• --- spoiler ---
    filmde kullanılan en baskın simge yüzük. evlilikte kabullenmeyi ve bağlanmayı simgeleyen bu nesne filmin de merkezine oturuyor. üç karakterimiz var biri 1600 lerden, diğeri günümüze yakın bir zamanda ve sonuncusu ise uzak gelecekte. karakterimiz derken burada kastettiğim hem tom hem de isabel. bu ikiliyi üç hikayede de görebiliyoruz. ve üç hikayede de erkek karaterimizin aşık olduğu kadının hayatı sona ermek üzere.

    ilkin isabel'in vücudunu saran tümör kadının hayatını tehdit etmektedir. fountain'daki yani isabel'in yazdığı öyküdeki kraliçeyi de benzer bir kader beklemektedir. bu sefer tehdit bir engizitördür. engizitörün ispanya haritasını kanla kaplarkenki tiradını hatırlayın, vücudu saran tümör ve ispanya'yı ele geçirip kraliçeyi öldürmek niyetindeki engizitör arasındaki bağlantı gözünüzden kaçmayacaktır. engizitör haritayı kanlı elleri ile boyarken, "onun bir parçası daha elime geçti, yakında tamamı benim olacak" der. tıpkı tümör'ün vücudu ele geçirmesi gibi.

    konkistador kraliçeyi kurtarmak için engizitörü öldürmeyi hedefler. tom isabel'i kurtarmak için tümörü yok etmeyi. konkistador tam hedefine ulaşacakken, kraliçe tarafından engellenir. tom eğer isabel'i dinlemeyip son geceyi de laboratuvarda geçirmiş olsaydı, tümörün ilacını bulabilecekti. fakat iki öyküde de erkek karakter, kadın karakter tarafından engellenir. kadının hayatına kast eden unsur hayatta kalır. kraliçe konkistadoru çağırtır, isabel tom'u son gecesinde yanında kalmaya ikna eder.

    bu arada kraliçenin konkistador'a verdiği yüzüğü ve tom'un kaybolan yüzüğünü aklımızda tutalım.

    konkistador'un ve tom'un öyküsü tamamen paraleldir, tom geçmişte konkistador ise bir kurgu geçmişte aynı hikayeyi yaşar. ya da isabel kendi yaşadıklarını böyle metaforik bir şekilde hikaye etmiştir. hikayenin on ikinci bölümünü tamamlayamadan hayata veda eder. hikaye bitirilmek üzere tom'a geçmiştir.

    hikayenin "şimdi"si ise uzak gelecektedir. tom en son bıraktığımızda sevgili eşini kaybetmişti. ve hatırlarsanız, kaybettiği yüzüğünün yerine bir dövme yapmıştı. yüzük filmde ölümü kabullenmeyi simgeliyorsa, bu dövme, yani simgenin taklidi, tam zıttını yani yaşama sarılmayı ve ölümü reddetmeyi simgeler. tom için ölüm bir hastalıktır ve tedavisi vardır. tom aradığı tedaviyi bulur. ve çok uzun bir süre yaşar. küçük prens'i çağrıştıran küre içinde bir ağaç ile uzayda dolaşmaktadır.

    tom ara ara ağaçla konuşur, ona sarılır, buradaki sahneleri çoğu kişi ağacın isabel'i simgelediği yolunda yorumlamış. bana kalırsa ağaç isabel'in kendisidir. isabel'in tom'a anlattığı hikayeyi hatırlayalım. maya rehber ve babası hakkındaki, eşkiya çağrışımlı olan evet. filmin sonunda tom'un isabel'in mezarına bir tohum ektiğini görüyoruz. işte orası hikayenin sonu değil, başlangıcı sayılır.

