• --bol miktarda spoiler--

    [song for jesse]

    film başlar. öncelikle zihinde beklenen şey; görsel güzelliğin ses güzelliğiyle birleştirileceği ve brad pitt, casey affleck gibi oyuncuların yakın çekimlerde hoş fotoğraflar vereceği, birkaç sarsıcı aşk meşk hikayesinin de yer aldığı, madem western biraz da aksiyon katalım denileceği bir filmdir.

    casey affleck, o yıpranmış takımı ve şapkasıyla çok dikkatli çizilmiş bir "kaybeden" olarak belirir sahnede. önce jesse james'i izler. sonra frank james'e gidip çetenin içinde yer almak istediğini, en "ezik" haliyle anlatır. ardından yüz bulamayınca jesse james'e gidip maruzatını sunacakken, çeteye kabul edilir. o geceki soygun sahnesi, çetenin son işidir aynı zamanda.

    akabinde brad pitt belirir, abisi frank'in evi terk edişinin getirdiği "sinirle karışık hüzün" yüzüne yansır. içinde yaşadığı bütün çekişmeler vücut dilinde haykırmaktadır. brad pitt, artık jesse james olmuştur. oyunculuk değil bu galiba, başka bir şey...

    sonra bu ikilinin mücadelesine tanık oluruz. ve diğer karakterlerin bu mücadelede konumlarına. jesse james'in hayranlık uyandıran zekasını görürken, bir "efsane"nin zaaflarına da şahit oluruz. birini öldürürken aslında ne kadar zorlandığını, birine zarar vermeyi pürüzsüz bir şiddetle arzulamadığını, pişmanlıklarını... gözlerini çok sık kırpmasını gerektiren hastalığı bir yana, her an dikkatli olmasını gerektiren konumu, ona "yüklenebileceğinden fazlasını vermektedir".

    atına sarılıp ağlayan kovboy, bundan önce western filmlerinde "en asil duyguların insanı" olarak öne çıkarken, burada bir efsanenin yıkılışını simgeliyor. zaten bu bir "western filmi" de değil. olsa olsa, western doğasında çıkılan bir "insana yolculuk". tıpkı oğuz atay romanları gibi uzun ve hastalıklı bir yolculuk.

    bir yandan efsane çökerken, diğer yandan da jesse james'i idol olarak seçmiş ve onunla ilgili "inşa edilmiş bir söylemin" içine doğmuş olan robert ford gerçekleri anlamaya başlıyor. daha doğrusu, jesse james o kadar akıllı ki, robert ford'un içinde beliren yanlış imajla oynuyor. ve filmin bence en can alıcı repliği burada ediliyor: "tam olarak ayırt edemedim, bana mı benzemek istiyorsun, yoksa ben mi olmak istiyorsun?"

    jesse james'e benzemek, her zaman onun yanında olup, onu taklit etmektir. american gangster'ın frank lucas'ı gibi, bir mafya babasının şoförü olup onu bilfiil taklit etmektir. oysa jesse james olmak için onu öldürmesi gerekecektir. idolle hayran arasındaki bu oedipus kompleksi açısından muhteşem bir çabayla karşı karşıya kalıyoruz işte. jesse james ile robert ford'un arasında "ikisinden birinin ölümüyle" neticelenecek bir savaş beliriyor. o yüzden oyunculuklar önemli.

    burada andrew dominik'ten bahsetmek gerekecek işte. öyle güzel sahneler tasarlamış ve öyle şahane görüntüler çıkarmış ki, bu ikili arasındaki savaşın tam ortasında göze batacak hiçbir tuhaf ayrıntı olmadan yer alabiliyor izleyici. sinemanın bir büyü olmasını sağlayan ve insanları beyaz perdede köle/efendi ikilemine sürükleyen bu hali, işte andrew dominik'in maharetli objektifinde had safhaya çıkmış. ne jesse james ne de robert ford hakkında en ufak bir taraf belirlemeden, böyle bir anlatım yapabilmek olağandışı bir yeteneğe çıkar.

