vermekle kalmadı, isa'dan önce 490 yılına doğru, yunanistan'ın pers'ler tarafından istilâsı, klâsik kültürün ve yunan medeniyetinin geçirdiği en büyük tehlike sayılırdı. son zamanlardaki bazı avrupa tarihçileri, bu kanaatta değildirler. çünkü pers'ler ionya'yı, o devrin en ileri şehri olan milet'i, başkenti ile beraber bütün karya'yı zaptettikleri halde, oralardaki sosyal kurullara dokunmadılar. bu kurullar, bu ionya ile güney anadolu'daki klâsik kültür hareketi devam etti, gelişti. asıl, pers istilâsından öncedir ki, anadolu'dan yunanistan'a gelen klâsik kültür ve hellenik denilen medeniyetin varlığının en büyük tehlikesiyle karşılaştı."

    ..

    "orfik'lerin mistik tarikatı veya dini, isa'dan önce yedinci yüzyılda yunanistan'a yayılmıya başladı. yakın doğudaki bu yeni din, şayet yunanistan'da bütün hurafeleri, sırları ve sihirleriyle kökleşseydi, muhakkak, akliliği, felsefeyi ve ruh hürriyetini boğar, hayatı akla ve güzelliğe dayanan bir eser yaratmak arzusunu tamamiyle söndürürdü. hayat artık geleneklere, hurafelere ve papaz güruhuna alt olurdu. solon devrinde, dünyanm yaratılışı hakkında homeros ve hesiodos'un tanrılar nesebine, teogoni'sine dair yazdıklarına karşı, entelektüel bir isyan baş göstermişti. bu naklî teogoni'ye anadolu'da milet'li thales ve gene milet'li anaksimandros ve onları takip edenler, tamamiyle aklî, tabiî felsefelerle mukabele ettiler. zaten bu adamlara filozof değil, fakat «physiologos» yani fizikçi denirdi, isa'dan önce dokuzuncu yüzyılda homeros'un teogoni'si, her ne kadar ileri bir adım sayılabilirse de yüzyıllarca sonra bu teogoni'nin insan aklı üzerine abana kalması, dünkü hakikatin bugünkü yalan olarak temadisini sağlayabilirdi. yalanın temadisinin de pek öldürücü tesiri olabilirdi. bisiklet yürürse durur, durursa düşer."
    ..

    "entellektüel isyandan sonra, homeros ve hesiodos'un mitolojisine karşı başka bir isyan, bu sefer ahlâkî bir isyan basgösterdi. bu isyan orfizm denilen bir şekil aldı. bu tarikat veya hesiodos'un verdiği efsaneleri, moral bir duyguya uyacak surette değiştirip tefsir ediyordu. bu işte, m. ö. 640 yılında sicilya'da doğan şair stesikhoros un büyük tesiri oldu. mesele, klytaimnestra tarafından ve karısı klytaimnestra'nın da kendi oğlu orestes tarafından öldürülmesidir. bu mitoloiik olayı ilk önce nakledenler, bu sade olaylardan ahlâkî bir hisse çıkarmayı akıllarından bile gecirmemislerdi. halbuki stesikhoros öyle mi yapıyor? hayır! ona göre agamemnon, kendi (aynı zamanda klytaimnestra'nın) kızı iphigeneia'yı kurban olarak öldürttüğü için, karısı tarafından öldürüldü. karısı da, kocası agamemnon'u öldürdüğü yani bu cinayeti islediği için, orestes tarafından öldürülür. olayların naklinden ibaret olan bu efsanenin bu yolda yorumlanması, ortada şaşmaz bir adalet olduğunu göstermiye yeltenir. tşte. efsanevî olaylara da bu suretle ahlâkî bir düzen verilmiş olur. stesikhoros tarafından başarıları bu kabîl ahlâkî efsanelerden, aiskhylos ve daha başka tragedia yazarları pek faydalandılar. ne var ki; bu ahlaki hareket, orfik denilen bir tarikat, hattâ bir din mahiyetini aldı; orfik dinin veya tarikatın şeyhleri ve mürşitleri, kendilerine göre bir ilahiyat uydurdular. bu işlereagdistis, dionysos ve zagreus efsanelerini karıştırdılar ve bunun neticesi, yeni bir mistik ve metafizik cereyandır, aldı yürüdü. yunanistan'ın her tarafını kerametler, mucizeler ve sihirler sarmıya başladı."

    ..

    "kuzey yunanistan'da dionysos ancak m. ö. sekizinci yüzyılda itibar görmeye başladı. anadolu'nun derelerinden ve tepelerinden yunanistan'ın olympos tepesine, hemen hemen ancemaatin göç eden tanrılar kafilesine pek geç katılan bu yabancı tanrı, ilk önceleri orada hiç de iyi karşılanmadı. ne var ki, aradan çok zaman geçmeden, orgia'ları orman yangını gibi atina ve dolaylarında parlayıp, yunanistan'ı sarmıya koyuldu. ona tapanlar, geceleri dağ tepelerinde toplanıyorlar, sırtlarında geyik postu ve ellerinde meşaleler ve «thyrsos» denilen üzerlerine sarmaşık dolanmış çubuklar sallayarak, alabildiklerine davullar ve tefler gümbürdetip ve flütler öttürüp kıyametler kopararak, kutsal kurbanlarını elleriyle paramparça yırtıyor, kanlı ve dumanlı parçaları diri diri yiyorlardı. böylece mistik bir heyecan ve cezbe yoluyla (yani orgia ile) dionysos'a kavuşuyorlar, başka bir deyimle fenafillâh mertebesine ve mutlak saadete ulaşıyorlardı. bu işi asıl kadınlar görüyordu. işte bundan sonra ve bundan dolayıdır ki, delphoi'daki apollon kâhinleri kadınlardan seçildi."
    ..

    "güneşi, şarabı, neşeyi ve gülüşü bol anadolu'nun bağlık, bahçelik ve apaydın tonya'sında (homeros, tanrıların ambrosia'sı - bir çeşit kevser şarabı - tükenince, güneşli maionia'nın - salihli ve sardes ovası - şarabından içtiklerini anlatır) hayat, yunanistan'daki kadar çetin olmadığı için, insanlar topraklarının persephone (yani ölüler) dünyasına «varsın olsun» diye yüksekten bakıyorlardı. yunanistan'da ise hayat şartları pek ağırdı. yaşama hızı fena halde kösteklenmiş, engin ve gür yaşama ümidi kalmamış olduğundan, atina sokaklarından koşa koşa geçen orfik mistlerin, «dünya keder dolu! kederler ile de deryalar dolu!» yollu yürekler acısı ah vahları, bizim alaturka denilen musikinin radyo yayınları gibi, her taraftan, yaslı yaslı ötüyordu."

    ..

    "yunanistan'da eleusis'te tutan orfizm cereyanına, bir de «eleusis sırları» diye, yeni bir ad takıldı. bu sırlara göre, alt dünyanın tanrısı, lakkhös idi. bir de alt dünyada «çift tanrıçalar» yani demeter ile persephone vardı. eleusis'li festivallerde, sokaklarında «ey erenler! denize!» diye çığlıklar salan bu tarikatın mensupları tozu dumana katarak, cumhur cemaat, denize seğirtirler, kendilerini denize atarlardı. sonra, «çift tanrıçalar» mabedinde tapınırlardı. orada kendilerine sırlar açıklanırdı.işte bu sıradadır ki, sisam adasında, dâhi bilgin pythagoras, büyük bir matematikçi olmasına rağmen, bilhassa sicilya'da batînî yani bir çeşit orfik mezhebini yaymıya koyuldu. fen ve ilim, tabiatın sırlarını çözmiye çalışır. fakat, insanların sabrı mı tükendi ne, işte bu yeni din, bu işi sihirle kestirme yoldan başarmıya kalkışıyordu.
    "
    ..

    "orfik din, az kalsın, bütün yunan mabetlerini saracaktı. bu takdirde papaz güruhu da, memleketin sosyal durumuna hâkim olacaktı. bu takdirde, mısır'da olduğu gibi, yunanistan da ehramlariyle bir mezaristana dönecekti. ne var ki, yaratılış meydanına samanla karışık buğday taneleri atılırsa, yaratılış gerçeği yani taneleri geliştirir. samanı da boşa götürmez, tanelere gübre yapar. orfizm muvaffak olamadı ama, gene de başta aiskhylos ve pindaros olduğu halde, memleketin ve dünyanın edebiyatına tesir etti; hattâ orfizm, platon'a bile mülayim geliyordu. orfîzm zehrine karşı anadolu'da ionya bir panzehir vazifesini gördü. orada, ilahiyat ile fenni birbirinden ayıran hareket orfizm'den çok önceleri başlamıştı. ve işte budur ki, klâsik medeniyeti, papazlar tarafından dogmatik bir tarzda tefsir edilecek bir dinin istibdadı altında mahvolmaktan kurtarmıştı. pythagoras ve müritleri, fen alanında çok önemli ilerlemeler başarmış oldukları halde, sonraları bütün kudretlerini mistisizme vermişlerdi. fakat, hiç dalgınlığa kapılmadan, cesaretle akıl yolunu tutanların başında, anadolu'da diyalektik felsefenin kurucusu ephesos'lu herakleitos gene anadolu'da kolophon'lu ksenophanes bulunuyordu. bunlardır ki, klâsik medeniyeti, pers istilâsından çok daha büyük ve muhakkak bir tehlikeden kurtardılar.
    "
    ..

    "ksenophanes, anadolu'yu terkederek, yunanistan'da ve italya'da, şehir şehir taban tepti. îonya'lıların pers'lere lâyıkıyla mukavemet etmediklerine müteessir olmuştu. işte bundan dolayı, grek'lerin dinine ve ideallerine şiddetle hücum etti, gelenek haline gelmiş inançlara karşı savaştı. ilk önce o zaman kabul edilmiş olan ortodoks dine saldırdı. insan şeklindeki tanrıların, akla ne kadar aykırı olduğuna dikkati çekti. «eğer öküzlerin, beygirlerin ve arslanların kendilerine tanrıları yapan elleri olsaydı, onlar da tanrılarını öküz, beygir ve arslan şeklinde yaparlardı.» dedi. sonra, grek'lerin hocaları homeros ile hesiodos'a karşı protesto çekti. «onlar insanlara hırsızlıktan, zina ve karşılıklı sahtekârlıktan başka bir şey öğretmediler.» dedi. sonra, grek hayatının müteamil ve itibarî (konvansiyonel) ideallerini - mesela, atlet idealini gülünç buldu. bir yarışı veya atletik müsabakayı kazanana karşı gösterilen, saygıyı ve büyüklemeyi delilik saydı."
    ..

    "«aklımız beşerî hayvan ve beygirlerin kuvvetinden daha iyidir.» dedi. ksenophanes, yanında tambur veya bağlama dıngırdatan bir köle bulundurarak, ihtilâlci fikirlerini, diyar diyar gezdirdi. (bunu bir anadolu'ludan başka kim yapar? unutmamalı ki, nasrettin hoca ile bektaşi nüktelerinin memleketindeyiz). ne derece cesareti olduğu şu noktadan anlaşılır: ksenophanes, böyle bir yerden bir yere giderek, her uğradığı yerde, olağan üstü dünya ve ahıretle temasta oldukları sanılan - bazan bakid ve bazan da sibil diye anılan - orfik evliya ve mecnunlar da kalabalık halinde kaynaşıyorlardı. bunlar istikbali keşfediyorlar, hastalıkları iyi ediyorlardı; insanları, cenabetlikten şartlanmak suretiyle temizlemek gibi, lanetten kurtarıyor yahut temizliyorlardı. hattâ bunların arasında epimenides denilen bir büyücü, koskoca atina şehrini mekruhluk ve lanetten kurtarmak için, oraya çağrılmıştı."

    ..

    "ksenophanes yalnız yıkıcı değil, fakat aynı zamanda da yapıcı idi. felsefesinin baş prensibi, bir tek tanrı idi. fakat bu tanrıyı «kosmos» la (kâinatla) birleştiriyordu. bu tek tanrı ile beraber tabiata hayat veren birkaç ikinci derecede tanrıyı kabul etmemiş olsaydı, tam bir panteist (vahdeti vücutçu) olurdu. ksenophanes'in jeoloji alanında büyük keşifleri vardır: arz küresinin tarihi hakkında, fosillerden neticeler çıkarıyordu. gözünü asla budaktan sakınmaz hür bir düşünücü olarak, ksenophanes klâsik medeniyetin çok cazip bir önderidir. fakat, bizi burada ilgilendiren nokta, hesiodos'u şiddetle reddettiği kadar, orpheus'u da reddetmesidir. ksenophanes'in, mistisizm ve kutsal ilhamlarla arası hiç de iyi değildi. orfik papazları ve mürşitleri, sahtekâr ve şarlatan diye, teşhir ediyordu; hele pythagoras'a şiddetle karşıydı, akıl uğrunda yaptığı savaşların değeri takdirden ötedir. "

    ..

    "aklın öteki devi, ephesos'lu herakleitos'tur. «hep akar ve hiçbir zaman hiçbir yerde durmaz.» diyerek, dünyada bir «statü quo» nun mevcut olamayacağını ilk anlayan herakleitos'tur. bu adamın huyu ve suyu, ksenophanes'inkinden bambaşka idi. siyasette bir aristokrat idi, ancak pek aydın olan birkaç seçkin zenginin anlayabileceği güç bir üslûpta yazıyordu. ihtiyarlayınca, felsefe kitabını,
    ephesos'ta artemis mabedine bıraktı ve son günlerini yaşamak üzere, şehrin yanındaki bir ormana yapayalnız çekilip gitti. kendisinden önce gelen ionya filozoflarının hepsinden daha büyük bir dehâya sahip olan, kendisinden sonra gelenlere heybetiyle tesir eden bu adam, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, fluksu yani daimî değişmeyi ve varlığın değişmeden ve akmadan ibaret olduğunu tesbit eden doktrini düşünüp bulmuştu. «hep akar» ve «biziz ve değiliz» dedi. bununla kalmıyarak, rölativite doktrinini de buldu: «fena ve iyi aynı şeydir.» diyordu. biz, burada onun felsefesinin gelişmesini anlatacak değiliz. fakat, şu nokta unutulmamalı ki, klâsik medeniyetin dayanağı - belkemiği diyeceğim, geliyor- felsefe idi. bu da, o zaman, zihnin sırrıliğe galebesi demekti. bu hareket orfizme son verdi. o koca tehlike, kan dökülmeden, gürültüsüzce, yok edilmiş oldu. ne var ki, buhransızî, kansız, sessiz geçiştirilen tehlikeler, çarçabuk unutulur, ionya'daki bu hareket bir oluştu. çam ağacı büyüyüp gelişirken, davul zurna çalmaz, fakat pers savaşlarındaki gibi yıkılırken, tarih top atıyormuş gibi gürler. düşünülsün ki,- peisistratos zamanında, o günün orfik dini üstün bir önem kazanarak, papaz sınıfına öldürücü bir kudret verseydi, o sınıf, hemen iktidarda olan aristokratlara ve tiranlara elinden geldiği kadar yardım edecekti. tiranlar da orfik ruhanileri, bir tedhiş vasıtası olarak kullanacaklardı. orfik'leri de pythagoras'ın mürit ve ihvanları takviye ediyodu. bu koca tehlikeye karşı savunan, anadolu ionya'sının ölümsüz fikir adamlarıdır."
    ..