    tom hayat ağacının sırrına vakıf olmuştur, kendisi ebedi yaşama kavuşmuştur. yanıbaşındaki ağaç isabel'in mezarında büyüyen ağaçtır ve bir şekilde isabel'in ruhu o ağacın içerisindedir. tom ara ara ağaçtan parçalar koparıp yemektedir, böylece ölümsüzlüğe kavuşur. nihai amacı ise bir hastalık olarak adlandırdığı ölümü tamamen oratadan kaldırmaktır; xibalba'nın, ölmek üzere olan bir yıldızın, küllerinden isabel'i tekrar dünyaya getirmek, tekrar yaşatmak. tom kürede geçirdiği yıllarda, ölümü reddetmenin simgesi olarak, parmağına çizdiğine benzer yüzlerce yüzük çizer koluna. böylece yıllar, yıllar, yıllar boyunca kendisi ve sevdiği kadın, uğruna ölümü yendiği kadın, bir başlarına uzayda ilerlerler.

    hedefe varmalarına az kalmıştır, ama isabel tom'a sürekli bir şeyler anlatmaya çalışmaktadır. filmin bilge karakteri kadındır. kadın ölümü kucaklamıştır, ondan korkmaz, onu kabul etmiştir; yüzük isabel'in parmağındadır. ve tom üçüncü kez başarısızlığa uğrar. sevgilisi ölür.

    bu son ölüm tom'un aydınlanmasını tamamlar. tom ölümle arasındaki savaşı bitirir ve ölen bir yıldızın tam kalbinde yaşamına son verirken, isabel'in öyküsünü de tamamlar. işte tam bu noktada yüzük ortaya çıkar ve tom yüzüğünü parmağına geçirir. kabullenmenin ve bağlılığın sembolü, ölümü kucaklamanın sembolüne dönüşür.

    kısıtlı kelimeler ve kısıtlı zamanla, yalnızca bir kere seyretme fırsatım olan bu muhteşem filmi kısaca böyle yorumladım. üzerine düşünürken, izlerken aldığımdan çok daha fazla zevk aldığım filmde, daha pek çok simge gönderme ve anlatım mevcut.

    son olarak, aranofsky doğu mistisizmine sarmış, moda olmuş tiki olmuş diyenler için, filmde maya ve budist mistisizminin kullanılmış olmasına şöyle bir yorum getirilebilir; filmin sonunda, tom ölümle barışı sağlar, budizimde de bizim bildiğimiz anlamda bir son, bir ölüm söz konusu değildir. ölüm bir başlangıçtır, ızdıraba açılan bir pencere değil. bu sebeple tom'un aydınlanmasının böyle bir fonda işlenmiş olması doğal ve hatta çok estetik.

    sonuç itibarı ile, anlatılacak, ya da sadece izlenilecek bir film değildir, üzerine düşünülecek, tadı zamanla vücudumuza yayılacak bir filmdir the fountain. tıpkı 2001 gibi, yerin dibine sokanlar tarafından bir süre sonra baş tacı edileceğinden şüphem yok.

    --- spoiler ---
  • aronofsky'nin ölümsüzlük temasını işlediği filmidir.

    --- spoiler ---

    birinci hikayede; tümörler üzerine bir projede çalışan tommy (hugh jackman) -ki eşi izzy (rachel weisz) hastadır ve tommy'nin hayvanlar üzerine yürüttüğü bu çalışmalar eşinin de kurtuluşu için bir umuttur- eşi ölmeden önce bir sonuca ulaşamaz ve eşini kaybeder.

    ikinci hikayede; izzy'nin yazmış olduğu kitaptaki ülkesi işgal tehlikesi altındaki ispanya prensesi isabel (rachel weisz), emrindeki rütbeli askerlerden thomas'ı (hugh jackman) mayaların tapınağını ve oradaki ölümsüzlük ağacını bulması için görevlendirir. ancak tapınaktaki rahip, thomas'ı öldürmek üzeredir.

    bu iki hikayeye parelel olarak ilerleyen üçüncü bir hikayede de; tom creo (hugh jackman) şibalba'ya ulaşmaya çalışmaktadır.

    ilk hikayede izzy'nin ölmesi ile aronofsky mesajı verir: ölümsüzlüğe çare aramaya gerek yok, ölüm de bir şekilde hayatı devam ettirme yoludur. öldüğümüzde asla tam olarak ölmüş olmayız. ölümden sonra da bir şekilde yaşam devam etmektedir, farklı formlarda bile olsa. önemli olan bunu anlayabilmektir ve asıl ölümsüzlük işte bu bilinçle gelecektir.