    genelde insanlar, filmin son otuz dakikasını övüyorlar. ondan öncesinin sıkıcı ve ağır olduğundan dem vuruyorlar. oysa ki, filmin ortasındaki yemek sahnesini unutuyorlar. "son yemek"e bir gönderme içeriyor mu emin değilim, ancak bu yemek çete'nin son yemeği oluyor sanki. jesse james'in robert ford'u çileden çıkartıp, kendisine düşman ettiği sahne, zorlama gülüşlerin gerçekçiliği ve diyalogların etkileyici dizilimi, zihni bütünüyle dolduran bir bölüm koyuyor ortaya.

    robert ford'un "erkekçe olmayan yöntemlerle" jesse james'i öldürmeye niyetlenmesi ve çeteyi valiye ihbar etmesi de, onun bütün zaaflarını bir paket halinde sunan sahneyi ortaya çıkarıyor. o sahneden sonra, "benim başka çarem yok" konuşması da robert ford'la jesse james'i bütün yönlerden karşı karşıya getiriyor. gerçekten bir şeyi isteyenin, gerçekten ona ulaşabilmesinin hikayesini anlatıyor bir şekilde.

    "western" doğasından mıdır nedir, filmde neredeyse hiç kadın yok. bütünüyle bir "erkeklerin savaşı". jesse james'in karısı ve robert ford'un ablası, sadece ev kadını portresi sunuyorlar ve karakter olarak ortada yoklar. hatta yüzleri bile gölgeli. öyle ki, jesse james "kadınına" karşı çok iyi bir erkek olarak ortaya çıksa da, "kadını" ona hiçbir soru sormadan yaşamaya devam ediyorlar. öldüğü sahnedeki oyunculuk şahaneydi fakat. kadın gerçekten de kocası ölmüş bir kadın gibiydi.

    [soru: anlatımın gerçekçiliği her anlamda başarı mıdır?]

    filmin son yarım saati gerçekten de bir baş yapıt. jesse james'in evinde, "he's just a human being" diye haykıran robert ford'un, plan üstüne plan yapması bir yana, jesse james'in bu cinayete/suikaste koşarak gitmesi, iki kardeşle uzunca bir süre oynayıp sonra da kendini ölüme bırakması hem hikayenin orjinalliğini, hem de filmin kalitesini yükseltmiş durumda. kendi katiline silah hediye eden adam, bir trajedinin ortasındadır muhakkak, ancak brütüs'e hançer hediye eden sezar düşündünüz mü hiç? hem de bir gün kendisine saplayacağını bilerek.

    jesse james'in adeta robert ford'la dans ederek oynadığı final sahnesinde, ölümün şiddetini muazzam bir görsellikle veren yönetmenin ellerinden öpmek lazım. jesse james'in ölümünden sonra "yüceltilmesini" anlattığı sahnelerde, o fotoğraflar ve ölü bedenin teşhiri gerçekten inanılmazdı.

    işte robert ford taraftarları için film burada başlıyor. jesse james'i öldürdüğü için tüm ülkede tanınmaya başlayan robert ford, tiyatro sahnesinde bu "ihaneti" 800 kez tekrarlar. ve ağabeyi artık bu duruma dayanamayarak intihar eder. ancak tiyatro sahnesinde herkesin gözü önünde kahramanlığını ilan eden bu genç, "beni alkışlayacaklarını sandım ama alkışlamadılar" diyecektir nihayetinde. bunu ihanet olarak görenler karşısında, anlamsızca yaşamaya devam eder.

    casey affleck'in ezik ve sünepe halleri bir yana, bu son bölümde gerçekten olgunlaşmış ve kendini bulmuş hali apayrı incelenmeli. özellikle sevdiği kadınla fotoğraf çektirirken yüzünün aldığı hal, ne denli acı çektiğini birebir yansıtıyor. film bittiğinde bu iki karakterle ilgili kafamda her şeyin oturduğunu hissetmişsem, demek ki ortada gerçekten de alkışlanması gereken bir iş var.

    bu ikili arasındaki mücadele bir yana, amerikan halkının jesse james'i göklere çıkarıp, robert ford'u yerin dibine batırması, filmin cevapsız bıraktığı -çok da iyi ettiği- önemli bir soru. neden? aslında nedenleri filmin içinde var az çok ancak sanki "robert ford bunu hak etti" dedirtiyor. hak ettiği için mi nefret ediyorlar yani? onu daha derin düşünmek gerekir.