    "klâsik medeniyetin varlığını tehdit eden bu tehlikenin vaki olduğu âna, kadim tarihin «yedi hâkimler» devri denir. bunlar:
    1 — atina'lı solon,
    2 — korent'li periandros,
    3 — sparta'lı kylon,
    4 — midilli'li pittakos,
    5 — priene'li bias,
    6 — milet'li thales,
    7 — lindos'lu kleobulos.
    bu devrin çeşitli zamanlarında yaşayan ve anadolu ile yunanistan'ın değişik yerlerinden olan bu yedi kişinin son dördü, anadolu'ludur. zaten bir atina'lı, bir korent'li ve bir de sparta'lı olarak üç kişinin yediler arasına konulması, yedilerin arasında yunanistan'ın üç önemli kısmından birer mümessil bulunması gayretinden ileri gelir. çünkü bir thales'in bulunduğu listeye, nasıl olur da, korent tiranı sokulur? .. mamafih, lonya'lı filozoflardan sonra seçilen bu yedi kişinin arasında, meselâ pythagoras'ın bulunmaması dikkate değer. "

    ..

    "yunanistan, anadolu'da olup bitenlerin bir aynası olmuştur. kültür anadolu'da söndükten biraz sonra, ayni hal yunanistan'da olmuştur: meselâ, orfizm, pitagorizm anadolu'da gelişti. fakat orfizm yunanistan'a gelince, anadolu'da artık ondan eser kalmamıştı. fakat anadolu'da o itikat sönmiye yüz tuttuktan sonra atina'ya, daha sonra da roma'ya sirayet etti."

    ..

    "büyük iskender, bu noktayı pek iyi anlamıştı. anadolu'ya geldikten sonra onda, bir doğu siyaseti gütmek arzusu uyandı. halbuki, atina'ya karşı hiç sempatisi yoktu. yalnız pindaros'un evini ayakta bırakmak suretiyle, koca thebai şehrini yerle bir etti. zaten yunanistan, iskender'e karşı, pers kralı ile ittifak etmek istiyordu, kısmen etti de. antlaşmaya göre yunanistan, iran'ın, anadolu ionya ve karya'sı üzerindeki egemenliğini tanıyordu. bu iş için atina iran'dan para aldı. buna karşılık, milet ve halikarnas, kendisine karşı şiddetle mukavemet ettikleri halde, şehrin imarı için yeni baştan para verdi ve her türlü yardımda bulundu."

    ..
    "büyük iskender, askerlerini, anadolu'lu kızlarla evlenmiye teşvik ediyor ve evlenenlere çok para veriyordu. batılı tarihçiler, büyük iskender'in bu meylini bir çeşit delilik ve tereddi saydılar, iskender'in doğulu bir şehinşahı taklit etmekte olduğunu sandılar." (h.b., sf:16-27)

    anadolu üzerine tezlerini değerlendirebilmek için önce, halikarnas balıkçısı 'nın sözlerine kulak asmamız lazım, ondan sonra, onun fikirlerini hayali bulabilir, kemalizmle karşılaştırabiliriz. bu lafım entirinin başında sözünü ettiğim eleştirmenleredir.

    not: çocuklara cevap verecek miyim? hayır, çok kötü butonuyla oynayan kimseye cevap vermeyeceğim. ;)
  • öyle böyle değil, murat belge çok saygın bir akademisyendir de, hayır öyle değildir de denebilir, iyi bir yazardır, hayır öyle değildir de denebilir, iyi bir eleştirmendir, hayır öyle değildir de denebilir, müthiş bir tespit adamıdır, hayır öyle değildir de denebilir, ama şu var ki önemli olan "onu nasıl seviyorsunuz" veya "onu nasıl eleştiriyorsunuz" bu ikisinden ilkini "bir peygamber gibi" ikincisini de "eleştirmiyoruz ki, türkiye 'de saysan 2-3 isimden biridir bu alanda" şeklinde mi cevaplarsanız, belki de istemeden de murat belge'nin güttüğü yoldan bile saparsınız.
  • birikim dergisinin ekim 2006 sayısında halikarnas balıkçısı ve mavi anadolu üzerine makale yazmış olan akademisyen/aydın/düşünürdür.

    yarın öbür gün üniversitelerimizde "okumadığın makale üzerinden şahsı eleştirme" diye bir ders olursa, uzmanının kim olacağı üzerinden hiç de tartışma olmaz, ekşi sözlük'te kanlı canlı örneği var. biz diyoruz ki, "murat belge şu veya bu açıdan eleştirilebilir; yeter ki ayakları sağlam bassın, bir okunsun şu makale", ama karşımıza inatla "savunma" retoriği çıkıyor. ayrıca, her ne kadar nokta'daki söyleşi güvenilir kaynak sayılsa da akademik olarak "ikincil kaynak" sayılır ve eleştirmek isteyen, "canına okumak" isteyen oturur, okur "birincil kaynağı" ve "bakın bakın murat belge, nasıl da hatalar yapmış!" diyerek ve o düşkünlüğünü gizleyemediği yunan felsefesini de olmazsa olmaz tadında girerek çürütür tezleri. ama bu yok.

    ironiye göz kırpın sayın seyirciler, murat belge'ye rahatlıkla "belgesiz" denmesine rağmen bu çalışma disiplini uygulanmamış, kimin "belgesiz" olduğu da anlaşılmış. murat belge, halikarnas balıkçısı'nı okuyarak yazdığı makalede doğru veya yanlış, hatalı veya eksik farketmez, gene de "belge(ler)" göstermiş ama eleştir(e)me(ye)n bu makaleye herhangi bir şekilde gönderme yapmıyor, makaleyi eleştirme uğraşısı içine girmiyor ondan sonra "ama murat belge yalanlamamış ki", "ama kendisi yunan felsefesi hakkında bilgi sahibi değil ki", "ama kendisi belgesiz ki" deniyor. kısaca eleştirilen sadece üslûp da değil.

    üstüne üstlük nokta'dan yaptığı alıntılarda oynama yapılıyor, bizlere aktardığı metinde "murat belgesiz" yazıveriliyor (ve okuyan da alıntı kime ait şaşırıyor), murat belge hakkında "demişler ki, 'mavi anadoluculara saldır murat', o da saldırmış" gibi metne değil şahsa yönelik dayanaksız ithamlar, elif şafak davası ve edebiyat eleştirisi karıştırılarak murat belge kimseyi dava etmemesine ve hukuksal açıdan mahkum etmemesine rağmen komik bir demagoji elini kolunu sallayarak dolaşıyor. kaç kere gerek örtük gerek açık olarak "murat belge'nin yazısı eleştirilebilir", "derdimiz yunan felsefesi ve hümanizm tartışmaları ile ilgili girilen alıntılarda değil, eleştiri yönteminde" denmesine rağmen, muhatap "peygamber" diyor...

    ha, bu arada asc "kamplaşma yaratıyorsunuz" benzetmesinin reddedilmesini doğal karşılandığını belirtsin hadi. ama kendisi de son notunun yanı sıra şunları da demişti: "yazarımıza göre, halikarnas balıkçısı'nın kendi kimliğini daha yakından tanıyabilmemiz için, öncelikle denemelerine ve eleştirilerine bakmalıyız. buradan da eski yunan felsefesine egemen olmalı, cumhuriyet dönemi hümanizma tartışmalarını gözden geçirmeli, halikarnas balıkçısının veya genel olarak mavi anadoluculuğun bu tartışmalara nasıl katıldığını gözlemlememiz gerekmektedir. yani, kısaca demek istenilen şu: halikarnas balıkçısı ve genel olarak mavi anadolu hususunda, sadece edebi eserleri üzerinden 'milliyetçilik' ve kemalizm analizi yapılması sakat bir durumdur. çünkü; ya edebi eserlerin kurgusuna aykırıdır ya da bu analizler hümanizma tartışmalarından, yunan felsefesinden bağımsız olarak yapılamaz. murat belge'ye bu türden eleştiri getiriliyorsa, rahatlıkla kabul edebiliriz. belki eleştiriyi beğenmeyebiliriz, katılmayabiliriz ama gene mantıklı bir çıkarımdır." sonra eleştiri üzerinde durur asc. artık daha fazla yorum yapmak da istemez.

    bilgiyi iktidar olarak tahayyül etmekten geçtim, bir ezme-yok etme isteği tüm çıplaklığı ile devam ediyor sevgili sözlük, gör ironinin dayanılmaz haififliğini gör.
  • bu tartişmaya katilip katilmamak konusunda ciddi şüphelerim var. halikarnas balikçisi üzerinden yapilan murat belge eleştirisinin ciddiye alinir hiç bir yani yok. tartismanin son sözünü de can sabahattin dere gayet yerinde bir sekilde söylemiş. ama af buyurun bunca yildir sözlüge gider gelirim, böyle ciddi polemik görüntüsü altinda bu kadar saçmaliği, eleştiri adi altinda mesnetsiz ve sayfalarca tutan saçma sapan karalama çabasini birarada okuduğumu hatirlamiyorum. hazir vaktimiz varken tartismanin genişlemesi karsisinda bir kaç küçük not eklemek isterim.. biraz uzun olursa af dilerim. (tartışmanın tamamını kaç kişi delirmenin eşiğine gelmeden okuyabildi onu da merak etmiyor değilim...)

    öncelikle murat belge'yi eleştirmek için ta ion-yunan meselelerine gidip oradan getirdiği sütun başliklariyla derme çatma polemik kurmakla, ege kasabalarinda bin yillik amfiteatr taşlarini söküp kerpiç eve temel yapmak arasında ne farki var onu anlamak hiç mümkün değil. dor düzenindeki abuklamalarla ortaliği toza dumana boğmak da, troyali helen'in gerdanliğini takip da poz veren sophie schliemann'in görgüsüzlüğüyle ortaliği odysea ve ilyada alintilariyla doldurmak da ayni havadan saçmaliklar. hayir bildiğiniz ve uzmani olduğunuz tek konu latin, yunan, ion kültürü vs. olabilir ama her konuya bu tuzluklarla koşmak ve sağı solu tuza bulamak en fazla taze bir salatalik sözkonusu olduğunda işe yarıyor. küstahlik etmek istemem ama buralarda bu eleştirileri “yiyecek” bir taze salatalik bulmak pek kolay değil maalesef.

    sonda söyleyeceğim sözü tekrar söyleyeyim murat belge’nin halikarnas balikçisi ve mavi anadolucular üzerine geliştirdiği eleştiri karşisinda, cevat şakir’i savunma adina, hem de ilgili makaleleri bile okumaya tenezzül etmeden gündeme getirilen savunularin ciddiye alinir bir yani yok. düzülen bilgi övgüsünün ve bilgili adam görüntüsünün sistematik bir cehaleti sergilemekten öteye hiç bir anlami da yok maaselef. cidden özür dilerim bu söylediklerim için, ama bu polemik hevesini okurken kapildiğim hayret karşisinda bu sözlerin az geleceğinin de farkindayim. çünkü murat belge'ye musallat olan, had bilmez hudut bilmez bu kendi durumunun farkinda olmayan şaşkınlık ve kendini aşırı önemseme güdüsüyle tirmalanmiş entryler, peşindeki mazeret arayan editler ve bu ölçüsüz burnu büyüklük, neresinden tutsan düzeltemeyeceğin bir tartişma alani ve hafriyat sahasi yaratmiş durumda. ciddiye alsan ayri dava, önemsemeyip geçsen başka bir duygu firtinasi. tartişmayi izleyenleri “takim taraftarliği”yla suçlayan, ama kendini hem hakem, hem oyuncu, hem sultan, hem sadrazam, hem yazar hem okur ilan eden bu egosantrik ruh hali çok ilginç olmali. en nihayetinde “sözlükçülük mesleğinde”ki ya da kendi hayatindaki uzmanlik alaniyla ve retoriğiyle sarhoş, etrafta olup bitenle pek ilgisi olmayan, genel geçer yorumlarla yetinerek kendi tefarruatina o yorumlari ekleyen hoyrat ukalaliğin, küstahlik derecesinde bir üslupla murat belge’yi kendisine eğlence etmesi üzücü olmaktan öteye bir anlam taşimiyor. yine yapilan eleştirinin “belgesiz, şafaksiz” retoriğine eklenmekte ve avrupa birilği, 301, düşünce özgürülğü vs.. tartismalarina yine ayni artniyetle örtülü bir atif yapmakta beis görmemesi de en fazla eleştiri sahibini taniyanlari üzer. elestiri sahibini tanimadiğimiz halde biz bile üzüldük maalesef. ama yine maalesef tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misali kendi kendine “çaliştiği yerlerden” alinti yapan, konuyla alakasiz ve sunulduğu çerçevede birer saçmalik haline gelen yorumlari peşpeşe dizen bu malumatfuruşluk ve kendini aşiri önemseme heyecaniyla malül olmuş “dionisyak” tavir her konuyu çarpitma hevesiyle o kadar sarhoş ki, sağduyuyla yapilan "sakin olalim, saçmalamayalim" çağrılarını bile görmezden geliyor.

    bu nedenle tartişmanin yöntemsel ve ahlaki yönleri üzerine can sebahattin dere ve asc tarafindan yapilan yorumlara eklenecek fazla bir şey yok. bunun yerine murat belge'nin balikçi ve mavi anadolucular hakkindaki yorumlari hakkinda bir kaç söz edip kenara çekilmek isterim...

    murat belge'nin halikarnas balikçisi ve simdilerde zaten çok az kişinin bildiği bir akim olan "mavi anadoluculuk" hakkindaki yorumlari genel hatlariyla doğrudur. bu akimin genel olarak verdiği eserlerde "post-güneş dil teorisi" izleklerini sürdürdüğü de bilinir. cumhuriyet dönemi sonrasinin türk ulusunun orijini (murat belge'nin deyimiyle "genesis"i) konulu tartışmalarda hitit, sümer vb. antik anadolu kültürlerinden "türk orjini" yaratma projesinin başarisizliği sonrasinda, mavi anadoluculuk olarak bilinen eğilim, türk ulusal kökenlerini "anadolu mozaik"inde arayan entelektüel bir girişimdir. bu girişimin türk arkeolojisi’nin alman etkisindeki ana akımı tarafından da uzun zaman paylaşılan bir yorum olduğunu hatırlatalım. bu yorum esas olarak klasik ırkçılığa karşı olan, ancak hümanizme de vurgu yapan ulusalci, milliyetçi bir yorumdur.