    üçüncü hikayedeki tom creo şibalba'ya varamadan ölümsüzlük ağacının ölmesiyle bilinç yolculuğunu da tamamlamış olur. izzy ondan çok daha önce bu bilince ulaşmıştır zaten. ölümsüzlük ile ilgili bilinç düzeyine ulaşan tom creo kısa bir süre sonra şibalba'ya ulaşmış olur. ve o da artık ölümsüzdür bir anlamda.

    tom creo'nun bu bilinç düzeyine ulaşmasıyla, ispanya prensesinin görevlendirdiği thomas kendisini öldürmek üzere olan maya rahibinden kurtulmuş olur ve ölümsüzlük ağacına ulaşır. ölümsüzlük ağacının suyundan içer ve ölümsüzlük ağacı onun vücudundan tekrar büyür. bu aslında ölüm ile ilgili bilinç düzeyinin ölümsüzlüğü getirdiği metaforudur.

    izzy'nin mezarına da tommy ölümsüzlük ağacının tohumunu dikmektedir.

    hikayeler birbirleri ile bazen paralel ve bazen iç içe ilerlerken ne olduğunu anlamadan film biter.

    damağınızda bi tat kalmıştır, ölüm ile anlatılan ölümsüzlüğün kekremsi tadı.

    ha bu arada aronofsky'nin sinema dilini ve kullandığı metaforları neredeyse zirveye çıkarttığını söylebiliriz. ölümsüzlük ağacının tüyleri ile izzy'nin ensesindeki tüyleri hikayeler arası geçişte kullanması ve finish it sözünün her üç hikayeye de puzzle parçası gibi oturtulması, aslında anlatılan hikayelerin birbirinden hiç de bağımsız olmadığını gözümüze sokar. hiç bir şey söylemeden bu ve benzeri metaforlarla geçişleri izleyiciye normalleştiren aronofsky'nin bu filmdeki en büyük artısı da budur.

    --- spoiler ---

    not: bu kadar karışık anlatmak zorunda kalınmasının tek sebebi filmin kendisidir.
  • sanırım salak salak izlediğim filmdir. yorumlara bakınca... kesin salağım ben.
  • önce warner bros.'un bütçesini "iş yapmaz bu, çok karışık" diyerek bir hayli azalttığı, daha sonra da brad pitt'in ayrıldığı(pitt'in senaryoya göre sakal uzatması gerekiyordu ve bu sakalı için gelen tepkiler yüzünden filmden ayrıldığı söylentiler arasındaydı)(bir başka söylenti de pitt'in warner bros.'un bütçeyi bayağı bir daraltması ve senaryoya müdahele etmesi üzerine film çekimlerinde sorun çıkması ve fazla beklememek için ayrıldığı), bu ayrılması yüzünden şirkete tazminat ödemek zorunda kaldığı *, aronofsky'nin yıllarca senaryosu üzerinde çalıştığı, senaryonun yazımında ari handelin de emeğinin olduğu, süresiz ertelenmiş film.
  • emek sineması'nın o yüksek tavanlı art nouveu salonundan içim daralmı$ bir $ekilde çıktığımdan beri dünyayı altın sarısı tonlar ile görüyorum. yanlı$ anlamayın, daralmaktan kastım sıkılmak değil, bu büyük bir enerji hüzmesinin bir noktada toplanması gibi bir $ey. atom bombasının serbest bıraktığı enerjinin bir yüzükte toplanması ile ifade edilebilir belki.