    filmin her aşamasında bir "ben ve öteki" mefhumu incelenebileceğini belirtmek isterim ayrıca. jesse james ve robert ford arasındaki ötekilik, her iki açıdan da olağanüstü güzel resmedilmiş. robert ford'un tam bir jesse james "değili" olması yanında, diğer karakterlerin jesse james'e koşulsuz bağlılıkları bir nefret/aşk ikilemi içinde ilişkilerini sürdürmelerini sağlıyor.

    filmin son sahnesi, robert ford'un hüzünlü gözlerinin kendisini öldürecek silaha döndüğü sahne, akıp giden değil de durup sonsuzluğa karışan o sahne, modern sinemasnın bir başyapıtının daha tarihte yerini aldığını muştulayan o muhteşem resim... yönetmenin daha ikinci filminde ölümsüzlüğe erdiğinin resmi.

    nick cave bu filme çok şey katmış. müzikleri olmasa, bu kadar etkili olmayacaktır muhakkak. özellikle "song for jesse" ve "song for bob" karakterleri bir de notalarda görün demeye getirmiş resmen. o tekinsiz karakteriyle jesse james, kendi müziğinde hayat bulurken, melankolik ve güvensiz robert ford, kendi müziğinde insanları karanlığa gömüyor.

    [hadi itiraf edelim, yönetmen robert ford'u az da olsa yerine koyamaya çalışmış]

    2 saat 40 dakikalık bir filmin, bu kadar çok ayrıntıyla zihnimde yer edebilmesi, hem oyunculuğu, hem yönetmenliği, hem hikayeyi hem de müzikleri üst seviye yapar sanırım. dört başı mamur ve neredeyse kusursuz bir film olarak, sinema tarihinde yerini almıştır hasılı. kusuru varsa da "kusur benim imzamdır" deyiversin andrew dominik, brad pitt ve dahi casey affleck.

    [song for bob]

    --bol miktarda spoiler--
  • hasılat konusunda zarar etmesi ayrı bir şaşkınlık ve sevme nedeni olan benzersiz, inanılmaz film. kötü adamı iyi göstermişler gibi bir sığlık ile eğer tutulmadıya, diyecek bir şey bulamıyorum. bu kadar objektif bir filme rastlamanız neredeyse imkansız.

    --- spoiler ---

    olaylar tamamen tarafsız bir biçimde aktarılıyor, ve cinayeti işleyen bob ford'un daha sonradan halk tarafından nefretle anılması da gerçek, o dönemin insanlarının bu olaya verdiği tepki bu, senarist kalemi değil. ki kafasından hikaye yazan hiçbir senarist kötüyü öldürenin böyle bir tepkiyle karşılaşacağı öngöremez, bob ford da öngöremedi zaten. lakin halk, kötü de olsa onurlu yaşayan efsanenin, bir kültürün parçası, bir değeri olan jesse james'in böyle birisi tarafından, bu şekilde ölmeyi haketmediğini düşündü. üstelik üzerine övünülmesini kaldıramadı. oysa bob ford'un da yapabileceği bir şey yoktu, o da geçmişi, hırsları ve gelişen olaylar neticesinde kendini bu rolün ortasında buldu, ilk kez adam yerine konulmak için kendi kahramanını vurdu. ve zaten daha sonra "onu öldürmek zorunda kalmış olmamayı dilerdi " diyor. yani bu konulara girdiğim zaman çok uzun bir yazı yazmak zorunda kalacağım için bu tür tahlillere fazla girmeyeceğim. benim özellikle belirtmek istediğim, her filmde aradığımız iyi adam kötü adam beklentisi bir kenara atılmalı, hayatın gerçeği bu film. dick liddil'dan bob ford'a, jesse james'den ed miller'a, her diyaloğu ve psikolojik unsuruyla mükemmel bir oyunculuk ve hikaye. bütün karakterleri sevdim. ayrıca oynayan elemanın banko oscar'ı hakettiğini düşündüğüm bob ford karakterine ayrı, jesse james'e ayrı üzüldüm.