    (bu akımın “türk hümanizmi” olarak tanımlanması ve derli toplu ilk ifadesi yanilmiyorsam suat sinanoğlu’nun 1970’lerde yazdığı çeşitli makalelerle ve 1980’deki türk hümanizmi adlı kitapla yapıldı. sinanoğlu, kemalist milliyetçiliği, klasik aydınlanma ve modernleşme düşüncesini kullanarak ionik ve roman kökenlere bağlayan bu hümanizm teorisini geliştirdi. teorinin özellikle 1980’li yillardan sonra uzun bir süre apolitize olmuş akademide kismen etkili olmasi de çok şaşırtıcı olmadi malumunuz. sinanoğlu ve çevresindeki grup cumhuriyetin yarım biraktiği aydınlanma hamlesinin “türk hümanizmi” düşüncesiyle devam ettirilmesi ve aydınlanma sürecinin tamamlanmasını öneriyordu esas olarak. hala da çoğunlukla cumhuriyet gazetesi vb. çevresinde kalmış tek tük savunuculari var. bu tür “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kütle” olan türk ulusuna tarihsel bir orijin ya da “genesis” bulma, kurma, olmuyorsa imal etme çabalarının tarihsel olgular tarafından her seferinde yanlışlandığını, siyasal toplumsal gelişmeler ve koşullar altinda da sürekli ezilip gittiğini belirterek geçelim. )

    murat belge yanlış hatırlamıyorsam genel olarak birikim’deki makalesinde mavi anadolucularin öne sürüdkleri “genesis”in diğerlerinden daha az şoven ya da daha az dişlayici olduğunu (yukaridaki “hümanist ion” alintilarinin yarisi boş gitti sanirim böylece) ancak, balıkçının romanlarındaki ve siyasal kavrayışındaki milliyetçilğin diğerlerinden çok da farklı olmadığını söyleyerek işe başlıyor.

    bu genesis, türk ulusal kimliği, tarihsel gelişmelerin kimlik olgusuna etkileri vs. geniş bir tartışma ve burada bunu yapmak için çokça vaktimiz olmali. yine de şu kadarını söyleyelim. bu mavi anadolucu “hümanist milliyetçilik”in günümüz milliyetçiliğinden oldukça farkli, ırkçılıktan uzak ve bir tür “mozaik” düşüncesine yaslanan, bambaşka bir tarihsel konjonktür içinde doğup geliştiği de unutulmamalı. yine aynı şekilde tıpkı güneş dil teorisinin türk orjinlerini anadolu’nun antik dönemlerinde araması gibi, mavi anadolucuk tezinin de, mevcut anadolu kültürünü ion, roma antikitesine bağlama arayışının bir yönüyle, bütün bir avrupa düşüncesini helen kökenlere dayamakta israrli avrupa merkezci klasik tarih yorumlarına karşı bir reaksiyon olduğu unutulmamalı. platon’a karşı thales’i, sokrates’e karşı demokritus’u çıkaran bir akımın, batı kültürünün aynı zamanda ionik, yani anadolulu bir kültür olduğunu gösterdiği, anadolunun bin yillardir sahip olduğu uygarlığı vurgulayan bir akım olarak önemli olduğu da akıldan çıkmamalı. (1800’lerin ortalarından itibaren özellikle almanya da yapilan bu tartışmanin türkiyeye neredeyse 80-90 yil sonra ulaştığını da ekleyelim ve söz konusu bu tezlerin siyasal sonuçlarının, önerdikleri tarihsel perspektifin ve politik düzlemin yakın geçmişte ve bugün sürekli yanlışlandığını ve bu nedenle mavi anadolucu akımın çoğunlukla arkeolog, tarihçi ve dilbilimcilerden oluşan küçük bir akademik çevre dişinda neredeyse tamamen unutulduğunu da aklımızdan çıkarmayalım. çünkü en basitinden anadoludaki türk tarihi bu iyiniyetli “türk hümanizmasi” tezini maalesef doğrulamaz! türkler’in anadoluda varliği uzunca bir süre esas olarak yağmaci ve yikici, başka bir deyişle askeri bir varlik olmuştur. hem de bizzat öncelikle ion kültürünü yikan bir varlıktır bu. türklerin neredeyse 16 yüzyila kadar ionik kültürle olan ilişkisi esas olarak bir devralma, içerme değil, esas olarak yikici bir ilişkidir. (vay türkleri aşağılıyor diyenlere selam ederim) dildeki kalintilar, kimi kültürel devam yollari güçlü bir kollektif bilinç halinde maalesef yaşamamiştir. bugün hala ermeni ve rumlara karşi gösterilen reflekslerin sadece yakin tarihten ve 20. yy’daki gelişmelerden kaynaklandiğini düşünen varsa fena halde yaniliyor. )

    sonuç olarak tüm bunlardan tartismayi bugünün siyasal konjonktürü ve siyasal anlamlar hiyerarşisine dayanarak yapmanın sorunlarını görmüş olmalısınız. bunu birikimdeki makalesinde ve nokta söyleşisinde murat belgenin de kimsen yaptiği düşünülebilir ve göz önüne alinabilecek haklı bir eleştiri olur. ancak belge’nin mavi anadoluculuk ve halikarnas balikçisi konulu tezlerini yine bugünün siyasal argümanlarina (ulusalcılık vb) sirtini dayayarak eleştirmek ve ion-helen polemiklerine kadar götürmek, kendi kendine oturma odasindaki koltukta sürekli hector'un intikamını almaya çalışmak da ayni çarpikliğin bir başka görünümü, ilgili madalyonun diğer yüzüdür.

    neyse, çok uzatmayalım, mavi anadolucuk ve türk hümanizmi tartışmıyoruz. murat belge’nin birikimdeki makalesi ve kısmen nokta söyleşisinde cevat şakir’e yönelttiği ve “kiyameti koparan” eleştirilerinin ikinci bölümüne, yani balıkçının 1960’larda yazdığı “tarihi roman”lara geçelim. .

    belge birikimdeki makalesinde, balıkçı’nın tarih tezlerindeki hümanizm görüntüsünün tersine, 1960’larda yazdığı popüler romanlardaki ırkçılığa varan aşırılığı çok şaşırtıcı bulduğunu belirtiyor. uluç reis ve hızır reis adlı bu romanların hemen her sayfasinda güçlü bir yabancı düşmanlığı ve ırkçılık hissedildiğini, hristiyanlara, yahudilere, ingilizlere, fransızlara, araplara ve bir çok dini, milli kimliğe yönelik aşağılayıcı sıfatlarla dolu bölümler olduğunu alıntılarla gösteriyor. türkler temizdir, yabancilar pistir, türkler edebiyle öldürür, yabancilar kaziga çakar, işkence eder, türkler tecavüz etmez, yabanci kadinlar tecavüzü dört gözle bekler, araplar yalancidir türkler doğrucu, herkes türklere ihanet eder, türkler ihanet nedir bilmez. sonuçta herşey buram buram ırkçılık kokan ortalama bir tarkan filmi havasinda yaşanır. ama pasolini'nin bir tarkan filmi çekmesi ne kadar garipse, hümanizmiyle tanınan balıkçının popüler irkçı öğlerle dolup taşan romanlar yazması da o kadar ilginçtir. ama maalesef şaşırtıcı değildir ve mavi anadoluculuğun ve türk ulusçuluguna anadolu orijini arama çabasının 1960'larda geldiği yeri göstermesi bakımından ibret vericidir. (bu ulusçuluğun bugün geldiği darbeci vb. noktayı da yakından tanıyor olmalisiniz) melih cevdet'in izleyen yillarda akımın ana çerçevesinden rahatsızlık duyması da bu nedenle olmuştur. ve sonuçta horon ile dionisiyak ayinleri bağlayan, halay ile ion danslarini tarihsel olarak devamcı sayan, kadın erkek birarada dansetmeyi öven birakımın, tecavüzü dört gözle bekleyen “gavur orospular"la da dolu gemiler tahayyül etmesi ve o"venedik orospulari"na tecavüz etmekten kaçınan leventleri anadolu mozaik'inin ve türk milliyetçiliğinin bir başarısı olarak gösterme bayagiliği sadece üzücüdür.
    uzun uzun alinti yapamayacğım ve herhangi bir kanıt da oluşturmaz ama, en azından kitapların içeriği hakkında bir fikir vermesi nedeniyle bu romanların nihal atsız.org vb. ülkücü forumlardaki okuma listelerinde ve kitap gruplarında büyük bir hevesle önerildiğini de hatırlatarak bitirelim... (ülkücü forumlarda balıkçının kitaplarının önerilmesi, balıkçıyı ırkçı yapmaz diyebilecek kadar lafi uygun olmayan yerlerinden anlayan birilerinin olmayacağını umuyorum)
    ve murat belge de kusura bakmasın, adı halikarnas balıkçısı konulu bu kadar acayiplikle dolduğu için..
  • o müthiş lafı edeyim de kimsenin artık elinde böyle oyuncak olmasın ne benim nickim ne de benim söylediklerim:
    "arkadaşlar, birikim dergisi 'nin bu sayısı: "http://www.birikimdergisi.com/…ayilar/buyuk/327.jpg" 2006 'nın aralık ayında elime geçti. derginin bazen ikili bir şekilde çıkıp çıkmadığı konusundaki bilgiye bugün ulaştım. çok alakasız bir sohbet ortamında, bir karındaşım bu derginin bazen iki sayı halinde yayınlandığından bahsetti. onun dışında birikim dergisi'ne pek hürmet eden bir insan olmadım, ve çalışmalarımda da pek kullanmadım açıkçası. ancak mavi anadoluculuk ve kabaağaç konusunu ele aldığını öğrendiğimde bir şekilde edindim. peki neden entirilerime konu olmadı, ve neyi planlıyor(d)um birazdan anlayacaksınız, sadece bu bilgiyi aklınızın bir köşesinde tutarak aşağıda yazacaklarımla irtibat kurmaya çalışın istiyorum.

