• film 2. dünya savaşı sırasında geçmekte. öykü; askerlerin savaşa katılmak üzre, gemilerle yola çıkmalarıyla başlayıp, savaşa başlamaları, tabi aralarından ölenlerden sonra bizim "yazık oldu lan adama, çıtır da oğlandı" dediklerimiz haricindekilerin tekrar memleketlerine dönmelerine kadar sürüyo. japonlara önlem olsun diye, pasifik adalarında, stratejik bi noktaya yerleştirilen yaqışıklı askerler, hem savaşın verdiği stresle, hem kafadaki diğer psikop düşüncelerle, özlemleriyle, anılarıyla, ayrılıklarıyla, acılarıyla [ühü], düşüncelerinin nasıl geliştiğini gözlemliolar. bi süre sonra, hepsinin; onları bir araya getiren tüm politik amaçları bırakıp nasıl da can havliyle, sadece hayatta kalabilmek ve beraber oldukları arkadaşlarını kurtarmak için savaşa tüm güçlerini, konsantrasyonlarını verdiklerini anlatılıyor... bu ara da hep bir yandan sorgulamalar başlıo, savaşın insanlara başka neler kaybettirdiğini, ihtiyaçların nası aşk'ın önüne geçebildiğini, fedakârlığın bi ruh ferahlığı vermesine rağmen, insanlardan neler götürdüğünü... aha burda da bi laf ediyorum, defter ön kapaklarına yazıla : "fedakârlık, minyatür bir intihardır..." bööle de laflar ederim arasıra. neyse daha sonra arkadaşlar kendilerini ve çevrelerindeki dünyaya ait her şeyi sorgulamaya başlıolar aniden... filmin olayı bu.

    70'li yılların unutulmazları badlands ve days of heaven'den sonra sinemayı bırakan, terence malick'in sinemaya dönüş filmi olan "ince kırmızı hat", en iyi yönetmen ve en iyi müzik dallarında da oscar almıştı üstelik bu filmin, benim çok değer verdiğim bir yazar olan irlandalı `james jones'un bi romanı olması açısından ayrı bi önemi war. çünkü film tamamen romana sadık kalmış ve diyaloglar aynen aktarılmış... mesela bi yerde şööle diodu, "ölmekten neden korkayım ki; sana geleceğim". ne güzel diil mi. ne net. çok wardı buna benzer belirlemele...

    saving private ryan'ı gerçekten de sevmiştim ilk bakışta... ama sonu çok klasikti... filmindeki 24 dakikalık hareketli savaş sahnesinden sonra, neredeyse, ucuz savaş filmlerinin yapısında, bildik bi tarzda devam etmesi şaşırtmadı beni... spielberg hep böle zati. şaşırtmıo insanı. filmin ilk 20 dakkikasını izleyince sonunu tahmin ediosun aşşaı yukarı... jaws'tan sonra da pek etkileyemedi zati beni... o düşünsün... bu filmde gerçekten düşünülmesi gereken şeyler war. düşünmek zorunda bırakıo insanı... hakkatten yaa diosun.

    görselliği ve yaşattığı paranoya eşsiz, hele ki karı, kocasını satıp subaya kaçmıyo mu "lan bütün karılar böyle işte" diyerek lanet ediyo insan... tek söz söylerim son kez;

    "şiir gibi film abi"...
  • sinemalarimiza saving private ryan ile ayni sene gelen ve er ryan'da görülen aksiyon, vahset gibi ögeler olmadan bile güzel savas filmi çekilebileceginin kaniti olan film.

