• yıl 1992 ya da 1993 filan. halen -doğup büyüdüğüm- zonguldak'ta yaşadığımız ve tatillerde ailecek istanbul - kadıköy'deki teyzemi ziyarete geldiğimiz o güzel zamanlar. o seneleri yaşayan biliyor; bir yandan heavy metal ve thrash metal, diğer yandan grunge, bambaşka bir damardan da (elbette ac dc ve guns n roses önderliğinde) classic rock dünyayı kasıp kavuruyor. tabii bizim taşrada olanaklar kısıtlı. bir emral çarşısı ve o çarşının içindeki galaksi müzik var yılda bir kaset, tişört filan getiren, bir de anıtın karşısındaki büfe, türlü gecikmeyle rock kazanı satan.

    işte o unutulmaz tatillerden birinde kadıköy'de geziniyorum bir akşamüstü. yolum bir şekilde kuşdili caddesi'e düşmüş; oradaki parfümerileri filan dolanıyorum. amacım pazartesi okula yepyeni bir koku sürünüp gitmek ve benden bir kaç yaş büyük olan platoniğimi nihayet kendime aşık etmek. ergenlik başa vurmuş, ağır metalciyken çiçekli böcekli aşk şiirleri yazmak filan, tam arıza haller.
    neyse, şu an büyük ihtimalle yerinde yeller esen bir parfümeriye giriyorum. kıç kadar dükkan tavanlara kadar ıvır zıvır dolu; kasadaki asık yüzlü ve gözlüklü eleman (tipi unutmamışım) 'ne istedin' tarzı bir şey söylüyor ve ona derdimi anlatmak için kendisine odaklandığımda arkasındaki rafta dizilmiş üç beş sıra kaseti görüyorum.
    malum o zamanlar kaset gördün mü zaman duruyor. parfümeriyi bırak, tezgahta amatör arabesk, türkü kasetleri filan satan seyyar satıcıları bile görsen dadanıyorsun aradan bir şey düşürür müyüm diye. ben de bu felsefenin yılmaz bir neferi olarak "abi ben kasetlere bakıcaktım" şeklinde herifin arkasına geçiyorum aynen. çok bir malzeme yok zaten. olanlar da sezendi, nazandı, barıştı, seyyaldi, aslında hepimizin gizli gizli ezbere bildiği ama sosyal hayatta burun kıvırdığı şeyler. dediğim gibi, o sınırlı malzemenin arasında ümit verici bir şeyler göremediğim için hafiften uzamaya niyetleniyor ancak son anda rafın en altında bir sıra kaset fark ediyorum.

    unutmuyorum;

    the legacy, the new order, practice what you preach, souls of black ve the ritual...

    grubun ismine bakıyorum; testament.

    o ana kadar rock kazanı'nında filan bir iki kere adını duyduğum bu grubun kasetlerini o raftan alıp gözlüklü elemanın tezgaha, yanyana dizdiğimde aklım yerinden çıkıyor.

    her kapak ayrı ayrı sarsıyor beni; albümlerin mükemmel ötesi isimleri ve o isimlere aşmış yakışan grafikleri ile bayılacak gibi oluyorum. renkler, çizgiler, grubun eşine benzerine rastlamadığım logo tasarımı dünyamı sarsıyor.

    gözlüklü abi de heyecanımı seziyor ancak şansıma adam sikecek modda değil; tüm albümleri iki sezen aksu parasına bana satıyor. kapakların üzerinde jelatin yok ama dinlenmedikleri de her hallerinden belli, bildiğin sıfır.

    kasetleri özenle yerleştirdiğim gül desenli parfümeri poşetini asker çantama atıyor ve herif bu şahane alışverişten vazgeçmeden topukluyorum dükkandan dışarı.

    mevsim kış, hava kararmış, kadıköy'ü işten eve dönme telaşı almış, hafiften kar serpiştiriyor. üzerimde opera pasajı - dolphin'de özenle bastırdığım rust in peace tişörtüm, onun üzerinde de bana bir kaç beden büyük gelen diadora paltom, kalabalığa karışıyorum.