    şimdi ben tabi herhangi bir konuda, herhangi bir fikir yürüttüğüm zaman, aka kara dediğimde veya tam tersi karaya ak dediğimde, "hayır o dediğin aktı" veya "hayor o dediğin karaydı" şeklinde elbette yankı bulabilir, bana müthiş bir destek sunanlar da çıkabilir elbette. ancak "biz senin dediklerine karşı çıkmıyoruz, biz bu tartışmada taraf da değiliz, biz bunu söyleyiş biçimine takılıyoruz" dan (kaynak: asc/ "oysa biz yöntemi eleştirdik, ne karşımızdakini ad hominemsel suçladık, ne de saf olarak "belge haklı", "sen tamamen haksızsın" dedik. ama hâlen daha -kimi entari kötülemeleri de üzerinden- "akademi" soslu şövalyelik pek şık durmuyor." [entiri numarası vermiyorum fiziksel refere durumundan ötürü, arayın bulursunuz bu başlıkta.]) destekler arttıkça daha da alevlenmiş bir şekilde "hah o makaleyi okumadı ki, bu konuda konuşsun" a (bakın bu sefer asc nickli şahıs ne diyor: "yarın öbür gün üniversitelerimizde "okumadığın makale üzerinden şahsı eleştirme" diye bir ders olursa, uzmanının kim olacağı üzerinden hiç de tartışma olmaz, ekşi sözlük'te kanlı canlı örneği var. biz diyoruz ki, "murat belge şu veya bu açıdan eleştirilebilir; yeter ki ayakları sağlam bassın, bir okunsun şu makale", ama karşımıza inatla "savunma" retoriği çıkıyor. ayrıca, her ne kadar nokta'daki söyleşi güvenilir kaynak sayılsa da akademik olarak "ikincil kaynak" sayılır ve eleştirmek isteyen, "canına okumak" isteyen oturur, okur "birincil kaynağı" ve "bakın bakın murat belge, nasıl da hatalar yapmış!" diyerek ve o düşkünlüğünü gizleyemediği yunan felsefesinide de olmazsa olmaz tadında girerek çürütür tezleri. ama bu yok." bunun olmadığını nereden çıkardığını ben bilmiyorum, zira hiçbir entirimde benim birikim dergisi'nin ilgili sayısını okuyup okumadığıma dair, bana ait bir açıklama yok. elimde dergiyle fotoğraf çekip imageshack.us 'a atacak halim de olmadığından, bu yazar kişisi salt, benim entirilerimde ilgili kaynaktan birebir alıntı yapmamamdan ötürü benim dergiyi okumadığımı ilan edip, beni yargılamış. ancak çok yakında o ve diğerleri ne kadar yanıldıklarını görecekler. o zaman bu yazdıklarını ne yapacaklar merak ediyorum bu çocukların.) vardıklarında, ben aslında ısrarla bir şeylerin altını çizdikçe insanların nasıl da birbirlerinden aldıkları coşku ve sevinç nidalarıyla, yakaladıklarını sandıkları zayıf noktadan tutmaya, yaralamaya çalıştıklarını ve konuyla alakalı (bir tek borges 'in entirilerinde murat belge 'nin birikim dergisi'nin s. 210, sf: 32-46 arasındaki yazılanlardan alıntılar vardı.) hangi dergideki hangi makaleden bahsettiğimizi bile bilmeden, bana saldıranlar, şurada kaçıncı entiri oldu bilmiyorum; ilgili tezlerle alakalı bu kadar yazmış olan benim söz konusu makaleyi yani "mavi anadolu tezi ve halikarnas balıkçısı" başlıklı çalışmayı okumadan eleştiri yapmış olmam söz konusu olamayacağını hiç akıllarına getirmediler. bu hiç benim çalışma stillerime uyuyor mu, ilk baştan itibaren c. s. dere 'nin, asc'nin, borges'in işte ne bileyim arada nickini kaçırdığım olmuşsa kusura bakmasın, ged 'in her defasında birbirini takip ettikçe dozu biraz daha artmış saldırının , arada konudan da sapılmış ve "sözlükte makale yazmak" başlıklı bir alt konu açılmış (bu başlık altında "konunun açılması"ndan bahsediyorum, zira "sözlükte evvelden açılmış bir başlıktı bu" savunmasına hiç gerek yok, çünkü başka bir şeyden bahsediyorum.) beni hem uzun hem de bu kadar ayrıntılı yazmakla suçlayanlar ile beni birikim dergisi 'nin söz konusu sayısını okumamış olmakla itham edenler, yargılayanlar arasında bir tarafa cevap verirken, öbür tarafa bkz.lı mesajımda "bak kardeşim; sözlüğü yapan adam, konsepti belirlemiş, sınırlarını çizmiş, ben böyle yazıyorum, öbürü de öbür türlü yazsın." demeye getirmişim (bkz: #82418), bu arada mezun olduğum liseden bahsedilmiş konuyla çok alakalı gibi ("..jimi the kewl'ün de kenan evren lisesi mezunu olması bu açıdan çok sembolik olmuş -- yanlış anlaşılmasın, kenan evren lisesi'nin bu açıdan diğer liselerden, üniversitelerden farkı yoktur; teorik olarak yök'ün, milli eğitim bakanlığı'nın diploma verdiği herkes, yani ekşi sözlük nüfusunun neredeyse hepsi bu tornadan geçirilmiştir, bu tornadan geçirilmiş olmamız yasa, tüzük, müfredat gereğidir. aradan çıkanlar varsa, "ne kadar assan kessen bu gibiler hep çıkıyor" kontenjanından çıkmışlardır. kenan evren damgasını bu okulun yalnız müfredatına değil, adına da vurmuşlar, diğerlerinden farkı budur. insanı dehşete düşüren yön ise şu: işte, hümanizmayla, klasiklerle, kitapla, okumayla uğraşan bir genç bile konu "milliyetçilik" olduğu zaman bu dile, bu üsluba, bu mantığa sarılıyor ve yaptıklarını ahlaksızlığa aynı ahlaksızlıkla cevap verdim inancıyla haklı çıkartmaya çalışıyor -- 12 eylül eğitiminin müthiş başarısı burada: eleştirel, uyanık, aydın, bilimsel, kültürlü olmaya çalışanları bile kendisine benzetti. türkiye'nin önümüzdeki yirmi yılında belirleyici olacak üretken, eğitimli insan havuzunda da bu grup belirleyici olacak -- hepimize hayırlı, uğurlu olsun."), sonra da "yıllar önce beğenilmeyen entirilerimi sildiğim" gibi gereksiz bir bilginin bile bu başlık altında evet evet benim nick başlığımda falan değil, murat belge başlığında okuduğumda hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermedim. zira konunun özünden sapacaklarını zaten ilk iki entirimin koparttığı gürültüden anlamıştım. şimdi gelelim suçlamalara verdiğim yanıtlara:

    1- ..halikarnas balikçisi üzerinden yapilan murat belge eleştirisinin ciddiye alinir hiç bir yani yok. tartismanin son sözünü de can sabahattin dere gayet yerinde bir sekilde söylemiş. ama af buyurun bunca yildir sözlüge gider gelirim, böyle ciddi polemik görüntüsü altinda bu kadar saçmaliği, eleştiri adi altinda mesnetsiz ve sayfalarca tutan saçma sapan karalama çabasini birarada okuduğumu hatirlamiyorum..
    **
    cevap: bir şeyin özünü sanırım kaçırıyor bu kardeşimiz de. birincisi; konuya şu açıdan bakmakta fayda var; şu ana kadar jimi the kewl nickli yazarın yazdıkları; murat belge 'nin, halikarnas balıkçısı ve mavi anadoluculuk üzerine söylemiş olduğu sözlere cevap niteliğindedir. ve şu ana kadar yazdıkları sadece nokta dergisi 'nde, henüz murat belge 'nin, a. ömer türkeş 'in, semih gümüş 'ün ve özellikle de barış karacasu 'nun yalanlamadıkları, ayrıca kanımca yalanlamalarına hiçbir gerek yok zaten üzerine çalıştıkları konularla ilgili röportaj verdiler, (nokta, s. 7) röportajlarındaki ifadelerle ilgilidir. ara ara belirtiyorum şu şeyi söylemeyin artık, murat belge'nin; birikim dergisi 'nin ilgili sayısında yaptığı edebi eleştiriye bir cevap yakın tarihte tarafımdan kaleme alınacaktır, şu ana kadar bu konuyla alakalı görüşmüş olduğum sevgili hocalarım çiğdem dürüşken, bedia demiriş, faruk akyol ve atilla erdemli hocalarımdan ilgili konuyla alakalı fikirler aldım (hocaların isimlerini verdim teyit etmek isteyen internette ufak çaplı bir aramayla hocaların her türlü akademik adreslerine ulaşabilir ve bu konuda bilgi alabilir. eğer bunu yapmadığınız halde, hala benim içinde bulunduğum bir konumla alakalı en basitinden "dergiyi okumamış ki" gibisinden çocukça bir yaklaşım da bulunuyorsanız, o da sizin araştırmadan, her konuda ve her kişiyle ilgili bir fikrinizin bulunduğunu gösterecektir.) ve söz konusu makaleme, bir nevi karşı cevaba nasıl girişmem konusunda bazı tüyolar aldım. ha tabi burada bütün konuşmalarımı, hocalarımla paylaştıklarımı satır satır yazmak zorunda olmadığım gibi söz konusu makalemin ismini vermek istemediğim süreli bir yayında ve tabi ki ekşi sözlük'te yayınlanacak olmasından ötürü ısrarla bundan bahsetmekten kaçındım, zira orhan pamuk bahsinde izlediğim yöntem gibi; edebi eleştiriyle, siyasi ve üzerine konuşulan kişinin kültür dünyamızdaki duruşuyla alakalı eleştiriyi birbirine katmadan, yani örneğin; "orhan pamuk nobel ödülünü iade etsin.. fransa'nın çıkardığı yasayı protesto etsin. çünkü kendisi kötü bir edebiyatçı, ben orhan pamuk'un dilinden anlamıyorum." gibi bir çarpıklığa kendimi kaptırmamak için, halikarnas balıkçısı 'nın salt roman kahramanlarıyla ilgili murat belge 'nin ifadelerini bir yana koydum, daha sonra murat belge'nin halikarnas balıkçısı 'nın roman karakterlerinin ruh dünyaları üzerinden, yazarlarının düşünce dünyasına dalmasını eleştirdim, hatta buna mustafa kemal 'in güneş dil teorisi diye adlandırılan şeyle kurulan bağlantının sakat olduğundan söz ettim:

    önce şu alıntıyı ısrarla yaptım, ararsanız bulursunuz:

    "şimdiye dek yazılanlar arasında en sert eleştiri prof. murat belge'den geldi. birikim dergisinin ekim sayısında halikarnas balıkçısı'nın romanlarını analiz eden belge, okurlarının bugüne kadar sadece 'hümanist' yanıyla tanıdığı halikarnas balıkçısı için 'ırkçı' ve 'milliyetçi' sıfatlarını kullanmaktan çekinmiyor. belge, tespitini balıkçı'nın romanlarından yaptığı alıntılara ve o alıntılara uyguladığı metin analizlerine dayandırıyor." ( a.g.e.)

    daha sonra demişim ki buna cevap olarak:

    1- bakın çok net. "romanlarından yaptığı alıntılara ve o alıntılara uyguladığı metin analizlerine" ifadesi ortada. murat belge bu haberin yanlışlığını bildirdi mi? yoksa teyit etti mi? eğer benim bilgim dışımda bu haberdeki ifadelerin kendisine ait olmadığını, birikim 'deki makalesinde yer alan sözlerinin çarpıtıldığını bildirmişse o ayrı. ama böyle bir şey yoksa, bu ifadeleriin söylediği gibi; h.b. den bahsederken "ırkçı ve milliyetçi" ifadelerini kullanabiliyorsa; o halde benim verdiğim cevaplarda ne türden bir sorun var anlamış değilim. işte ben ona cevap vermişim zaten.
    2- bu ifadeyi olduğu gibi kullandığım olmuş, sadece nasıl ki h.b.'den ırkçı şeklinde bahsetmekten çekinmiyor murat belge ben de ondan bahsederken murat belgesiz diye bahsetmekten kendimi alamamışım. ne var bunda? (daha sonra, kendisinden "belgesiz" şeklinde bahsettiğim kısımların çoğunu çıkarttım, ve bu davranışımla alakalı da şu açıklamayı yaptım:"şunu net açıklıyorum; benim bu tartışmada kaale aldığım tek kişi -şu ana kadar yazılanlar açısından-can sebahattin dere 'dir. onu da sadece benim üslubumla alakalı söylediklerinden ötürü ciddiye almam söz konusudur. yazılarımın bir kısmını düzelttim bu sayede ve eleştirilerinden yararlanarak ilk yazılarıma çeki düzen verdim. kendisi ne demek istediğimi algılamış olup, kontrol etme gereği duyduğunda gerekli değişikliklere şahit olacak ve beni anlayacaktır." yani burada beni aynı şeyle suçlayanların söyleyecek sözleri kalmaz, zira elimi eteğimi çektim şu "belgesiz" bahsinden. hatam vardı, düzelttim. ve bunu salt konunun özünden sapmış olduğunuz için, konuya dönebilmek için de değil, aynı zamanda birinden bahsederken, her ne kadar o benim değer gördüğüme saldırmış dahi olsa da, en azından ben öyle değerlendirsem de, benim ona soyadından ötürü tıpkı c.s. dere'nin benim mezun olduğum lise üzerinden trajikomik çarpıtmaya, saygısızlığa başvurması gibi benim de bir kişinin soyadından ötürü böyle yakışıksız şeyler söylemem ayıp bir davranıştır, athikaya uygun olan benim bu ifadeleri geri çekmemdi. ben de onu yaptım zaten. aynı zamanda yukarıda dediğim gibi, konunun özüne dönebilmek için de bir fırsatı da yaratmış oldum, yan konulardan birini tasfiye ederek.)

    2- öncelikle murat belge'yi eleştirmek için ta ion-yunan meselelerine gidip oradan getirdiği sütun başliklariyla derme çatma polemik kurmakla, ege kasabalarinda bin yillik amfiteatr taşlarini söküp kerpiç eve temel yapmak arasında ne farki var onu anlamak hiç mümkün değil. dor düzenindeki abuklamalarla ortaliği toza dumana boğmak da, troyali helen'in gerdanliğini takip da poz veren sophie schliemann'in görgüsüzlüğüyle ortaliği odysea ve ilyada alintilariyla doldurmak da ayni havadan saçmaliklar. hayir bildiğiniz ve uzmani olduğunuz tek konu latin, yunan, ion kültürü vs. olabilir ama her konuya bu tuzluklarla koşmak ve sağı solu tuza bulamak en fazla taze bir salatalik sözkonusu olduğunda işe yarıyor. küstahlik etmek istemem ama buralarda bu eleştirileri “yiyecek” bir taze salatalik bulmak pek kolay değil maalesef.
    **

    bu ifadelere birkaç açıdan cevap vermek istiyorum;

    a/ bu yazar kardeşimiz, yazısının ilerleyen bölümlerinde; "yine yapilan eleştirinin “belgesiz, şafaksiz” retoriğine eklenmekte ve avrupa birilği, 301, düşünce özgürülğü vs.. tartismalarina yine ayni artniyetle örtülü bir atif yapmakta beis görmemesi de en fazla eleştiri sahibini taniyanlari üzer. elestiri sahibini tanimadiğimiz halde biz bile üzüldük maalesef." demişken, hemen yazının başında ise benimle ilgili konuşurken "..hayir bildiğiniz ve uzmani olduğunuz tek konu latin, yunan, ion kültürü vs. olabilir ama her konuya bu tuzluklarla koşmak ve sağı solu tuza bulamak en fazla taze bir salatalik sözkonusu olduğunda işe yarıyor. küstahlik etmek istemem ama buralarda bu eleştirileri “yiyecek” bir taze salatalik bulmak pek kolay değil maalesef." gibi bir ifadeyle bana saygısızlık yapabilmekte. ne kadar ilginç benim murat belge 'yi eleştirirken yapmış olduğum saygısızlıktan bahsedip, beni eleştirirken aynı saygısızlığı gösteren birine nasıl bir cevap verebilirim ki? ya da vermeli miyim? bence vermeli değilim, bu yazar kardeşimizin heyecanına vermekle birlikte bunu, tıpkı benim "belgesiz" kelimelerine uyguladığım tasfiye sürecinin bir benzerini de kendi yazdıklarına uygulayabilme olgunluğunu gösterebilme cesaretini ummaktan başka yapabilecek bir şeyim yok. zira murat belge'ye duyulan saygı bana da , sana da, öbürüne de, herkese yani gösterilmek zorundadır. eğer bu zorunluluk ortadan kalkarsa, o halde benim yapmış olduğum şeye "saygısızlık" denmesinin de bir ratio zinciri kalmaz. saygı mı, herkese lazım olan!

    b/ bu yazar kardeşimizin bahsettiği yani; "öncelikle murat belge'yi eleştirmek için ta ion-yunan meselelerine gitmememiz" hususunda yine kendisiyle çelişiyor. zira yazısının ilerleyen bölümlerinde; "..murat belge'nin halikarnas balikçisi ve simdilerde zaten çok az kişinin bildiği bir akim olan "mavi anadoluculuk" hakkindaki yorumlari genel hatlariyla doğrudur. bu akimin genel olarak verdiği eserlerde "post-güneş dil teorisi" izleklerini sürdürdüğü de bilinir." işte böyle diyor. yani bana ion ve yunan meselelerine kadar gitmemem konusunda öğüt veren bu heyecanlı kardeşimiz, daha sonra kaynak belitmeden, neye dayandığını söylemeden, birikim 'in 210. sayısında, murat belge'nin ilgili makalesindeki ifadelere bakma gereği bile duymadan; ".."post-güneş dil teorisi" izleklerini sürdürdüğü de bilinir." deyivermiştir. yani benim bu başlık altında, mavi anadoluculuk akımının derinliği üzerine sözlerimin, çıkış noktaları ve tezleri üzerine söylediklerimin gereksizliği hatta saçmalığından bahseden bu kardeşimiz maalesef heyecanına yenik düşerek (benim kaynak vererek konuştuğum) bu konuda fikir beyan etmiştir. o halde bu yazar kişisi, bir karar vermek zorundadır; ya biz bu meselelere değineceğiz, ya da değinmeyeceğiz. eğer değineceksek; benim bu konuşmaya hakkım vardır, tıpkı senin kaynak belirtmemiş olmana rağmen ortaya fikir koyman gibi, eğer değinmeyeceksek, sen de bu konuya değinmiş biri olarak, değinen birinin değindiklerine "saçmalık, ne gerek vardı oralara gitmeye.." demeye hakkını kendinde bulmamalısın.