    edit: - ama bakınız ben saving private ryan kötü film demiyorum...
  • 20 yıldır film çekmeyen terrence mallick’in yönettiği, oynayabilmek için birçok hollywood starının sıraya girdiği, james jones'ın aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanmış şaheser sinema klasiği.
    mallick, önceleri yalnızca filmin senaryosunu yazmaya karar vermiş ve kitabın yazarı jones’un dul eşinden film haklarını almak istemiş. fakat film yapımcıları belirlenip de ortaya büyük ve mallick’in hayalinde canlandırdığı proje çıkınca, filmin yönetmenliğini de üstlenmeye karar vermiş.
    guadalcanal tüm ekibin toplanabileceği bir mekan olmadığından filmin çekimleri için birebir uygunluk gösterebilecek olan avustralya’da queensland uygun görülmüş. guadalcanal’da ise sadece çekimlerin dört haftalık kısmı yapılmış. filmi çekerken en önemli görüntü ögelerinden biri doğanın çok yeşil olmasıdır. bu yüzden çimenleri daima ezilmemiş bir halde ve uzun tutmaları gerekmiş. fakat devamlı çevredeki inekleri setten uzak tutmaya ve seti yemelerini engellemeye çalışmak zorunda kalmışlar.
    filmin yapımcıları her ne kadar quadalcanal görüntüleri daha gerçekçi olsun diye avustralya’daki sete solomonadasındaki yerlilerden getirilmiş. filmiantropolojikaçıdan incelersek aslındayerliler`in doğal yaradılışlarına savaşmak ve savaşarak birşeyler elde elde etmek çok terstir. bu daha önce ii dünya savaşı’nı işleyen hiçbir filmde işlenmediği için oldukça ilginç bir temadır.
    mallick, tıpkı jones’un kitabında vurguladığı gibi fiziksel ve antropolojik açıdan bu bir grup erkeğin çevreleriyle olan ilişkilerini inceliyor ve bu arada da kendileriyle barışık, aile üzerine kurulmuş bir yaşam süren yörenin sakin yerli halkı ile kendilerini kıyaslamalarına zemin yaratıyor.
    ama filmin en önemli ve ilk dikkat çeken noktası john toll'un şiir tadındaki muhteşem görüntüleri. bu inanılmaz görüntülerle malick anlatmak istediği konuya müthiş bir görsel yapı katmış. bir yandan witt'in kafa sesini duyarken diğer taraftan savaş sahnelerinin aralarına giren doğa görüntüleri ile bize bir kez daha savaşın doğanın kendisinden gelip gelmediğini sorgulatıyor. witt'in kafasındaki soruların cevaplarının da bu görüntülerde yattığı söylenebilir (yine de film bu soruları tamamen cevaplamaya yeltenmiyor ve seyircinin düşünmesine fırsat tanıyor). filmin hemen başında gördüğümüz ve daha sonra neredeyse açıkça cennet olarak tanımlanan ada bize dünya üzerinde savaşmaya gerek olmadığını, savaşmadan da yaşanabileceğini açıkça gösteriyor.
  • (ing. deyim) savaş durumundaki britanya piyadeleri. bu deyimin kökeni, kırım savaşına (1853-56) dayanır. iskoç highlander piyadeleri 1854'teki balaclava muharebesinde, âdet olduğu üzere kare biçiminde değil, ince bir hat halinde mevzilendiklerinden, bu şekilde adlandırılmışlar ve daha sonra bu ad bütün piyadeler için kullanmaya başlamıştır.
  • sava$ sahnelerinde kelebeklerin ucu$tugu,sava$in ne kadar bo$ bi $ey oldugunu gosteren vesaving private ryanın hakkini yedigi sinema $aheseri. askerin karisina yazdigi mektup kisimlari cok ho$uma gitmi$ti.sana gelicem ama eskisi gibi olamiycam,cunku burda kirlendigimi hissediyorum tarzi bi lafi vardi ki beni koparmi$ti.
  • tek karakter üzerinde yoğunlaşmayan çok anakarakterli, baştan sona savaş karşıtı bir söylem içeren film.
  • çocukluğu vieatnam filmleri izleyerek geçmiş ve artık silah zoruyla dahi savaş filmi izlemeyen biri olarak, izleyip de beğendiğim (ve buna çok şaşırdığım) savaş filmi olmuştur. ölümün acılığı, savaşın canavarlığı son derece gerçekçi bir şekilde ama çiğ bir gerçekçilikle değil şairane bir şekilde anlatılmış. sanat budur işte.

    --- spoiler ---

    özellikle çok genç askerlerden biri ölürken yaprakların arasından sızan gün ışığı hem görsellik açısından hem ölümle hayatın tezatını göstermek açısından filmin en güzel sahnesidir, hatta şimdiye kadar izlediğim en güzel sahnedir bile diyebilirim.

    --- spoiler ---

    edit: oskar almış olmaması, almış olmasından çok daha büyük bir onurdur bence.
  • cok guzel bir savas filmi. saving private ryan gibi harala gurele hadi aradan cikaralim da amerikan kahramanligina zaman kalsin seklinde degil, agir agir, sindire sindire veris savas karsiti mesajini. savas filmi deyip aksiyon bekleyenler hayal kirikligina ugrayabilir.
  • thin red line'ı izlerken her köşesinden ünlü erkek oyuncu fırlaması durumu dikkatimi cezbetmişti. en dandik rollerde bile mutlaka yüzüne aşina olduğumuz bir adam oynuyordu. yıllar sonra üşenmedim oturup bu adamların bir listesini yaptım. ve hatta yine üşenmedim bu şekilde amele pazarı metoduyla oyuncu patlaması yapmak konusunda thin red line'ın eline su dökebilecek bir film var mı diye araştırmaya başladım. listemizin üçüncü sırasında yer alan filmimiz ocean's thirtheen:

    bu filmde çok sağlam bir brad pitt, george clooney, matt damon ve al pacino dörtlüsü bulunmakta. ufak rollerde de olsa vincent cassel ve andy garcia da bunları destekliyor. ne etti? altı. bunların yanında hadi don cheadle, casey affleck, ellen barkin ve -yok artık- oprah winfrey'i de ekleyelim. toplam 10'a ulaştık ve bunların ikisi de kadın.