    kompakt bir anlatımı yok bu hikayenin. seyircisine göre deği$en bir zamanda üç dönemin iç içe geçerek nihai öyküyü olu$turduğunu görüyorsunuz fakat bu algılamanızı kolayla$tırmıyor. ı$ık, geçi$ler ve $ekiller yardımı ile binlerce parçalık bir puzzle ın parçalarını birle$tiriyoruz. her "finish it" ikazı lineer zamanda farklı bir anlam kazanırken, sinirleri de doğru orantılı olarak geriyor. rachel weisz'ın "hadi dı$arı gelsene... yılın ilk karı yağdı" çağrısına kulak verip kendini sokağa atacak izleyicileri yadırgamıyorum. ölmekte olan bir ağacın ürkek tüylerinin, ba$ka bir yüzyılda kanserli bir kadının saçları dökülmü$ ensesine dönü$mesi filmin bombardıman gibi gelen ruh bozumlarından sadece bir tanesi. i$te bu dil, filmin görsel efektlerle bezeli bir hollywood hiti* olma $ansını yok ediyor.

    16ıncı yüzyılda piramit ve takım yıldızlar ile üçgen, 21inci yüzyılda kapılar, bilgisayarlar ve kitap* ile dikdörtgen, 26ıncı yüzyılda ise uzaydaki daire/ küre $ekilleri ile filmin bölümlerini görsel olarak ayırdedebiliyoruz. flashback yapacak olursam, bütüne yayılan çekim tekniği ise altın sarısı tonları. atlantiğin öte yakasına giden ispanyol fatihlerin uğruna eski medeniyetleri çökerttiği, materyalizm ve zenginliğin simgesi. aronofsky'ye göre "aslolan yoldan saptıran" ilüzyon. bana göre ise filmin hazmını zorla$tırdığı, iki saat önce diktiğim bira ve midye tavanın renkleri.

    bir enstalasyona bakıp hmm çeken kofti entelektüel gibi hissederken, "finish it" nidası kafamda yankılanıyor hala.
    --- spoiler ---
    "i finished it."
    --- spoiler ---

    (bkz: let there be more light)
  • 1 bucuk saati agiz acik, nefes tutulmus bir sekilde gecirme sebebim..

    once yonetmenin adindan ve gecmisinden kaynaklanan tum onyargi ve beklentilerinizi bir yana koyun, sonra kafanizdaki tum sorunlari 1,5 saatligine unutun, mumkunse yalniz basiniza, bulabildiginiz en buyuk ekranda, karanlik ve sessiz bir ortamda filmi izleyin.. anlatilana kafanizi yormayin, anlatima odaklanin.. anlatimin hipnozu altinda farkedeceksiniz ki filmdeki oyuncular bosuna konusuyor.. mesaj konusmalar haric her turlu yoldan bunyenize aktariliyor.. filmin sonunda sinemanin isiklari yanip hipnoz dagildiginda 1,5 saattir ilk nefesinizi aliyormussunuz hissine kapilacaksiniz..

    ölüm bu kadar guzel olmamali..
  • ölümü anlatan film.
    (bkz: dünyanın en yüzeysel adamı)
  • bazı açılardan pi'nin tamamlayıcısı olan film. derin bir nefes alarak izlenmesi gereken bir film aynı zamanda. çünkü film boyunca nefesinizi tuttuğunuzu fark ediyorsunuz. hem de en sakin, yavaş, dingin sahnelerde bile.

    --- spoiler ---

    aronofsky anladığım kadarıyla kahramanlarını uç noktalarda dolaştırmayı seven bir yönetmen. pi'de sol yarıküresi anormal çalışan ve tüm bağlantıları anında görebilen eleman ruhunda eksik olan bir şeyler yüzünden en sonunda matkapla kafasını deliyordu. burada da -cheesy new ager terminolojisi kullanalım- "kalp çakrası" fazlasıyla açık bir adamın 1000 sene boyunca parçaları bir türlü birleştiremediğini görüyoruz. o 1000 sene içinde kafasını biraz kullanabilse bir döngüye girmiş olduğunu anlayabilirdi belki. bu durumda pi'deki zihin ile buradaki kalp bir araya geldiğinde mükemmel insanı, belki de nietzsche'nin aradığı üstün insanı buluruz bence.