    "bob'un ardından methiyeler düzülmeyecekti, cesedini teşhir eden resimler hediyelik eşya dükkanlarından satılmayacaktı, cenaze kortejinin geçişini görmek için hiç kimse yağmur altında beklemeyecekti, onun hakkında biyografiler yazılmayacaktı, hiçbir çocuğa onun adı verilmeyecekti.."

    "-ne bekliyordum biliyor musun? alkışlanmak.." ve kimse bob'un o an yanlış olanı yaptığını söyleyemez.

    --- spoiler ---
  • büyük oranda under rated olmuş ve hatta yapımcısını zarar ettirmiş muhteşem bir film. hatta belki son 10 yılın en iyilerinden. sahnelerini zaman zaman açar izlerim.

    müzikleri daha önce pek çok kez söylendiği gibi filmin verdiği hüzünlü ve umutsuz atmosferi çok ileri taşır.
    brad pitt ve casey affleck çok iyi oynuyorlar, fakat affleck, brad pitt abimizi üçe bölüp beş ile çarpıyor o ayrı.

    bu filmin genel olarak beğenilmemesinin, bilinmemesinin veya çok sıkıcı olarak nitelendirilmesinin cevabı yine filmin ilk dakikalarında verilmektedir.

    --- spoiler ---

    dick liddil: "poetry don't work on whores"

    --- spoiler ---
  • birinci gün:
    filmin divxini evimde seyrettim. genellikle evde seyrettiğim çoğu filmde olduğu gibi uyudum. ara ara uyandım, bir yandan filmi seyretmeye bir yandan da uykuya direnmeye çalışarak inanılmaz dakikalar geçirdim. uzun bir uykunun sonunda uyandığımda filmin hala bitmediğini görüp oha, 3 saat mi yoksa 5 saat mi bu film acaba diye düşünmemle derin bir uykuya dalmam aynı anda oldu.

    ikinci gün:
    işteyim. işler çok yoğun. aklıma melodiler geliyor sürekli. bir de kocaman uçsuz bucaksız çayırlar görüyorum sanki. akşam eve gelip divxplayer’da filmin cd’sini görünce dün bu filmi yarım yamalak seyrettiğimi hatırladım,. şaşkınlık… güzel miydi film… güzeldi tabi… hatırlıyorum. nefisti lan. brad pitt’in gözlerinde bir problem vardı galiba. bir de tüm görüntüler bulanık gibiydi, uykudan sanırım.

    üçüncü gün:
    müzikler aklımdan çıkmıyor. zerre hatırlamıyorum ama kulağıma çalınıyor bir şekilde. nota, akor, ses yok, bangır bangır soundtrack dinliyorum. sonunda müziklerin filmin müzikleri olduğunu hatırlayıp akşam filmin soundtrack’ini indiriyorum alel acele. 10 dk. sonra hemen basıyorum play’e. off… bal ne ki, şeker ne ki…

    dördüncü gün:
    akşamı zor ediyorum. eve gelir gelmez hemen açıyorum filmin müziklerini. nick cave ve warren ellis’e ibneler diyorum. inanılmaz bir müzik bu. tüm şarkılar arda arda hiç bitmeden aynı melodiyi çalıyor. müziğin neden sürekli çayırları, yalnızlığı, sonsuz boşluğu, yavaş yavaş akan zamanı hatırlattığını anlamaya çalışırken film geliyor aklıma. doğru ya. bunlar zaten film müzikleriydi. filmi de süperdi. süperdi di mi. kesin süperdi...

    beşinci gün:
    filmi tekrar takıyorum divx çalayırıma. tekrar çal diyorum. tekrar izliyorum filmi adam gibi, hiçbir sahnesini kaçırmadan. oohaa diyorum bu sefer. şerefsiz orospu çocuğu diyorum yönetmeni andrew dominik’e. mük-kemmel bir film bu. şişeden ağır ağır süzülen pırıl pırıl bir zeytinyağı gibi akıyor. adam ikinci filminde turnayı gözünden vurmuş. gözüm üstünde artık.

    sonraki günler:
    müzikleri notbukuma, telefonuma, fılaşdiskime kaydediyorum. gündüz işin en civcivli zamanlarında beş dakika ara verip patlatıyorum falling’i, patlatıyorum song for jesse’yi. yapıyorum hovardalığımı. akşamları filmden parçalar seyrediyorum. en çok filmin başındaki song for jesse eşliğinde jesse james’in anlatıldığı dakikaları seviyorum. bir de anlatıcının bulanık görüntüler eşliğinde anlattığı sahneleri… ve jesse james'in olduğu sahneleri… ayrıca roberd ford’un olduğu sahneleri de...