    bir yandan yürürken bir yandan da boktan walkman'imin kulaklığını paltomun cebinden çıkarıp kulağıma takıyorum. içindeki -büyük ihtimalle- çekme megadeth kasedini diğer cebe atıp elimi güllü poşete daldırıyor ve ilk gelen kaseti walkman'e yerleştiriyorum.

    the ritual albümü, alex skolnick'in muhteşem introsu signs of chaos ile açılıyor ve ben, büyük ustanın notalarını hayatımda ilk kez duyduğum o an o şehrin kralı gibi hissediyorum kendimi.

    electric crown ile birlikte ise, bir dönüm noktasına geldiğimi fark ediyor ve gülümsüyorum; o günden sonra hayatımın sonuna kadar testament'i çok seveceğim biliyorum.

    şu an kazık kadar adam olduk, kayıt işleriyle filan uğraşıyoruz ve sert bir şeyler çalıp kaydedeceksek genelde arkadaşlarım - gerek beğenilerini belirtmek gerekse eleştirmek için - "ulan keser gibi ton yapmışsın hayvanat" diyorlar.

    ben o keser gibi tonu ilk kez duyduğum o günü hiç unutmuyorum.

    (bkz: anılar)
  • sene 99. daha yeni yetme metalciyim. sabah kalkıyorum kahvaltıdan sonra metallica, öğlen okula giderken walkmanda metallica, okulda tenefüslerde metallica, akşam eve dönerken metallica, akşam yemeğinden sonra metallica... ingilizce şarkı sözlerini geçtim türkçelerini bile ezberlemişim nerdeyse. yatıp kalkıp metallica dinliyorum. megadeth diye bir grup var ama metallica ile araları iyi değil. öyleyse kötü gruptur diyorum, dinlemiyorum. sepultura diye bir grup var. adam öğürüyor tırsıyorum, dinlemiyorum. okula *slayer kasedi getiriyorlar. diabolus in musica mıdır nedir*. bu adam neden yırtınıyor sakin sakin söylese ya şarkısını diyorum veriyorum kasedi geri. o derece önyargılı ve yeniliğe kapalıyım. resmen metallica dan başka bir gruptan zevk almaktan korkuyorum.

    bir gün arkadaşla kadıköy'deyim. ptt nin arkasındaki sokakta elemanın biri yere kırmızı bir bez sermiş. üstünde toplasan 10-15 tane kaset var-yok. bakıyorum. ilk tepkim "ulan bunlar kim? " arkadaşın gözüne bir kaset takılıyor. alıyor eline. grubun ismi testament. albümün ismi the legacy. enteresan bir kapağa sahip. kale duvarı mıdır nedir penceresinde kuru kafaya benzeyen birşey var. "bu ne mına koyim" diyesim geliyor demiyorum. arkadaş tezgahtaki elemana soruyor bu grup nasıl diye. eleman "çok sağlam thrash grubudur. her albümünde birz daha sertleşir, manyaklaşır. o elindeki ilk albümleri" diyor; daha önce nasıl bu grubu bilmediğimize hayret etmiş bir çekilde, küçümseyen bir tavırla*. çekme kaset. "parana yazık lan" diyorum arkadaşa. "zaten ucuz alalım bakarız" diyor ve alıyoruz. pazardan alıyoruz bir kaset eve geliyoruz bin kaset sanki. aman allahım. toplam 37 dakika boyunca kasırga geçiyor evden resmen. yırtıp atan ritimler, kah çığlığımsı kah brutalımsı bir vokal, sikip atan sololar. ilk şoktan sonra "hemen bana da çek bu kasedi" diyorum arkadaşa. günlerce walkman imden çıkmıyor kaset. daha sonra sırasıyla tüm albümlerini ediniyorum grubun. albümlerdeki tarz değişimi ile birlikte bende değişiyorum. sadece heavy metal dinlerken thrash de dinler oluyorum death de. farkında olmadan daha farklı metal türlerine yol almamı sağlıyor grup. iyiki de yapıyor, iyiki de yaptırıyor.