    3- sonda söyleyeceğim sözü tekrar söyleyeyim murat belge’nin halikarnas balikçisi ve mavi anadolucular üzerine geliştirdiği eleştiri karşisinda, cevat şakir’i savunma adina, hem de ilgili makaleleri bile okumaya tenezzül etmeden gündeme getirilen savunularin ciddiye alinir bir yani yok
    **

    buna cevap verdim yukarıda. ilgili dergi bende mevcut, bu teybi başa sarmak istemiyorum artık, ilgili makale yakın bir tarihte hem benden gelecek hem de sanırım bir hocamdan daha gelecek onu da burada paylaşacağım. o zaman, kimin ciddiye alınıp kimin alınmayacağını daha net göreceğiz!

    4- düzülen bilgi övgüsünün ve bilgili adam görüntüsünün sistematik bir cehaleti sergilemekten öteye hiç bir anlami da yok maaselef. cidden özür dilerim bu söylediklerim için, ama bu polemik hevesini okurken kapildiğim hayret karşisinda bu sözlerin az geleceğinin de farkindayim. çünkü murat belge'ye musallat olan, had bilmez hudut bilmez bu kendi durumunun farkinda olmayan şaşkınlık ve kendini aşırı önemseme güdüsüyle tirmalanmiş entryler, peşindeki mazeret arayan editler ve bu ölçüsüz burnu büyüklük, neresinden tutsan düzeltemeyeceğin bir tartişma alani ve hafriyat sahasi yaratmiş durumda. ciddiye alsan ayri dava, önemsemeyip geçsen başka bir duygu firtinasi. tartişmayi izleyenleri “takim taraftarliği”yla suçlayan, ama kendini hem hakem, hem oyuncu, hem sultan, hem sadrazam, hem sadrazamdan düşen, hem yazar hem okur ilan eden bu egosantrik ruh hali çok ilginç olmali. en nihayetinde “sözlükçülük mesleğinde”ki ya da kendi hayatindaki uzmanlik alaniyla ve retoriğiyle sarhoş, etrafta olup bitenle pek ilgisi olmayan, genel geçer yorumlarla yetinerek kendi tefarruatina o yorumlari ekleyen hoyrat ukalaliğin, küstahlik derecesinde bir üslupla murat belge’yi kendisine eğlence etmesi üzücü olmaktan öteye bir anlam taşimiyor. yine yapilan eleştirinin “belgesiz, şafaksiz” retoriğine eklenmekte ve avrupa birilği, 301, düşünce özgürülğü vs.. tartismalarina yine ayni artniyetle örtülü bir atif yapmakta beis görmemesi de en fazla eleştiri sahibini taniyanlari üzer. elestiri sahibini tanimadiğimiz halde biz bile üzüldük maalesef. ama yine maalesef tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misali kendi kendine “çaliştiği yerlerden” alinti yapan, konuyla alakasiz ve sunulduğu çerçevede birer saçmalik haline gelen yorumlari peşpeşe dizen bu malumatfuruşluk ve kendini aşiri önemseme heyecaniyla malül olmuş “dionisyak” tavir her konuyu çarpitma hevesiyle o kadar sarhoş ki, sağduyuyla yapilan "sakin olalim, saçmalamayalim" çağrılarını bile görmezden geliyor.
    **

    işte tümüye bana saldıran bir paragraf daha, cevapları vereyim:

    a/ "düzülen bilgi övgüsünün ve bilgili adam görüntüsünün sistematik bir cehaleti sergilemekten öteye hiç bir anlami da yok maaselef. ": bilgi övgüsünde bulunduğum satırların bana gösterilmesini, "sistematik bir cehalet" kavramının daha net bir hale getirilmesini isterdim. yani kaynak vererek konuştuğum vakit sistematik bir cehaletin tezahürü mü oluyor bu? "bu bir şekilde hem de yukarıda da dediğim gibi, beni eleştirdiği her iki konuda da hem üslup hem de güneş dil teorisine girecek kadar ayrıntıya girme hususunda da benzer bir tepki gösteren bu kişinin, söylediklerine baktığımda koca bir entiriyi -hani beni söz konusu dergiyi okumamakla suçlarken- gereksiz yere uzatmış olduğunu görüyorum." gibisinden bir cümle kurduğumda kim tatmin olur acaba? ben olmaz açık söylemem gerekirse. zira benim derdim bu değil ki; benim derdim burada bir şeyin peşinden koşmaktı ve amacıma ulaştım da sayılır; zira beni eleştiren onca yazardan hiçbirine bir sinirle yazmadım, bu kadar yazı sinirle yazılamaz. bakın sizler tek bir kişiye yüklenirken, ben kendi entirilerimde başta mavi anadoluculuk'a yönelen eleştirileri gündemde tuttum, murat belge 'yi eleştirdim, beni eleştirenler oldu, onları eleştirdim, beni eleştirenleri eleştirirken kullandığım üsluplara eleştiri geldi, örneğin şimdi yaptığım şey de, bu son eleştiriyi eleştirmek oldu. düşünebiliyor musunuz, hala ve hala bilgisini gösterme çabasındaki insan gibi lanse edilmeye çalışılan bendeniz, yine bu başlık altında zenizedi 'nin çok yakışıksız ifadelerle murat belge'yi (farei, dağlı, sikli.. acayip bir entiriydi, sonradan sildi, iyi de etti. ;) ) savunduğunu sananlara karşı bile, "böyle savunma olmaz ayıp" dedim, herkese ve her şeye karşı sürekli bir şeyler anlatma çabasında bu arada kendimi eğittim, evet insan satır aralarında bile kendini eğitebiliyor şu ilginç bol güneşli ocak ayında. hatalarım vardı, düzelttim, eleştiri getirilirken, ne yapılabilir, ne yapılamaz onu gördüm gözlerimle, birçok kişiye karşı birçok savunma stratejisi geliştirdim. bu arada ged'in yakışıksızca belirttiği gibi; ion ve yunan karşıtlığına dair inanılmaz alıntılar yaptım, ki değil sözlükte başka hiçbir yerde yok sadece balıkçı'nın eserlerinde bulunuyorlar, o halde beni o siteden bu siteden kopyala yapıştır yapmakla da kimse suçlayamaz. bu başlık altında incelerseniz, bu suçlamanın yapıldığını da görürsünüz. yani ged 'in burada üzerinde durduğu, saplandığı bataklıkta bir imagoma rastlamışsa, bundan rahatsızlık duymuşsa, ona verdiğim bu yetkin yanıtta hala ve hala saplı olduğu yerde kafasını kaldırmaya çalıştıkça batan bir suretini görüyorsa, iflah olması için tanrı iuppiter'e yalvarmaktan başka yapabileceğim bir şey yok maalesef.

    b/ “sözlükçülük mesleğinde”ki ya da kendi hayatindaki uzmanlik alaniyla ve retoriğiyle sarhoş,.." demiş mesela ged. yahu tabi ki böyle olacak. bir kere uzman muzman değilim, kendimle alakalı hiçbir konuda "uzman" ifadesini kullanmadım, kullanmam da, kullandığımı da kimse iddia edemez. bana uzman olduğumun düşünüldüğü bir konuyla ilgili sürekli bilgi paylaşımında bulunuyor olmamdan rahatsızlık duyan olmuşsa, ben bunu

    b1/ ya bu kişi benim diğer yazılarımı takip ediyorsa; benim sözlükteki diğer entirilerimi her gördüğünde çıldıran, sözlüğü yapan adamın koyduğu sınırlar dahilinde (bkz: #82418) o halde daha iyisini yazmasını isteyebileceğim bu heyecanlı kardeşimizin ne düşündüğü umrumda değil. bu yazılar yazılmaya devam edilecekler, ta ki ben bir gün bundan vazgeçinceye dek.
    b2/ ya bu kişi benim diğer yazılarımı takip etmiyorsa; o halde sorun yok demektir. zira benim sadece bu başlık altındaki bilgi severcilik oynayışımdan rahatsız olması mantıksız. zira bugün ve badi tuşları ne gine duruyor? (gine?)
    b3/ farzedelim ki; jimi the kewl nickli kişi "evet x ve y konularında yazıp çizmeyi seviyor, çünkü o konuda kafa yormuş." o halde jimi the kewl nickli kişinin, hiç hakim olmadığı -uzman olmadığı aman dikkat-, hiç kafa yormadığı bir konuda "z" konusunda atıp tutması daha mı iyi olacak? mesela ferrari'lerin motorlarıyla ilgili 150 tane cahilce entiri girsem, hiç dinlemediğim müzik gruplarının şarkı sözlerini fermanlar şeklinde yazsam, altına da "çok güzel ya.." diye yapıştırsam, birkaç kanka belleyip nick başlığı altına 500 tane birbirine benzeyen entiri girsem (evet bu da sözlüğün konsept sınırları içinde) veya hanimiş butonunun gerzekliğinde ona buna etiketler yapıştırsam, ya çok net söylüyorum; bilmediğim konularda yazsam; daha mı doğru olacak o kafanızdaki "sözlük ahlakı"na daha mı cuk diye oturacak, merak ediyorum. bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak bkz.larının verildiği entiriler mi döşensin benim entirilerimin altına? ;)

    5- ama yine maalesef tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misali kendi kendine “çaliştiği yerlerden” alinti yapan, konuyla alakasiz ve sunulduğu çerçevede birer saçmalik haline gelen yorumlari peşpeşe dizen bu malumatfuruşluk ve kendini aşiri önemseme heyecaniyla malül olmuş “dionisyak” tavir her konuyu çarpitma hevesiyle o kadar sarhoş ki, sağduyuyla yapilan "sakin olalim, saçmalamayalim" çağrılarını bile görmezden geliyor.
    **

    yukarıda söylediklerim bu kısma da cevap niteliği oluşturuyor. heralde "çalıştığım yerlerden" alıntı yapacağım. ya nereden yapacaktım? bilmediğim konuda mı yazıp çizeyim?
    ..sunulduğu çerçevede birer saçmalik haline gelen yorumlari denmiş mesela. kim belirliyor sunulanların saçmalık hale geldiğini? kıstas nedir? ged, kim ki benim yazdıklarımın saçmalık haline geldiğinden dem vurabiliyor? cevap yok. "sağduyuyla yapilan "sakin olalim, saçmalamayalim" çağrılarını bile görmezden geliyor." ibaresi ise travmatik bir bilincin ürünü. zira ortada ne böyle bir çağrı var, ne de böyle bir çağrıya kulak asmamayı tercih etmiş bir taraf var. eşyanın tabiatına aykırı bu durum, çağrı olmadığından çağrıya kulak asmayan da olmuyor haliyle. ;)

    6- bu nedenle tartişmanin yöntemsel ve ahlaki yönleri üzerine can sebahattin dere ve asc tarafindan yapilan yorumlara eklenecek fazla bir şey yok. bunun yerine murat belge'nin balikçi ve mavi anadolucular hakkindaki yorumlari hakkinda bir kaç söz edip kenara çekilmek isterim...
    **
    deniliyor ve maşallah gerçekten de hiçbir şey eklenmiyor!!!

    7- murat belge'nin halikarnas balikçisi ve simdilerde zaten çok az kişinin bildiği bir akim olan "mavi anadoluculuk" hakkindaki yorumlari genel hatlariyla doğrudur. bu akimin genel olarak verdiği eserlerde "post-güneş dil teorisi" izleklerini sürdürdüğü de bilinir. cumhuriyet dönemi sonrasinin türk ulusunun orijini (murat belge'nin deyimiyle "genesis"i) konulu tartışmalarda hitit, sümer vb. antik anadolu kültürlerinden "türk orjini" yaratma projesinin başarisizliği sonrasinda, mavi anadoluculuk olarak bilinen eğilim, türk ulusal kökenlerini "anadolu mozaik"inde arayan entelektüel bir girişimdir. bu girişim türk arkeolojisi’nin alman etkisindeki ana akımı tarafından da uzun zaman paylaşılan bir yorum olduğunu hatırlatalım. bu yorum esas olarak klasik ırkçılığa karşı olan, ancak hümanizme de vurgu yapan ulusalci, milliyetçi bir yorumdur.
    **

    beni ion ve yunan'a gitmiş olmakla, tartışmayı oraya çekmiş olmakla suçlayan ged 'in geldiği noktaya bakar mısınız? bahsetiklerine..? e haliyle onun bunları yazmaya hakkı varsa, benim de bir klasik filolog olarak bu konuda birikimlerimi burada paylaşmaya hakkım saklıdır! ged 'in konuşmaya hakkı var ancak bir klasik filolog'un bu konuda hem de kaynaklar vererek konuşmaya hakkı yok. ne kadar güzel!