    öte yandan filmin bazı eksileri var. okuduğum bazı eleştirilerde "çok güzel kimyaları var, aşkı pek güzel yansıtmışlar" denen weisz ile jackman arasındaki "aşk" bana sorarsanız zayıf kalmış. daha doğrusu jackman tarafı zayıf kalmış. bir türlü zihinlerde derinleşemiyor o aşk - tamam jackman 2006'da çılgınlar gibi bir çare arıyor ama weisz'ı göz ardı etme pahasına arıyor bu çareyi ve de çevresindeki herkese bağırıp çağırıp poz atma pahasına. tek bir insanı çılgınlar gibi sevip diğer herkesi itip kakma miti bana saçma bir ilüzyon gibi gelir hep. ya sevgi bir insanın tüm varlığına iner - bazen tek bir kişi üzerinde yoğunlaşır - ya da yoktur böyle birşey. saf bedensel haz arayışıdır onun dışındakiler. o yüzden mesela bir kediye tekme atan birisinin "ah ben seni çok seviyorum, öyle aşığım, böyle bağlıyım" demesi bana hep vücut kimyasallarına bağlılık gibi gelir. what the bleep do we know'da daha ayrıntılı olarak belirtildiği gibi.

    bu yüzden hugh jackman'in 2006 ve 2500 sahnelerinde tam oturmadığını ama 1500'de tam istediği rolü bulduğunu düşünüyorum. weisz ise constantine'de hayran olduğum bir hatundu, burada daha da arttı. özellikle 2006'daki kanserli versiyonu o kadar iyi yansıtmış ki şaşkına dönüyor insan.

    zamanın lineer olmama durumuyla ilgili son dönemde epey çok film/dizi/kitap izledik, okuduk. burada da benzer bir durum var. bitişin başlangıç olması, kuyruğunu ısıran yılan. şu meşhur benzen halkası hikayesinde olduğu gibi. 6 karbon nasıl lineer dizilir de benzenin özelliklerini gösterebilir diye epeyce bir kafayı yiyen friedrich kekule en sonunda rüyasında kuyruğunu ısıran bir yılan görür ve benzen karbonlarının aslında halka gibi dizildiğini bulur. şimdi kolektif bilincimiz yavaş yavaş zamanın böyle olabileceğini kavramaya başlıyor. zaten underground kaynakların arasına dalmış olan ve kolektif bilincin programlamasını - ki o çok güçlü bir programlamadır - bir nebze bırakabilmiş bireylerin bildiği bir şey bu. filmde de 3 zaman çizgisi paralel gidiyor ve bazen etkileşiyor da. en sonunda da son başlangıca bağlanıyor. finaldeki yıldızın ölümü ise muhtemelen çok uzun bir süre eşini benzerini göremeyeceğimiz güzellikte sahneler içeriyor. özellikle içe çöküşten sonraki sessiz birkaç saniyenin gerilimi muhteşem.