    metal dünyasına kattıkları şeyler için bidi bidi yapamam ama bana kattıkları için ben burdan teşekkürü borç bilirim. teşekkürler.
  • az önce 20 santimetreden izleme şerefine nail olduğum, tek tek ellerini sıkıp merhabalaştığım, thrash metal'in taşıyıcı kolonlarından biri.

    küçücük dorock'ın sahnesine çıkıp bizlere bakıp, "30 sene öncesine döndürdünüz bizi" dedi chuck billy, ve alex skolnick çalmaya başladı.
  • "güzide üyesi chuck billy'yi alı$veri$ yaparken migros'ta görsem ne yapardım acaba?" diye düşündüğüm süfer adamlar topluluğu...
    özellikle the ritual albümü ve oradaki sound bana ziyadesiyle haz verir...

    (chuck bir röportajında anlatmı$tı; markette bir fanına rastlamı$, çocuk ayaklarına kapanmı$, kafayı yemi$... chuck da "olm bak ben de senin gibi bir insanım, gel beraber bir $eyler içelim" demi$... benim migros fantezisi de oradan kalma...)
  • grup neden the big four'da degil tartismalarina, alex skolnick cevap vermis:

    -bu daha cok kidem sirasi ile ilgili. bu adamlar albüm yapip turnelere ciktiklarinda, ben daha okuldaydim. biz ikinci dalganin icinde geldik. o yuzden dogal bir sonuc bu.
  • harika bir grup, harika bir müzik, fakat ben başka bir noktaya değinmek istiyorum...

    kimler geldi kimler geçti, dönüp şöyle bir bakarsak, chuck ve eric başta olmak üzere bu herifler çirkinlik abidesi kardeşim. normal denilebilecek bir iki istisna var elbette, ama gerisi... tamam, aşmış yetenekler, çok klas adamlar, çok da "güzel" insanlar, ama bariz çok çirkinler.

    şimdi soruyorum, bu tipte herifler başka hangi mecrada böylesi ünlü olabilir, bu denli tapılabilirler? adeta manken gibi olmadan pop yıldızı olunamayan şu devirde, kanımca, metal dinleyicisinin görece kalitesini ortaya koyan bir durumdur bu.
  • megadeth'in, metallica'nın bile thrash'ten uzaklaştığı son 20 yılda ve günümüzde hala eski halini koruyabilen ve hala thrash'in hasını yapabilen birkaç grubun en babasıdır. alemin kralıdır. ama kıymeti bilinmiyordur, ayıp ediliyordur.
  • kadrosunda hic bir zaman siradan eleman bulundurmamis super bir grup. $oyle ki:

    chuck billy - vokal
    steve souza - vokal
    eric peterson - gitar
    steve smythe - gitar
    alex skolnick - gitar*
    glen alvelais - gitar
    james murphy - gitar*
    greg christian - bas
    derek ramirez - bas
    steve digiorgio - bas*
    jon allen - davul
    louie clemente - davul
    paul bostaph - davul
    john tempesta - davul
    jon dette - davul*
    gene hoglan - davul*
    dave lombardo - davul*
  • dünya metal tarihinin gelmiş geçmiş en underrated grubu.

    boş albümü yoktur; thrash, death, doom, power vs bilimum tarzda muhteşem şarkılar üretmiştir.

    ucundan kıyısından dinlemeye heveslenen genç kanlara dark roots of earth ya da ritual ile başlamalarını öneririm.

    https://www.youtube.com/watch?v=b81k2qkf-1m
  • ocak 2020'de son albümden daha hızlı ve old school bir albüm yayınlayacaklarını açıklayan hayvanlar topluluğu. los galacticos gibi kadrolarıyla yine fantastik bir albüm bekliyoruz bakalım.

    https://metalinjection.net/…w-album-in-january-2020
hesabın var mı? giriş yap