    5 ay öncesi :
    filmi ilk duyduğum zamanları hatırlıyorum. brad pitt’in yeni filmi geliyormuş hem de jesse james diye duyup internete saldırıp filmle ilgili tek görsel malzemenin tek bir fotoğraf olduğunu görüp sövmüştüm gene herkese. ulen demiştim, insan azıcık bilgi verir, trailer’dan vazgeçtim, iki görsel koyar adam… meğer adamlar filmin fotoğrafını koymuşlar oraya. bilememiştim. tüm filmi tek pozla anlatmış adamlar. sen bir daha vurul abi bu ekibe. bir kez daha başladım, hayvanoğluhayvanlar, şerrefsizler diye sövdüm saydım rahatladım. filmi anlatacak başka bir kare istenirse de, jesse james’in sallanan sandalyede geriye yaslanmış bir pozu süper olacaktır diyorum. dvd’ye falan koysunlar bir şekilde bu pozu. dvd ve soundtrack için de kaç paraysa vereceğiz, helali hoş olsun.

    neticede andrew dominik benimle bir bağlantı kurdu. her bir karede kafasından geçeni anladım. çayırlar, bulanık görüntüler, bakışlar, sallanan sandalye, gölgeler, piyano, gitar ve akordeon ile oluşan kusursuz dengeyi fark ettim. gözüm üzerinde yeni işlerini bekliyorum. bakalım havaya girip, denyoca bir film çekip götü başı ayrı mı oynayacak yoksa istikrarlı gidip "otuzbir çekse seyredilir" mertebesine mi ulaşacak göreceğiz.

    bitirirken `moving on` çalıyor. farlar kapalı, at üstünde gidiyorum tırıs tırıs.(tırsı tırsı)
  • 6'daki seansına girip bittikten sonra saatin 9 olduğunu görüp şoka girmeme neden olan film. zaman kavramını yitirdim, ara olunca ara bitse de film başlasa diye sabırsızlanıyordum, su gibi geçti zaman. daha 160 dakika olsa izlerdim, ayıla bayıla çıktım salondan. son zamanlarda çekilen, sinema dili en güçlü filmlerden biri. daha filmin başındaki tren soygununa hazırlık sahnesiyle mest etmişti zaten. filmin sonlarında nick cave sürprizi de (benim için sürprizdi en azından) cabası.

    ben çok ''etkileyici'' senaryosu olan, her an bir çarpıcı diyaloğun-olayın olduğu, sonunda off diye ayağı fırladığım filmleri severim diyorsanız size göre değil elbet.
    (nacizane; 9.5/10)
  • (bkz: breaking bad)'e konu olmuş filmdir.

    mike walt'a şöyle der;

    -listen, walter. just because you shot jesse james don’t make you jesse james.

    ki filmde de jessey şöyle bi laf etmiştir;

    -do you want to be like me or do you want to be me?

    film ve dizdeki olaylara bakıldığında bu laf cidden çok yerinde bir laf olmuş.hatta aynı sezonda filme bi gönderme daha yapıldı ancak neydi tam hatırlayamadım şimdi *

    edit: treni soyalım deyince, jesse "nasıl yani, jesse james gibi mi?" diyordu.

    sutsuz kahveye saygılar.
  • ckm'de izlerken salonun yarısının 120 dakika civarında çıkması, kalan yarının bir kısmının da uyuması ile aksiyon filmi bekleyen seyirciyi ağır şekilde bozguna uğratmış filmdir. aradığınız patlayan silahlar, koşan coşan atlar, soyulan bankalar, düellolar ise sakın ama sakın gitmeyin.