    --- spoiler ---

    sonuçta birden fazla izlenmesi gereken filmler listesine eklenmesi gereken bir film bu. müzikler ise en baştan itibaren olağanüstü, soundtrack'ini de bulup arşive katmak şart.
  • kendine has bir dünya kurabilmiş ender filmlerden. film hakkında tek satır bilgim olmadan gittiğimden ilk başta ortaçağda geçtiğini düşündüm. sonra mayalar girince kafam karıştı. gelgelelim hugh jackman dazlak kafasıyla ekranda belirdiğinde ve sonra onun bir kürenin içinde uçuyor olduğunu anlayınca başka bir şeyin içine girmiş olduğumu anladım. küçük prens mi istersin, maya mitolojisi mi, aşk hikayesi mi istersin, ölüm - yaşam üstüne felsefik kafa patlatmalar mı.. bu filmde hepsinden minik minik var.
    konunun çok güçlü olmadığı, müziklerin berbat olduğu, kurgunun başarısız olduğu konusundaki tüm laflara kulaklarımı tıkayıp yüksek sesle lalalalala demek istiyorum. öyle bir film ki çünkü, bugün koca sinema salonunda altı kişi ferah ferah izlerken bile zaten herkesçe sevilecek, anlaşılacak, gişe rekorları kıracak bir film olmadığı açık seçik anlaşılabilirdi. çeşitli festivallerde izleyip çoktan filmi tüketmiş geniş bir kitle var ise ben haberdar değilim, özür dilerim onlardan. gelgelelim zamanında brad pitt ile koca dudaklı güzel eşi bulaşacakmış bu filme. iyi ki olmamış, zaten gitmezlerdi. öyle yakışıklı bir film değil çünkü. onun yerine orta yaşlılığının hakkını güzel güzel veren gönüllerin pitt i hugh jackman ile güzel mi çirkin mi olduğu konusunda çeşitli spekülasyonlar yapılsa da uzun saçları, yeşil gözleriyle bebek gibi bir rachel weisz tam da bu film için biçilmiş kaftanmış zaten.
    hugh jackman, hasta karısı için mi, maymunun beynindeki tümörü bir türlü yok edemediği için mi belli değil, içli içli ağlar iken, biricik hasta karısının ensesindeki saç kökleri ile hayat ağacının gövdesindeki tüyler arasındaki nefis geçişte, sevgililer gününü dolls izleyerek kutlayan çok fena ağır aksak bir çift olarak* bizim de kol tüylerimiz havalanıyordu zaten.
    filmde bir sürü bir sürü imaj eşleştirmeleri vardı ve de pek nefisti. zannedersem elhamra sarayında -nedense bana zeynep değirmencioğlu`nun oynadığı pamuk prenses versiyonundaki sarayı hatırlattı- geçen bölümde kullanılan endülüs tarzı süslemelerin -hani prensesin arkasında yüzünü gizlediği- bir benzerinin, eşinin öldüğü hastane odasındaki buzlu camda da görünmesi ayrı nefisti mesela.
    müziklere berbat diyenlerin film müziğinden ne anladığını kestirememekle birlikte, bu filmin bir romantik komedi olmadığı, bir hit albüm bulup baştan sona çalınamayacağı çok açık zaten demek lazım belki de. ağır ağır, kendini çok hissettirmeyen, sahneleri ve atmosferi desteklemeye yönelik bir müzikti. bir film müziği bu değilse başka da bir şey olmamalıdır herhalde.
    filmden sonra pilav üstü kuru yerken, "bu ecnebi filmleri de hep konuya bir yerden isa`yı sokuyo canııım" dediğimde "ehh yeter be kardeşim din alimi kesildin" der gibi bakıp da bir şey demeyenlere inat bir kez daha diyorum ki, hugh jackman, hayat ağacına gittiğinde saç sakal karışmış bir isa idi, karnındaki yara, rönesans tablolarında sık sık görülen hz. isa`nın yeniden dirildiğinde havarilerin böööyle parmaklarını sokup çevirdikleri o yaranın aynıydı. makyajına kurban olduğumun maya adamı da ilk baba diye seslendiydi zaten adamcağıza. orada işte o maya adamını sarsıp, bu beyaz adam hiç senin babana benziyor mu demek geçmediyse içimden ne olayım. ama bu filmle tamamen alakasız bir konu zaten.
  • ikinci bi defa daha seyrettikten sonra yazacaktım ama epeydir kafamda oluştuğundan kendimi daha fazla tutamadan hakkındaki iyi ve kötü eleştirilerin hepsine katıldığımı ama sonuçta yine de ortaya bi başyapıt çıktığını belirtme ihtiyacı ve bu filmi temel alarak sinemaya bakış açısı üstüne bazı uzun ve sıkıcı şeyleri anlatma derdindeyim.

    film hakkındaki kötü eleştiriler neler, öncelikle filmin gerçek anlamda bi şey anlatmadığı, seyirciye bi şey veremediği, boş hatta kof olduğu, makyajın altında ciddi bi doluluk, bi alt metin, hikaye olmadığı, sadece teknik olarak iyi kotarılmış, video klip tadında seyreden bi film olduğu.

    bu eleştirilerin hepsi doğru. peki bunların hepsi doğruysa bu filme nasıl başyapıt diyorum ki ben. sırayla gidelim.