    8- neyse, çok uzatmayalım, mavi anadolucuk ve türk hümanizmi tartışmıyoruz. murat belge’nin birikimdeki makalesi ve kısmen nokta söyleşisinde cevat şakir’e yönelttiği ve “kiyameti koparan” eleştirilerinin ikinci bölümüne, yani balıkçının 1960’larda yazdığı “tarihi roman”lara geçelim. .
    **
    şimdi heyecanlı yazar kardeşimizi biraz dinlendirelim burada. bakın efendim; yukarıda söyledim; roman karakterlerinin eleştirisiyle sınırlandırmıyor murat belge eleştirilerini. neden anlamak istemiyorsunuz?? şu başlık altında elli yerde tekrarladım, ama okumuyorsunuz, ne birikim dergisi'nin ilgili sayısını okudunuz, ne de nokta'daki röportajı. ne de entirilerimi.. bakın bizim burada konumuz nasıl mavi anadoluculuk ve halikarnas balıkçısı olamaz!! murat belge 'yle yapılam röportajdan alıntılar:

    ***
    s: cevat şakir'in arkadaşlarına göre daha köşeli bir üslubu ve tavrı olduğu bilinir. gerçekten de onu azra erhat veya sabahattin eyuboğlu'ndan bu yönüyle ayrı tutabilir miyiz?

    c: evet, öyle diyebiliriz...

    s: peki, erhat ve eyuboğlu'nda milliyetçi veya ırkçı sayılabilecek yönler var mı?

    c: önce genel bir şey söyleyeyim: bu tür sözleri erken söyleyen kişi bildiğim kadarıyla cevat şakir'dir. cevat şakir de bunu ağır bir milliyetçilik dozuyla söylemiş görünüyor. onu izleyen, ondan daha genç olan insanlar da ona bu yolu açıyorlar. hani bu kelimelerle olmasa da ona "aramızda ilk öten horoz sensin" der gibi bir saygı gösteriyorlar. onların daha kemalist olduğunu söylemek mümkün. eyuboğlu ve erhat öyleydi. aslında marksist olan melih cevdet de marksist olarak kemalizm'e olabileceği kadar yakın bir yerde dururdu. bu durumunun özellikle yaşlandıkça daha fazla öne çıktığını söylemek de mümkün. makalelerinde vardı hep bu. şimdi bu anadolu, ortadoğu, yakın doğu, buralarda yetişmiş, serpilmiş inançlar, medeniyetler, mitolojiler vs içinde "biz aslında bunların yoğurduğu insanlar olmalıyız" bilinci vardı. bu bence çok yanlış bir tez de değil. ama bu öncüllerden yola çıkıp atatürk'ün tamamen akıl dışı, bilim dışı olan güneş dil teorisi, uygarlıklar, oklar, orta asya gibi teorilerini sanki olabilecek rasyonel bir temele oturtmak gibi bir iş yapıyorlar. yani kemalizm'i rasyonalize etmek gibi bir iş yapıyorlar.bununla belki en az ilgisi olan cevat şakir, bu genel alanda ilk konuşan olduğu için işin içinde. marksist olarak buna en uzak görünen melih cevdet de sonuçta bu medeniyetlerle bir bağ kurmanın önemine inandığı için gene bu çevrede. ama bunun merkezinde bir "kemalizm'i rasyonelleştirelim arkadaşlar kampanyası" diyebileceğimiz de bir şey yatıyor. eyuboğlu kardeşleri, azra erhat'ı falan bu grup içinde değerlendiriyorum. tabii azra erhat'ın bir de cevat şakir'le başka türlü yakınlığı var. mesela bir hayranlığı söz konusu.

    s: mavi anadolucuları veya cumhuriyet'in ilk yıllarındaki edebiyatı bugünün milliyetçilik algısı ve fikriyle değerlendirmeme ğini savunan bir tutum var. ne dersiniz?

    c: bu sorunun cevabı az önce söylediğimde var; bizim de bir sürü şeyi fark etmemiş olmamız, kendimizi o milliyetçiliklerden ayırmadığımızın kanıtı. ama sonuçta ben ve benim gibi adamlar milliyetçi değiliz de. bugün karşılaştığımız seçimler o gün karşımıza çıksaydı gene üç aşağı beş yukarı hangilerini seçeceğimiz belli olurdu.

    s:yani özü itibariyle, mavi anadolucu ya onların dönemindeki diğer yazarların milliyetçilikleri bugünkü milliyetçilikle benzer mi? nihayetinde bir "türklük" fikriyle hareket ediliyor mu, edilmiyor mu?

    c:ediliyor tabii. onun için de onlar şimdiki gibi değillerdi denecek bir durum yok demek ki. "fark etmemişiz ne olacak canım" da diyemeyiz. halt etmişiz, fark etmemişiz.

    ***

    okuman yok mu anlamıyorum ki, nasıl konumuz mavi anadoluculuk ve halikarnas balıkçısı olamaz. madem konumuz o değil, neden yukarıdaki satırları yazdın? ;) yani ne dediğin belli değil, konuyla ilgili fikrini belirtip konumuz o değil diyerek, diğer konuya (çok farklıymış gibi) geçtiğinde hiç mi "yahu ben çok mu mantıklı konuşuyorum böyle?" diye sormuyorsun? röportajdan yapılan alıntıya iyi bak, neler demiş murat belge. burası bu; murat belge başlığı. ve onun sözlerini tartışıyoruz.

    ayrıca belirtmekte fayda var; ben hiçbir yazımda, halikarnas balıkçısı'nın tezleri yüzde yüz doğrudur, tartışılması bile manasızdır dememişim ki. aksine; "görüldüğü gibi yunan 'ın karşısına, ion kültürünü koyuyor balıkçı. bu teoriyi kendince, homerik hymnoslara dayanarak, edebi ve arkeolojik verilere dayanarak eserlerinde açıklamaya girişiyor. bu tez doğrudur demiyorum, herhangi bir tez doğrudur veya yanlıştır demiyorum. bu konuda ortaya atılan fikirleri teyid'in yeri burası asla değil. konsensus oluşturulur mutlaka, bilim dalları arasında uyumlu bir çalışma yoluyla balıkçı'nın tezi desteklenir veyahut kösteklenir. bu asla ve asla beni yaralamaz. beni yaralayan şu, biri çıkıyor türkiye'de cumhuriyet tarihi 'nin ilk yıllarında yaşamış -edebiyatımız hususunda- birini, belki de en son ırkçılıkla suçlanacak birini hem de elimizde onun bir dünya eseri mevcutken, yerden yere vuruyor,, belli birikimlere sahip olmamasına rağmen, "yanlış anlamışız, hb 'ye peygamber gibi tapıyorlar" diyebiliyor. sonra onun bu ifadelerine, hb'nin görüşlerini içeren entiriyle cevap verildiğinde, yok efendim "heyecanlı" yok efendim "kemalist" ünvanları takılıyor, .." demişim. konsensüs oluşturulabilir demişim akademilerde. herhangi bir tarafa çekildiğim de olmamış.

    9- en basitinden anadoludaki türk tarihi bu iyiniyetli “türk hümanizmasi” tezini maalesef doğrulamaz! türkler’in anadoluda varliği uzunca bir süre esas olarak yağmaci ve yikici, başka bir deyişle askeri bir varlik olmuştur. hem de bizzat öncelikle ion kültürünü yikan bir varlıktır bu. türklerin neredeyse 16 yüzyila kadar ionik kültürle olan ilişkisi esas olarak bir devralma, içerme değil, esas olarak yikici bir ilişkidir. (vay türkleri aşağılıyor diyenlere selam ederim) dildeki kalintilar, kimi kültürel devam yollari güçlü bir kollektif bilinç halinde maalesef yaşamamiştir. bugün hala ermeni ve rumlara karşi gösterilen reflekslerin sadece yakin tarihten ve 20. yy’daki gelişmelerden kaynaklandiğini düşünen varsa fena halde yaniliyor.
    **

    bakın bu ifadeleri kullanan ged, ben değilim. yani konumuz dışında; türklerin yıkıcılığından, kimi olayları 20. yy'daki gelişmelere dayandırılma çabalarına kadar uzanan süreç ortaya konuyor. yani beni ion-yunan çatışmasından bahsetmiş olmamdan ötürü saçmalıklarla uğraşan biri olarak gören bu heyecanlı karındaşımız arada bir de ironi yapmaktan kendini alamıyor: "(vay türkleri aşağılıyor diyenlere selam ederim) " ;))

    şimdi gelelim türkiye 'de asıl humanizma tartışmalarına, öyle bol keseden saldırmak, sallamak yok, kaynak vererek konuşalım madem ged girmiş konuya, türk humanizması tartışmalarına ben de değineceğim, ama onunkisi gibi yüzeysel ve yoğurdun kaymağı şeklinde değil de, yine bu başlıkta daha önceden işlediğim gibi; kaynaklar vererek konuşacağım:

    türkiye'de humanizma tartışmaları

    alanında sunduğu makaleler açısından pek üretken isimlerden tansu açık hocanın (ankara üniversitesi dil ve tarih coğrafya fakültesi, eskiçağ dilleri ve kültürleri bölümü : http://www.humanity.ankara.edu.tr/tansuacik.html ) ne tesadüftür ki yine birikim dergisi'nde çıkmış "türkiye’de hümanizm tartişmalarina bir bakiş" yazısından alıntılarla bu ikinci boyuta dalmaya başlıyorum; evvela hoca, yazısında humanizma'nın sınırlarını nasıl belirlemiş olduğunu sunmuş;

    "hümanizm deyimi ile onunla birlikte geçen kimi anahtar deyimler, bütün bir cumhuriyet dönemi yazılı belleğinde yer alır: bir yazın ülküsü, ulusal yazın yaratma, klasik yazın, uygarlık değiştirme-batılılaşma, ortaçağ-yenidendoğuş (rönesans),yunan dünyası, doğu batı, bir ortaöğretim, yükseköğretim tasarısı bağlamlarında geçer1. hümanizm, doğrudan doğruya felsefelik bir ölçünme (fr. reflexion), düşünme konusu oluşturduğu ender örnekler dışında 1940 yılları dolayında, bir de 1970’li yılların başlarında, farklı biçimlerde düşünce gündemlerinden biri olmuştur. burada, salt felsefelik veriler sunmamakla birlikte aşağı yukarı bütünlüklü bir görünüm sunan 1960 yılına kadarki süre irdelenecektir. çünkü geri kalan dönemin tartışmaları dolaylı olarak, varoluşçuluk, marksçılık bağlamında gündeme gelir; ayrıca sözkonusu dönem, başta 1960 yılında yayımlanan suat sinanoğlu’nun l humanisme a venir kitabı olmak üzere kimi metinlerin üzerinde enine boyuna durmak gerektirir. yazıya temel olan -dilbilimcilerin deyimiyle- bütünce (corpus), gazete yazıları dışında tüm kaynakları kapsayacak biçimde, düşünce ortamını oluşturan bütün belli başlı dergiler taranarak oluşturuldu. ancak burada yalnızca belli bir süreklilik gösteren izleklere değinilerek toplu bir bakışa ulaşılmağa çalışılacak, öte yandan deyimin avrupa dillerinde geçirdiği anlamca dalgalanmalar yalnızca türkçe metinlere yansıdığı ölçüde ele alınacaktır."

    o halde bakalım yazıda neler var:

    "cumhuriyetin ilk yıllarındaki kültür, yazın tartışmalarına ışık tutan bir derleme var elimizde (kaplan 1981): 1923 tarihli yazısında m. şekip tunç, “münevverliğin esasını” oluşturan, lisede başlayıp üniversitede tamamlanan öğrenime fransızcada “insaniyet: humanité”sini yapmak dendiğini bunun, yunan roma yapıtları ile büyük klasikleri özgün dilinden okumak olduğunu yazar (455-460). cumhuriyet öncesinde yeni bir yazın açısından konu gündeme gelirken, cumhuriyetin ilk yıllarında “rönesans” örneksemesi de işin içine katılır. yakup kadri 1924 yılından “avrupakâri, avrupaî” başlıklı gazete yazısında maarif izlencesinin eksikliğinden sözeder, medrese ilga edilmiştir, durumu bir tür “rönesans” diye niteler, avrupa’da üçyüzyıl önce beş on dil, tarih meraklısının “hümanist”in bizim “insaniyatçı” dediklerimizin yaptığını düşünüp hüzünlenir, avrupa’da “hümanite”nin şimdi az çok lise öğrenimini kapsadığına değinir, tanzimat avrupayı avrupa yapan irfana ulaşamadıysa tek sebebi “hümanizm tezhibine” zerre kadar değer vermemesidir (535-538). sözlüklere bu anlamıyla girmemiş olan sözcüğe yeni bir anlam yükleyen, z. gökalp’tir (1972:104-105): fransızca “culture” sözcüğünün anlam ayırtılarını türkçeye taşır, ulusal kültür anlamına gelenini “hars”, matthew arold’u anarak uluslararası yüksek kültür anlamına gelenini “tehzib” diye ayırır. yakup kadri iki yıl sonra da türk devriminin kökleşmesi için “dört gözle beklediğimiz edebi ve bediî rönesans”tan sözeder (118-119); 1929 yılında hasan cemil (çambel) (66-68), 1934 yılında reşat ömer (irdelp) “kültür inkılabı”nı “rönesans” diye niteler. cumhuriyetin ilk yıllarında ortaöğretime avrupa edebiyatının girmesinden korku duyulduğunu iki savunu yazısı kanıtlamaktadır: 1927 yılında ali canip liselerde avrupa edebiyatının öğretilmesiyle “kozmopolit”leşileceği korkusuna karşı yazar (135-138); liselerden arapça ile farsçanın kaldırılmasından bir yıl sonra 1929 yılında yazan hasan ali (yücel) “kültürle medeniyetin” bütünüyle ayrı şeyler görüldüğü zamanlarda liselerde yalnızca türk edebiyatının öğretilmesiyle yetinildiğini söyleyerek yeni girdiğimiz uygarlık çevresini en iyi gösterecek araç edebiyat olduğu için, avrupa edebiyatlarının liselerdeki gereğinden sözeder (147-148). bu derlemeden son yazı 1935 yılından, ahmet ağaoğlu yunan latin kaynaklarından içmek gereği üzerinde durur, rus avrupalılaşmasında yunan latin yazınına dayalı lise eğitimine değinip, “tebaamız olan” güneydoğu avrupa devletlerinin bu yoldaki örneklerini hatırlatır, üniversitede -dtcf sözkonusu olmalıdır- iki saat latince yunanca dersi verilmeğe başlanmasını yetersiz bulmakla birlikte sevinçle karşılar, er geç o yola girmek gereğinden söz eder (491-494). kâzım nami duru ise 1934 yılında “humanisma” yazısında (duru 1934a) yunanca ile latince öğretiminin eğitsel, düşünsel, yazınsal yararından sözedip bunun “milliyetçiliğe” aykırı olmadığını belirtme gereği duyar, “türk milliyetçisi isek de beynelmilliyetçi olmağı da isteriz” diye ekler."