    ikinci sıraya ise saving private ryan'ı koyabildim. hatırlarsanız the thin red line ile aynı sene gösterilen bu filmde de süperli abilerimiz oynamıştı. you've got mail ve the polar express'in unutulmaz oyuncusu tom hanks, ekşın filmlerinin vazgeçilmez oyuncusu (black hawk down, heat) senede ortalama beş filmde oynayan tom sizemore, "görsen tanırsın" edward burns, esmer güzeli vin diesel, bence en iyi performansını my name is earl'de sergileyen giovanni ribisi, oynadığı roller değişse de bunları canlandırış şekli değişmeyen jeremy davies, ben affleck'in kankası matt damon, sonracıma paul giamatti, dennis farina ve john walters. görüldüğü üzere kadro nitelik ve nicelik olarak baya sağlam. süper meşhur ve oldukça meşhur oyunculardan oluşan 10 kişi çıkardık.

    ilk bakışta saving private ryan'ı geçmek zor gibi görünse de thin red line'a gelince bir durmak gerekiyor. öncelikle hemen şu saniye 1. derece meşhur olarak niteleyeceğim adamlar var. 1 derece meşhuru "adını duyduğumuzda kim olduğunu şüpheye yer bırakmayacak şekilde anlayabildiğimiz ve en az 1-2 filmini söyleyebileceğimiz" kadar meşhur olarak tanımlamak istiyorum. thin red line'ın 1. derece meşhur adamları: nick nolte, adrien brody, george clooney, john cusack, woody harrelson, jared leto, sean penn ve john travolta. yani daha neredeyse ilk sınıfta geçiyor saving private ryan'ı. bitti mi? bitmedi.

    ardından 2. derece meşhurlar geliyor. bu adamlar da böyle "aa evet isim çok tanıdık ama kimdi ki o ya" derecesinde meşhur adamlar. gözümüzün önüne her zaman bir resim gelmeyebilir. yardımcı olması için 1-2 önemli filmlerini de ekliyorum yanlarına:

    james caviezel (frequency'deki koca, the passion of the christ'ta filme adını veren oyuncu),

    ben chaplin (genelde ortalama filmlerde oynamış, remains of the day, bir de linklater'ın son filminde var),

    elias koteas (yılların elias koteas'ı işte, ilk gruba koyacaktım aslına da neyse, gattaca, zodiac, en son da the curious case of benjamin button'da oynadı),

    tim blake nelson (the incredible hulk'taki samuel sterns, o brother where art thou'daki george clooney ve john turturro olmayan kardeş),

    john c. reilly (magnolia'daki polis memuru, gangs of new york'da çetelerden birinin has adamı priest gibi bir şeydi galiba, ve hatta we're no angels'da robert de niro'yu usta belleyen saftirik papaz)

    john savage (bu da 1. gruba girebilir, hair'de claude bukowski, the deer hunter'daki dörtlünün steven'ı, carnival'da henry scudder ve yüzlerce başka film)

    nick stahl (carnivale'daki ben hawkins)

    son olarak da 3. derece meşhurlarımız var. bunlar da "adı hiçbir şey hatırlatmıyor ama aa orda da varmış burda da varmış adamları":

    kirk acevedo (band of brothers, oz, law & order, şimdi fringe'de oynuyor)

    mark boone junior (wristcutters, batman begins'deki flass)

    matt doran (matrix'deki mouse, chicken tastes like everything diyen)

    görüldüğü gibi böylesine fantastik bir kadro ile the thin red line aktör pazarı formatlı filmler listesinde -en azından şu an için zirvede oturuyor. sekiz tane birinci, yedi tane ikinci ve üç tane üçüncü derece meşhur oyuncu ile toplam 18 rakamına ulaşmış.

    peki ben böylesi zottirik bir araştırmayı neden yaptım? bilmiyorum, kısa bir süre için de olsa kendimi önemli bir iş yapıyormuş gibi hissettim sanırım. sağda solda "olm thin red line'ın kadrosunu aşacak film çekilmez bu alemde" şeklinde argümanlarla puan toplayabilirim bir de.
  • savas sahnelerinde mavi kelebeklerin ucustugu 170 dakikalik belgesel tadinda film*.
hesabın var mı? giriş yap