    bugün artık dalga geçilen bi kavram vardır, hayatın anlamı. bu öyle bi kavramdır ki –dinler dışında- zaten cevabını verdiğini iddia eden bi şey olmadığı gibi herhangi bi eserin film/kitap vs. eleştirilmesinde neredeyse can simidi olarak kullanılan bi ifadeye yol açmıştır. “ne bekliyordunuz, hayatın anlamını mı vermesini”

    herhangi bi insan eserinin hayatın anlamını vermesi daha baştan imkansız addedilmiştir, bu yüzden bu kavramı açıklayamaması bi eserin, o eseri ortaya çıkaran sanatçının eleştirilmeyeceği bi mevzudur. peki fountain’ın konusu nedir? kısaca söyleyelim, hayatın anlamıdır.

    fountain zaten en başta imkansız olan bi işe koyulmuş, kendince hayatın anlamını anlatmaya kalkışmıştır. işte bu noktada bu filmin seyirciye bi şey anlatamaması zaten kaçınılmazdır. fountain bize hayatın anlamını verebilir mi, mümkün mü böyle bi şey? ama filmin konusu bi maya efsanesi, hayatın nasıl başladığı, niye başladığı, bu başladığı kaynağa gidilince insanın neyle karşılaşacağı üstüne değil mi? peki bu sorulara filmin cevap vermesi mümkün mü? değil…

    bu kaçamak bi yanıt mıdır? madem bu konuda insanlara bi şey anlatamazsınız, o zaman bu konuda film yapıp istediğiniz gibi saçmalayabilir, sonra eleştirenlere de, harbiden bekliyor muydunuz cevap bulmayı diyerek eleştirilerden kaçabilir misiniz? hayır efendim, elbette ki kaçamazsınız. eğer ortaya bi film çıkartıyorsanız illa ki bi şey anlatacaksınız, bu film onu yapmıyor mu peki?

    efendim sık sık yapılan bi yanlışla başlayalım. o da hikaye ve senaryo denen şeyin birbirine karıştırılması. hikaye başka şeydir, senaryo başka şey. bu filmin senaryosu taş gibidir ama hikaye yukarda da belirttiğim gibi zaten imkansız bi şeye kalkıştığı için sonuç olarak boştur. senaryo bu hikayenin nasıl işleneceği, nasıl kurgulanacağı, en azından boş bi hikaye bile olsa filmi seyrettirmek için gerekli soruları seyircide oluşturma, bu sorulara da tatmin edici cevaplar verebilme becerisiyle oluşur. bu filmde bu dediklerimin hepsi de başarıyla gerçekleştirilmiştir.

    film üç farklı zeminde ilerlemekte, her üç zeminin de sonu merak edilmektedir. içinden ağaç fışkırarak dünyada hayatın başladığını anlatan ilk insanı konu alan maya efsanesinden bahsedilmiş, bu ağacın bulunması için konkistadorun biri yola koyulmuş, ağacın yanında geçmişi hatırlayan biri ile de bu üç hikayenin nasıl birleşeceği seyirciye soru olarak sunulmuştur.

    konkistadorun hikayesi, kızın romanı olarak sunulmuş, korelasyon bu şekilde kurulmuştur. bu romanın bitişi konkistadorun maya rahibiyle karşılaşması, o an binlerce yıl sonraki halin belirmesi ile hayat ağacına yaklaşmasına izin verilmesi, ve bu hayat ağacının konkistadorun yaralarını iyileştirmekten başka, onun içinden hayat fışkırtarak döngünün tekrar başlamasını sağlaması ile gayet de tatmin edici bi sona ulaşmıştır. hayat ağacı, tıpkı o efsanedeki gibi işlevini yerine getirmiş, özsuyunu içen kişi dünyayla bütünleşmiş ve hayat kaynağı olarak kendi varlığına son vermiştir.

    bu bize hayatın anlamını vermiyor, sadece maya efsanesinin gerçek olduğu ön kabulü ile bu efsaneyi tekrar canlandırarak romana da güzel bi son oluyor. binlerce yıl sonraki adamımız da yıldız patlamasına varmadan önce romanı bu şekilde bitiriyor ve onun hikayesi de gerçekten güzel bi görsel şovla sona eriyor.