    "1932 yılında toplanan birinci türk tarih kongresi’nde, bütün dünya uygarlığı üzerinde kurucu olma hakkı iddia edilir, tarihöncesinde ortaasya’daki kuraklık sonucunda türklerin göçleriyle dünya uygarlıklarının oluştuğu önesürülür, iki kişi dışında sava doğrudan karşı çıkan yoktur. kongrede en çok gönderme yapılanların başında gelen yunanlılar konusunda, halet cemil çambel “ege medeniyetinin menşeine umumî bakış” adlı bildirisinde “klasik grek medeniyeti müstakil bir medeniyet değildir, onun aslı ege medeniyetinin doğurduğu iyon medeniyetidir” der (1932)1; ege uygarlığının arkasında minos, türk olan akalar yani mikenler bulunur; iyonlar etilerle ilişkileri sayesinde yükselmiştir. fazıl nazmi dolaylı karşı çıkışında ortaöğretim tarih kitaplarında eski yunan yer, boy adlarının türkçe kökenbilgileriyle açıklanmasına karşı çıkar, yer adlarının tutarsız yazılışından sözeder, onun saptamalarına samih rifat yanıt verir (215-221)."

    görüldüğü gibi söz konusu köken tartışmaları tüm hızıyla sürmüş. yani dönemin mühim araştırıcıları, hocaları arasında konu gidip gelmiştir, tartışılmıştır. taraf olanlar olduğu gibi o iddialara, karşı olanlar da vardır. zaten araştırma ve bilgiye ulaşma yolu da ancak böyle katedilir.

    "1932-1935 yılları arasında yayımlanan kadro dergisi biricikliğini vurguladığı devrimin ilk kez kuramını yapmağa, amaçlarını belirlemeğe girişir. derginin kurucularından y. kadri’nin doğrudan konumuzla ilintili yazısına rastlanmazsa da darülfünun tasfiyesinin hemen ardına rastlayan yazısında, burhan asaf (belge) (1933) üniversiteyi 1932’deki ilk tarih kongresinin amaçlarını anlamamakla suçlar. amaç avrupamerkezli tarih kaynaklarını eleştirmek, bilimdışı olduklarını kanıtlamak, avrupa’nın “tarihöncesi” olan devri bir “türk hümanizması” adına tarihin içine almaktır; ardından bilime müdahele edilemeyeceği ya da “bilim bilim içindir” düşüncelerinin 19. yy liberal zihniyetinin ürünü olduğunu belirtip liberalizm eleştirisine geçer. burada geçen “türk humanizması” tamlamasına, şu noktaya dek gözden geçirdiğimiz tanıklıklardan başka bir doğrultuda, terime, kimi insan bilimlerine biçtiği toptan “kanıtlama” göreviyle siyasal bir anlam yüklenir."

    söz konusu mavi anadoluculuk akımının aslında faşizan bir yönünün olduğunun iddia edildiği nokta dergisi nde; eyuboglu için de "militarizm" övgüsü yaptığına dair ifadeler geçmekteydi, bunu hatırlatayım önce. eyuboğlu'nun ilk kez bu tartışmalara katılması aylık insan dergisi (1938-1941) ile oluyor:

    "hilmi ziya ülken, nurullah ataç, sabahatin eyüboğlu ile muzaffer şerif’in (başoğlu) kurucusu olduğu celâlettin ezine’nin maddi olarak desteklediği aylık insan dergisi 1938-1941 arasında yayımlanır; gündeşi dört beş edebiyat, düşünce dergisi arasında en göz doldurucusudur, dergiye yahya kemal, ahmet ağaoğlu, pertev naili boratav da yazar. derginin sahibi h. z. ülken’in yazıları şu noktaya kadar kuşbakışı göz attıklarımız arasında sorduğu sorularla, ortaya attığı yeni görüşlerle en kapsamlısıdır. ilk sayıdaki yazısında (ülken 1938a) tanzimatın çeşitli katlardaki ikiliklerini saptadıktan sonra bunların bir düzeydeki devamı olarak gördüğü z. gökalp’ın “medeniyet-hars” ikiliğine değinerek, bir türk-islam harsı kurmak olanaklı mıdır, sorusunu sorar. buna tek koşut örnek japonya’dır. “rönesans” hamlesinin bizde yeni başladığını söyler, “kendimizi bulmak” bu yenidendoğuşun başlıca şiarıdır."

    aslında 1932’de türkiye’ye dönerek istanbul üniversitesi edebiyat fakültesi fransız dili ve edebiyatı bölümü’nde doçent olarak göreve başlayan eyuboğlu'nun söz konusu tartışmadaki yeri görüldüğü gibi 1938 yılında şekilleniyor gibi. ayrıca eyüboğlu tarafından yunus emre 'nin baş niteliği olarak belirlenen humanizmanın (zeki baştımar’ın “büyük türk hümanisti tevfik fikret” yazısındaki sıfat, 1960’larda mevlana’ya yakıştırılacak, <<<<< ama asıl sabahattin eyüboğlu’nun yunus emre’nin baş niteliği olarak öne süreceği, hümanizm kavramının >>>>> enikonu bir belirsizlikle yalnızca insancıllık anlamındaki bugüne gelen kullanımının bir ilk örneği sayılabilir.) ise anadolu humanizması olduğu da bir iddiadır, bir tezdir kabul edilebilir olmakla birlikte, ya oluşturulan konsensuslarla ya da bireysel karşı çıkışlarla reddedilebilir. 1940’lardan sonraki çalışmalarıyla etkin olan eyüboğlu'nun tercüme, yaprak, yeni ufuklar, tanin, cumhuriyet vb’ de çıkan yazılarıyla hümanist düşüncenin öncülüğünü yaptığını söylemek pek haksız değildir kanımca. ayrıca eyuboğlu, 1959’da mehmet ali cimcoz’ la eflatun’ dan yaptığı devlet çevirisiyle tdk ödülünü alacak kadar da iyi bir çevirmendir. (http://www.ata.boun.edu.tr/…sabahattin_eyuboglu.htm)

    o yıllarda hümanizm tartışmaları gündeme oturmuş:

    " derginin ikinci sayısındaki “humanisma” yazısında nurullah ataç (ataç 1938)1 fransız yazın tarihini gözönünde tutarak yunan roma yazın yapıtlarının bugünün okuyucusuna söyleyebileceklerinin sınırlılıkları üzerinde durduktan sonra yine de yunanca ile latincenin öğretilmesinin gereğini öne sürer, avrupalı olsaydım bu kanıda diretmezdim ama bizim klasik yazınımızın geniş, tam değildir, der. son olarak da dilimiz avrupa irfanından birçok kavramı düşünmemize elverişli olmadığından bu dillerin öğretiminin kurulacak olan bilim, düşün diline doğrudan temel sağlamada yararına değinerek yazısını bitirir. yunan ve latin klasiklerinin çevirilmesinde en çok emeği geçmiş, yazılarıyla bu konuyu gündemde tutmuş olan n. ataç bu dillerin ortaöğretimde öğretilmesini ömrünce savunacaktır. derginin üçüncü sayısında h. z. ülken “yunan mucizesi”(1938b) yazısında e. renan kaynaklı deyimleşmiş bu sözün ardındaki uygarlık tasarımını kurcalar, onu bengi (ebedî) bir örnekçe değil tarihsel bir aşama olarak anlamak gerektiğini önesürer. tarih kongrelerinin etkisi kendini duyurur, zaten bilinen bir bölük büyük kültür başarısının doğu akdeniz’deki kaynaklarını sıraladıktan sonra en önemli kök olarak sümer-anadolu yolunu anar; “kök” arama merakını durduramaz, din, musiki konusunda yunanistan’ın doğusundan kökenler sıralar. derginin 6. sayısında on yıldır dergilerde felsefe, toplumbilim yazılarına rastlanan, kabataş lisesi felsefe öğretmeni hatemi senih sarp’ın “içtimaî ümanizma” (1938) yazısına rastlarız. yazı hümanizme yalnızca gününün kimi felsefe sorunları bakımından değinmesiyle dikkat çekicidir. sözcüğün fransızcada 19.yyın son çeyreğinde ortaya çıkışını, bir de i. babbit’in akımını anar. ardından toplumsal bir felsefe olarak “humanizma”yı ele alır, sonu liberalizme varan soyut biçimde eşitlikçi birey, bireycilik karşısında kişiden, kişicilikten personalismeden söz ederek ona getirilen eleştirileri sıralar; insan ne deneysel bilimlerin yoluyla yasalılıklar aranarak ne de tarih içerisinde, toplumsallığı içerisinde araştırılabilirdir."

    nurullah ataç'ın derginin ikinci sayısındaki yazısı için azra erhat 'ın düşüncelerini tansu açık şöyle aktarıyor:

    "azra erhat bu yazıyı büyük bir atılıma yön verecek bir nitelikte görür, ayrıca derginin programı gibi görür ki derginin diğer yazıları bunu doğrulamaz; erhat ayrıca klasik kültür üzerine son kırk yılda dile getirilen düşünceleri özetlemek gereğinden sözeder (erhat 1977 : 112-113; 117). o yıllarda hümanizm tartışmalarının gündeme oturduğunu gösteren bir belirti de hüseyin cahit yalçın’ın her şeyiyle tek başına çıkarttığı fikir hareketleri dergisinde 1938-1939 yıllarında hümanizmle ilintili bir dizi kısa çeviri yayımlanmasıdır (sayı 262, 265,268, 271, 274, 280): bu yazılar milletler cemiyeti’nin düşünce işbirliği enstitüsü’nün düzenlediği başkanlığını paul valéry’nin yaptığı 1936 peşte toplantısının seçme bildirilerinden oluşur; sorular “humanité” ile “humanisme” arasındaki, klasik “humanités” ile yeni eğitim tasarı arasındaki bağıntılar, çağdaş bir “humanisme”in tanımıdır; yazıların gösterdiği gibi konu eğitim, uygarlık tasarımları bakımından avrupa’da da tartışma konusudur. "

    sonuç itibariyle, görüldüğü gibi her gün başka birine cevap verebilecek kadar boş zaman yaratabildiğim ölçüde bu tartışmayı sürdürürüm, bana bir saldırana ben iki adım atarım, pardon o söz öyle değildi.

    neyse yoruldum.

    not: belli bir entiriden sonra, bu konudaki tartışmayı salt demagojik bir dinginlikte sürdüreceğimi açıklamıştım. o yüzden kızanlar, çatlayanlar varsa kusura bakmasınlar, ya da baksınlar, en azından sürekli bana saldırma yolunu yeğ tutanlar var olduğu müddetçe bu tarz yazmaya devam edeceğim.

    edit @: bir yerde geçmiş, efendime söyliyeyim; bu alanda eğer birileri konuşacaksa, o üç-beş kişiden biri de murat belge imiş, ben aradım taradım ancak, söz konusu uzman kişinin uzmanlığını teyit eden çalışmalarında antikite üzerine kırıntılar bulamadım.

    "1943’te ankara’da doğdu. 1966’da istanbul üniversitesi ingiliz dili ve edebiyatı bölümü’nü bitirdi. 12 mart döneminde iki yıl cezaevinde kaldıktan sonra 1974'te üniversiteye döndü. 1981’de yök’ün oluşturulmasından sonra üniversiteden istifa etti. halkın dostları ve birikim dergilerinin kurucuları arasında yer aldı. milliyet, politika, demokrat ve cumhuriyet gazetelerinde yazdı. 1983’te iletişim yayınları’nı kurdu, yenigündem dergisini yayımladı. 1997’de profesör oldu. helsinki yurttaşlar derneği’nin uluslararası başkanlığını da yapan belge, istanbul bilgi üniversitesi fen edebiyat fakültesi karşılaştırmalı edebiyat bölüm başkanı ve radikal gazetesi yazarıdır.

    eserleri; tarihten güncelliğe (1983), sosyalizm, türkiye ve gelecek (1989), marksist estetik (1989), the blue cruise (1991), türkiye dünyanın neresinde (1992), 12 yıl sonra 12 eylül (1992), istanbul gezi rehberi (1993), boğaziçi’nde yalılar ve insanlar (1997), edebiyat üstüne yazılar (1998), tarih boyunca yemek kültürü (2001), başka kentler, başka denizler (2004).yazarın ayrıca charles dickens, william faulkner, james joyce, d.h. lawrence, john berger’den çevirileri yayımlanmıştır. "
    http://www.bilgiyay.com/…d=78&r=4/7/2006 8:22:27 pm

    şimdi bir de şu alttakilere bakın da antikite üzerine türkiye 'de konuşmayı hakeden asıl üç beş kişiyi görün:

    çiğdem dürüşken:
    http://www.istanbul.edu.tr/…/kisisel_cdurusken.html

    bedia demiriş:
    http://www.istanbul.edu.tr/…r/kisisel_bdemiris.html

    teoman duralı:
    http://www.istanbul.edu.tr/…ar/kisisel_tdurali.html

    attilla erdemli:
    http://www.istanbul.edu.tr/…r/kisisel_aerdemli.html

    cengiz çakmak:
    http://www.istanbul.edu.tr/…ar/kisisel_ccakmak.html

    güler çelgin:
    http://www.istanbul.edu.tr/…ar/kisisel_gcelgin.html

    vedat çelgin:
    http://www.istanbul.edu.tr/…lar/kisisel_vcelgin.htm

    filiz öktem:
    http://www.humanity.ankara.edu.tr/filizoktem.html

    mehmet özaktürk:
    http://www.humanity.ankara.edu.tr/…metozakturk.html

    candan şentuna:
    http://www.humanity.ankara.edu.tr/…ndansentuna.html

    tansu açık:
    http://www.humanity.ankara.edu.tr/tansuacik.html

    erendiz özbayoğlu
    ..