    --- spoiler ---

    3 saat boyunca hayranlık duyulan bir karakterin nefret edilen bir karaktere dönüşmesi, ezik ve hayat boyu sevilmemiş bir figürün kahramanlık yaptıktan sonra bile sevilememesi ve tabiri caizse gözü açık gitmesi harika bir şekilde verilmiş. mümkünse arkadaşlarla değil yalnız veya film zevki size çok benzer bir dostla ya da sevgiliyle gitmek tavsiye edilir. brad pitt, dengesiz jesse james rolünde harikalar yaratırken, robert ford rolündeki casey affleck tam anlamıyla bir virtüözlük sergiliyor. özellikle son sahnedeki barda canının sıkkın olduğunu ifade ederkenki sıkıntısı ve ümitsizliği sanki gerçekten o barın içindeymişiz gibi hissettiriyor. yönetmeni, bu kadar uzun ve bilindik bir hikayeyi çekmeye cesaret ettiği için ve bu projeyi sadece ve sadece karakterler üzerinden götürmek gibi bir yolu seçtiği için saygıyla karşılamak gerekiyor. ama standart bir cuma gecesi filmi bekleyenler için kesinlikle değil bu film bir kez daha belirtelim.

    --- spoiler ---

    ve fakat aradığınız karakter betimleme ve oyunculuk ile müzik, sahne bütünlüğü gibi daha sanatsal yaklaşımlar ise ve de buna ayıracak son derece düşük tempolu bir 3 saatiniz varsa durmayın, hemen görün...
  • oyunculuklar ve görüntü yönetimi mükemmel. ancak aksiyonseverler uzak dursun. film onlara hitap etmiyor, tempo yavaş. ancaak, alternatif bir “vahşi batı” filmi izlemek isteyenler kaçırmasın...

    19. yüzyılın sonu. iç savaş bitmiş. vahşi batı ehlilleşmeye başlamış. kapitalist hukuk ufaktan zuhur etmekte: kabahatiniz yanınıza kalmıyor, pinkerton dedektifleri tepenize biniyorlar. soygunculuk zorlaşmış, para ve emtia naklinde başarı söz konusu.

    kamusal alan, yani kahveler, barlar, tiyatrolar nezih... ev dekorasyonunda ilerleme var: evler temiz, mobilyaların işçiliği göz alıyor. kovboylar sık sık yıkanıyor. çocuklar hastalıktan ölmüyor, şeker de yiyebiliyorlar.

    siyasi ve iktisadi otoritenin tesis edildiği...

    bu durumda, ekmeğini soygundan kazanan biri olsanız ne yaparsınız? bildiğiniz renkler solmuş, kokular dağılmış; kaçacak delik bulamıyorsunuz. âdeta duyu organlarınız felç olmuş. bu gibi nedenlerden bunalan obsesif kompülsif kahramanımız jesse james, kendisini “öldürtüyor”.

    kime, kendi çetesinin en korkak, en kompleksli, en ezik adamına...
    jessi, kendisine “tuhaf” bir hayranlık besleyen zavallının şerifle anlaşıp kendisini öldürmesine göz yumuyor, hatta kendisini vuracak kurşunun çıktığı silahı elemana kendisi veriyor.

    jesse james...

    film, jesse james’in öldürülmesinden sonrasını, jesse james’in “zenginden alıp fakire veren” bir efsane oluşunu da gösteriyor... gerçek önemli değil, o artık bir paratoner; gelişen kapitalizmin ezdiği tabakaların tercümanı.

    peki sonra ne oluyor?..

    eric hobsbawm’ın banditsini okuyanlar sonra ne olduğunu biliyorlar...

    kapitalizm alıp yürüyor...
  • film boyunca gerim gerim geriliyorsunuz fakat şiddet yok, gereksiz kan filan da yok. bütün gerilim jesse james'in yaydığı o otorite ve korku yüzünden.

    --- spoiler ---

    fakat adam boku bokuna gitti vesselam. bal gibi de gördü öleceğini. gerçi arkasından işler çevrileceğine ölsün daha iyidir diye mi düşündü bilemiyorum.