    filmin hikayesi bize hiç bi şey anlatmıyor, fakat bu hikaye bize son derece usta bi kurguyla, yeterli merak duygusu ve bu merakın tatmin edici şekilde bitirişiyle sunuluyor. olsa olsa “finish it” cümlesinin fazla tekrarlandığı, işine odaklanan doktorun tekrar bu anları hatırladığında en sonunda işine dönmek yerine dışarı çıkacağının önceden tahmin edilir olması eleştirisi getirilebilir. bence bu da çok zorlama bi eleştiri olur.

    diğer kötü eleştirilerden birisi de aslında eleştirirken övmeye girmektedir. o da filmin, uzun bi video klip gibi olduğu lafıdır. bi film için video klip gibi demek aslında şu manaya gelmektedir. filmin sarktığı tek bi an bile yoktur ve bi klip gibi, yağ gibi akarak gitmektedir. bu her filmin varmak istediği zirve noktalardan biridir. bi filmin video klip gibi olması değil, sıkıcı bi video klip gibi olması ancak bi sorun olabilir bu bir.

    ikincisi, bu filmin görsel olarak da iyi kotarılmış olduğu demektir. bu da ikinci zirve noktasıdır. arkadaşım, bu sinema… roman değil… sinema. ecnebinin deyişiyle “movie”, yani hareket eden resimler. sana güzel resimler sunacak, bu resimleri birbirine güzel bağlayacak, yeteri kadar ilginç bi hikaye ve mutlaka iyi bi senaryoyla sana güzel renkler, mizansenler seyrettirecek. sinemanın birinci amacı budur. yok eğer illa ki ne anlattığıdır asıl önemli olan dersen, o zaman brian de palma sik gibi yönetmendir, hitchcock sinemacı değildir, spielberg zaten traştır, çünkü bu yönetmenlerin filmleri sadece eğlencelik konular üstüne tekniği iyi kotarılmış filmlerdir ve seyrettikten sonra size hayat görüşünüze çok fazla şey katmazlar.

    metres diye bi film vardı, bu filmin gazetedeki eleştirisi, o eleştiriyi yazan kişinin sinema denen şeyi ne kadar da iyi anladığını gösteriyordu. film için şöyle diyordu,

    “bu filmin yarısını ekrana arkanızı dönerek, sadece diyalogları dinleyerek takip edebilirsiniz”

    evet, bi film sadece yazılan şeyler üzerinden ilerliyorsa iyi bi sinema eseri değildir. teknik diyerek aşağıladığınız şeyler yönetmenlik becerisidir, çerçevelemedir, görüntü yönetmenliğidir, renk kullanımıdır, ahenktir, senaryonun kurgulanışıdır, filmin kurgulanışıdır, kısacası bütün o aşağıladığınız şeyler sinemayı sinema yapan özellikleridir. bi sinema eserini romandan, tiyatrodan ayıran şeyler, bu sanatı sanat yapan şeylerdir ve aşağıladığınız şeyler bu filmin başardığı meziyetlerdir.

    bu filmde aronofsky’nin birinci sınıf rejisi, kurgusu, senaryosu, sırf siz hikayeyi yeterince kuvvetli bulmadınız diye çöpe atılamaz. kaldı ki zaten boş olması zorunlu olan bi hikayedir ele aldığı ama bu zorunluluk olmasa bile bu eleştirileri hak etmeyen bi filmdir. benzeri cümleleri children of men için de yazacağım. o film de hikayesine odaklanarak birinci sınıf bi sinema eseri olduğu halde saçma sapan laflarla eleştirilmiş, sinemanın ne olduğunu bilmeyen ama bildiklerini zanneden çok bilmişler tarafından güya aşağılanmıştır.

    sen bildiğin yolda devam et aronofsky, it ürür kervan yürür. fountain gibi yeni başyapıtlarını bekliyoruz. hikayesi boş olursa olsun farketmez.
hesabın var mı? giriş yap