    yukarıda saydıklarım gibi saygın akademisyenler varken, murat belge eğer bu konuda klasik çağ kültürü ve balıkçı 'nın tezleri üzerine konuşacak üç beş kişiden biriyse, kimse kusura bakmasın, burada yazılıp çizilen hiçbir şeyi ciddiye almıyorum. ama biliyorum bu sözlerimi de "ne yani sen ilgili bölümlerdeki hocalardan başkalarının bu konuda konuşmasını doğru bulmuyor musun, sadece akademide mi tartışılsın bu konular?" gibisinden sorularla karşılayanlar olacaktır. varsın karşılasınlar, mühim olan ben yine bu saygın akademisyenlerin isimlerini burada zikrederek, okuyucuları doğru adreslere yönlendirmiş oluyorum, en azından benim onların bir öğrencisi olarak, borcum bu şekilde ödenmiş oluyor.
  • her sekilde "saygi"yi hak eden bir insan.

    ideolojik olarak karsitlik dogurabilecek soylemleri olabilir, her yazar, düsünür gibi icerik acisindan "elestirilebilir" yalniz yine de cesitli alanlara yayilmis, o zamana nasil sigdirdigina bir türlü aklimin eremedigi, sahip oldugu "birikimin"den dolayi asgari saygiyi hak etmistir. bu yuzden murat belge basligin altinda "belgesiz" murat baksana olm buraya" tarzi yaklasimlari "elestiriyorum ben" özgürlügü ile yapilmis olmasini görmek pek hos degildi. biraz daha dikkatli bir sekilde baktigimizda, toplaminda bir kitap basacak irilikte cümlelerden olusmus bir entry bombardimani ile "halikarnas balikcisi ve anadolu akimi" hakkindaki görüslerinden dolayi elestirildigini gördüm. murat belge, öncesinde de oldugu gibi her zaman elestirilen bir insandir.yalniz dikkatimi ceken yapilan "edepsizligin" disinda baska bir ayrinti; elestiren insanin üzerine yorum yaptigi metni okumamis olmasiydi. bu bir kac yerde dile getirilmis olsa da "önemsiz bir ayrinti" olarak gecistirilmis. bunu nasil algiladiniz diyenler icin..

    sevgili yazarimiz, elestirir iken entrysinde murat belge'nin cavit sakir icin irkci bir insandir yaklasimini ispat etmek istiyor. diyorum ki, bu metin elimde benim, hali hazirda okumus oldugumdan aklimda kalan kismiyla cok net "irkcidir" yaklasimi vardir. neden bunu alip kopy paste etmiyor, yapilmis onlarca kopy pastenin arasina neden bir iki kelamini buraya aktarip bu ve benzeri elestirilerden kurtulmuyor ? akabinde daha dikkatli bir sekilde baktiginiz zaman, görüyoruz ki metinden en ufak bir cümle dahi entrylerinde yer almiyor. varsa yoksa nokta dergisinin yazarlarinin metin hakkindaki yorumlari.. koca koca entryler arasinda metnin orijinaline ithafen tek bir cümle yok. murat belge'nin misal teze iliskin düsüncelerine dair tek bir elestiri yoktur. hani icerige dair olmasa da "murat belge metinde soyle demis, bunu sonra inceleyecegim ya da buna su yuzden deginmiyorum gibi " tek bir ayrinti yok. üstelik bizzat kendisi soyle diyor;

    " şimdi denebilir ki; "efendim, bu ifadede murat belge 'nin hb için rahatlıkla 'ırkçı' diyebildiği geçiyor ama kendi ağzından duymuyoruz ki?" derim ki; 1- murat belge bu haberi yalanladı mı? 2- aynı dergide, aynı sayıda murat belge ile yapılan şu röportajda kendi ağzından çıkan ifadelere ne demeli? şu soru sorulmuş:"peki, erhat ve eyuboğlu'nda milliyetçi veya ırkçı sayılabilecek yönler var mı?" bakın murat belge ne cevap vermiş:,,"

    murat belge'nin irkci yaklasimini ariyor. metni okuyan insan, boyle bir arayis icerisinde olmaz. ya da "yalanladi mi, yalanlamadi mi" gibi ayrintilara girmez. simdi, elinde bu metin olsa iki cümlede isi kapatir, onlarca kopy pasteye de hic gerek duymaz. yetinmiyor ve roportajindaki bir kesiti aliyor. bakin o kesitte alti cizilmis, ve kendi agzindan "irkci" denmis soyleminin ispati olan cümle hangisidir.

    "cevat şakir de bunu ağır bir milliyetçilik dozuyla söylemiş görünüyor..." -murat belge roportajindan..

    simdi agir bir milliyetcilik dozu soylemi irkci kelimesinin icerigi ile akrabaligi vardir ama özdes degildir. masumane bir ifadedir, pek cok kez, pek cok defa "irkci" olmayan insanlar icin kullanilmistir. yani bu bir kanit degildir. elestiren sevgili jimi the kewl, daha cok bu ifade yerine nokta dergisi yorumlarinin kesin bir sekilde altini cizdigi "irkci" kelimesini bize sunuyor. zira "agir bir milliyetcilik dozu" ile bir yere varilmaz. varamiyor da. zira fikrimce elinde metin yoktur.

    bir insan, elbette ikinci kaynaktan da elestirebilir bir insani. lakin oradaki insanlarin yapmadigini yapiyor yazar. "belgesiz" diyor. ya da türlü türlü sifatlari kullaniyor. bunu yapmaya hakki yok cünkü elestirdigi noktada belki de metinde olan herhangi bir analizi es geciyor. misal soyle bir iddia vardi. murat belge, bir insana romanlaridaki karakterlerinden dolayi "irkci" diyebilir mi? romanlarindaki karakterler degildir tek basina "irkci" olarak addedilmesini saglayan.. misal; yapilan olgusal yanlislarin, kimi tarihsel saptrimalarinin ortak paydasinin "irkcilik" olmasidir. ayni zamanda cok bariz bir yanlis ise, anadolu akiminin tezi ile roman karakterlerinin irdelenmesinden dogmus olan "irkci" yaklasimi. orijinal metinden bihaberseniz, bilemeyebilirsiniz. yalniz metnin giris kisminda mavi anadolu akimini, cevat sakir'in tezini daha inanilir yapmak icin, kültürel mirasin kalintilari adina bazi kelimelerinin kökenleriyle oynamasini ve baska baska yönlerden elestirmistir. siz bunu bilmeden murat belge'nin analizine nasil anlam koyabilirsiniz? ve dahasi da sudur. murat belge'nin birikim dergisine yaptigi analiz, nokta dergisine konu olan romanlarindaki karakterlerinin irdelenmesi ile sinirli degil. onlarca copy paste, cavit sakir'in ionya yunanistan karsitligina iliskin. oysa zaten bu murat belgenin bildigi ve ayni zamanda giris kisminda isledigi konulardan bir tanesidir. metin okunsa, ya bu "gelenek mirasciligina" degin belirttigi fikirlere istinaden kelam eder, ya da bunlari hic bilmiyormuscasina bilgi verir gibi buraya dokmeye calismaz. bizzat murat belge, romanlarindaki irkci yaklasimin disinda, teze iliskin cok daha "insancil" ve "kabul edilebilir" bir tez oldugunu ve bunu da dile getiren mavi anadolu akimindan "cevat sakir" oldugunu belirtiyor. türlü türlü kopukluklarin temelinde yatan metnin hicbir sekilde okunmamasidir..

    ikinci kaynaktan yapilan elestiri, oradan alabildiginiz bilgi üzerine olur ve sinirli bir alanda olmak zorundadir. ama siz ne yapiyorsunuz ? murat belge'yi "belgesiz" olmakla, sacmalamis olmakla, desteksiz gecis yapmakla -oysa gayet desteklidir, sadece hakli veya haksiz diyebilirsiniz- sucluyorsunuz kalibiniza bakmadan.. ayni zamanda bir insani belgesiz olarak suclamak dahi "götümüze girebilir" konseptine dahi yaklastirir bizi. demem odur ki, murat belge'nin metninin tamamina hakim olmadan, yazar üzerinde elestiri yapmak cok tehlikelidir ve "etik" de degildir, onlarca yanilgiya düsmenize neden olur.

    onlarca kopy paste ve milyon tane satir ile bir metni elestiriyorsunuz. bu metin üzerine yapilmis her türlü yorumu buraya kopy paste ediyoruz ama bir tane olsun metinden cümle gecmiyorsunuz. insanlar -benden önce de- metni okumadan elestiri yaptiginiza dair entryler giriyor. buna karsi elbette simdi degil o gün, o an bir mesaj atip -borges, bana boyle diyorsun ama elindeki kitapcik bendedir, bak buralari girmemissin ama ben sana soyleyeyim, utan yaptigindan- diyebilir. aninda silerdim entryleri, üzerine bir de "özür" dileyerek. yalniz boyle bir sey olamadigi gibi, konu üzerinde de "aman aman" durulmamistir. ki ben, sirf su okumadan elestirmek mantiginin anlamsizligini iceren dört tane entry girmisim..

    ayni zamanda da entrylerini silmesi ve tekrar yazmasi üzerine girdigim kucuk "gereksiz" ayrinti. kesinlikle hos degil, ama adam aklimda bu sekilde yer etmistir benim. aramizdan gitmis, gayet de "ünlü" olmus bir sair arkadasimizi da bu sekilde anarim. sorun kötülenen entryleri silmesi degil bunlari silip ayni sekliyle bir daha yazmasidir.[safi amac, kötü oylari yok etmektir] yoksa ben de silmisimdir, herkes siler. ve ayni zamanda bu yazar ile ortak tek gecmisim bunun sonrasinda gecen diyaloglardir.. bunu buraya tasimam yakisiksiz bir tavir, anlamsiz, bu kesin. bu isin bir kismi. diger kismi, tartisilan metni eksi sözlük semahlarina tasimisim. ayni zamanda bir dip not olarak, bir metni okumadan elestirmenin anlamsizligini belirtmisim. üzerine de, okudugum metinde bulunan cevat sakir'e ait kimi pasajlari baz alarak "gider kara murat seyrederim" demisim. su yanlis, bu dogru diye bir cümle yok. bir analiz de yok. nasil karsilik gelmis bu entryme.

    "salt savunmak adına , salt söylemiş olmak adına konuşanlar asinus portans mysteria karakterlerinden ötürü, ve bir de "illa ki bu tartışmada ben de yer alayım" amaçlı kendini gösterme çabasından ötürü şu an burada bulunanların söylediklerini çocukça bulduğumdan es geçiyorum ve şunu net açıklıyorum; benim bu tartışmada kaale aldığım tek kişi -şu ana kadar yazılanlar açısından-can sebahattin dere 'dir."

    verdigi bana ait, karakterimi belirleyen bakinizin icerigi soyledir;

    "sırları taşıyan eşek manasında olup, kendilerini çok bilgi zannedip de hiçbir şey bilmeyen ve küçük mesleki sırları gözardı eden salaklar için söylenirmiş.
    sözlükte de muhakkak vardır bu tipler, yok değildir.
    tarihsel gerçekliği ise, sözün paganlar tarafından kovuşturmalardan kaçan hiristiyanlar için söylenmiş olmasıdır"

    konu özünden nasil saptirilir bir yana, böyle bir yaklasim -terbiyesizlik- sonucu aklimda kalan tek yansimasini sunmam, aman aman da sorun olmasa gerek.
  • kose yazilarinda, kendisi gibi cok ote donanimli bir cok kose yazarinin da -kanimca yer dolayisiyla argumani tum detaylari ve mumkun counter-counter-argumanlari ile birlikte sunamama kisitindan dolayi- kacinilmaz olarak dustugu "yanlis anlasilma", daha dogru adiyla "tam ve dogru anlasil(a)mama" durumuna (imho) dusen, ve hakkinda "tam ve dogru" anlasilabilseydi hic ortaya cikmayacak tartismalarin -en azindan sozlukte- ortaya ciktigi cok cok degerli fikirbildirgeci, turkiye anlayicisi.

    murat belge, ornegin, "milliyetcilik" kelimesiyle ozetledigi fikirler butununun, aslinda "tam ve dogru" sinirlari cok girintili cikintili olan, totalrasyonel zeminde dogru sayilacak bir arguman icersinde kullanilacaksa, sadece "milliyetcilik" kelimesiyle asla ozetlenmemesi gereken bir fikir butunu oldugunu (yine imho) bilmektedir. demek istedigim bu. kendisi bir perihan magden degildir, bu yuzden anlatiminda (en azindan kose yazari kiligindayken) rasyonel motiflerin, alegorik veya reductionisme kurban gidebilecek onermelerden cok cok daha fazla olmasini elbette bekliyoruz, hatta mumkunse hic olmamasini da diliyoruz icimizden. fakat "orhan pamuk`un nobel konusmasindaki turkceye bakin!! demek ki nobeli haketmis olamaz!!" cikarimindaki denyoluk noktasindan maksimumda uzaklasmadan (bu cikarimin denyo olmadigini dusunuyorsaniz bu entryi hemen kotulemeniz cok pseudomantikli bi hareket, farkindayim) murat belgenin turkiye hakkindaki tespitlerini anlamak veya tasdik etmek de olasi degildir.

    murat belge, turkiyeyle ilgili her turlu konu akla geldiginde icine dustugum(uz), icim(iz)de bir mayis sikintisi gibi hissettigimiz, gitgide artan, ustelik de gitgide artan bir hizda artan o karanlik hisse,

    o uzuntusinirendisecaresizliktenveumutsuzluktanbogulmamsi hissimsisine,

    bu kadar berrak bir aciklamayi bu kadar sade bir bicimde getirebilen gayet az sayida kose yazarindan biri degilse (en son ve en harika ornegi icin http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=212025),

    ve "sadece bu durumberraklastirma operasyonunu bile ne kadar cok kisi gecirse o kadar iyi olur" eger yanlis bir onerme ise, ben de suracikta ertugrul ozkok'e donuseyim yarabbi. (gerci bi kere donussem, ex post o durumu tercih ederim, netekim ben ertugrul ozkok'um, bundan daha guzel ne olabilir..)
  • murat belge, nihat genç tarafından "bir ortaokul münazarası dilli" (http://www.aksam.com.tr/…/yazarlar/yazarlar341.html), ismet özel tarafındansa "başarısız bir münazaracı" (http://www.ismetozel.org/…news&file=article&sid=511) şeklinde değerlendirilmiş ademoğludur.

    corrigenda: ismet özel 'le alakalı link için sevgili avasas 'a teşekkür ederim.
hesabın var mı? giriş yap