    --- spoiler ---
  • robert fordtan sonra en dikkat çekici karakterin charley ford olduğunu düşündüğüm film.jesse jamesi saymazsak tabii.

    --- spoiler ---
    filmin başından itibaren jesse james'in yanından ayrılmayan charley, içten içe jesse'yi çok sevmektedir. kardeşi wood'u öldürdüğünde de içi içini yemesine rağmen jesse'ye bir şey söylemez ama jesse zaten herşeyi biliyordur. yemek masasındaki o bakışmalar, zoraki atılan kahkahalar da bunun işaretidir aslında. ama jesse hiç konuşmaz. sadece bir gece jesse uyuyan charley'nin başında onun uyanmasını beklerken aslında ona açılmak istemektedir. bir itirafta bulunup ondan da bir itiraf bekler. bence o itirafı alamadığında kararını verir. ve bence de aslında yapılacak bir soygun falan da yoktur. jesse kendi sonunu hazırlamaktadır. zaten bunun sinyalini de charley ile buz üstünde yapılan konuşmasında vermiştir. * bob'a hediye edilen silah ve hatta silahı eline alır almaz bob'un tetiği çekmesi cinayetin sinyallerini vermektedir kanımca. bahsi geçen konuşmada bob'a çok kalpler kıracaksın diyerek kanımca kendi ölümünü kastederek yine ölümcül bir quote verir. bob'un jesse'yi ödül için öldüreceğini söylediğinde charley jesse benim dostum diye karşı çıkar, kara kara düşünür, kardeşine soru soran bakışlar atar tarlanın içinden. işte orda beni benden alır. jesse'nin toz aldığı sahnede charley'nin kıvranıyor olması da gözlerden kaçmaz. bir yanda en yakın arkadaşı, bir yanda 10 bin dolarlık ödül, bir yanda da bir kanun kaçağını, iş arkadaşını ortadan kaldırma dürtüsü. o kadar gelgit yaşar ki, izleyici olarak o gelgitlere biz de ortak oluruz. jesse ise arkadaşından böyle bir ihanet beklemediğinden hiç charley'nin tarafına bakmaz ama tablonun camından bob'u izlemektedir. bu esnada hem bob'un hem de charley'nin silahları ona doğrultulmuştur tabii.
    bundan sonra charley'nin yaşadıkları da önemli. tiyatro sahnesinde cinayeti canlandırırken yavaş yavaş jesse'ye benzemeye başladığı ve kardeşine nefret dolu bakışları anlatıcı tarafından dillendirilir. arkadaşının ölümüne tanık olduğundan, böyle korkak bir kardeşi olduğundan ya da en yakın arkadaşını kaybettiğinden belki de kendi olmaktan çıkmıştır. sonunda dayanamaz ve intihar eder.
    --- spoiler ---

    takdire şayan oyunculuklar var filmde. herkes güzel rol yapar mı kardeşim?

    --- spoiler ---
    daha filmin başında soyulan trendeki görevli ilk başta beni çok etkiledi. zaten filmde konuşmalardan çok bakışlar etkiliyor. yani bir insan sadece bir bakışıyla ne demek istediğini ya da ne düşündüğünü seyirciye anlatabilir mi diye afallıyorum. brad pittin masadaki sessizlikten herşeyi anladığı anda attığı bakışlar, sam rockwellin pişman bakışları, casey affleckin özenti dolu bakışları, vs vs. bakışlardan sonra da mimikler geliyor. özellikle jesse james'in gazetede liddil'in itiraflarını okuduktan sonra casey affleckin sallanan sandalyeye çöküp ağlamaklı olduğu sahnede bittim ben. hatta o an telefonum çaldığında irkildim. filme öylesine dalmışım ve içine girmişim ki, dış dünyadan gelen bir ses beni kendime getirdi.
    müzikler desen enfes. bence filmin en güzel "müzikli" sahnesi filmin sonuna doğru jesse james'in kızının bahçede oyuncak bebeğine söylediği tekerlemenin olduğu sahneydi. o kadar doğal ve içten ki, etkilenmemek mümkün değil.
    --- spoiler ---

    yakın zamanda tekrar izleyeceğim filmdir.
hesabın var mı? giriş yap