• içinde kumar olan filmler vardı. izlerken sinir sahibi olurduk. fukara çocuk bir biçim denk getirip kumarda üterdi bir sürü kalantoru, cebindeki son kuruşla başladığı oyunda. tabi bu kumar sahnesinin yarısı daha. ikinci yarıda da "olum oynama, daha kalksana o para da yeter sana" nidalarımız eşliğinde geri verirdi parayı. sinirlerimiz alt üst iken, biraz ortam bilen racon koklamış abiler olurdu filmi beraber izlediğimiz. (nasıl bir dizilişti hatırlayamadım ama bir biçimde filmler kalabalık bir güruhla izlenirdi.) derlerdi ki, "olm kolay mı öyle kumar masasından kalkmak?"

    açık konuşayım kumar masasına nasıl oturulduğunu bilmediğim gibi, oradan nasıl kalkılmadığını da anlayamazdım. ta ki yaşamın kendisi bir kumar masasına dönüşene kadar.

    öyle bir kurulmuş ki tezgah, masadan kalkamıyorsun harbiden. harcamadan, tüketmeden duramıyorsun. eksik gibisin.
    bir eve alışveriş torbalarıyla girdiğinde mutlusun, bir de evden tıka basa dolu koca çöp torbaları çıkıp ferahladığında. çöp torbası alışveriş torbasında giriyor, öbürü onun içinde çıkıyor. biz de koroplast'ın patronuna öykünüyoruz.

    kaldırmıyorlar masadan. nasıl ki her el üç papaz kesin sana gelecek gibi hissediyorsan, aynı derecede eminsin o taksidin ödenebilirliğinden. harbiden de öyle güzel yiyebileceğini sandığın parçalara öğütüyorlar ki o şemsiyeyi, 36 ayın uzun bir süre olduğunu düşünene kadar açılmış oluyor. onu alırsan güzel olacağını, temiz hissedeceğini, özgürleşeceğini düşünüyorsun. eşşek kadar adamsın ama noel babaya dahi inanıyorsun yerine göre. oyundan kalkma, casinodan çıkma diye güzel kızlar servis yapıyor. gece yarısı yeni yemekler çıkıyor. kredi kartının limiti artıyor. vitrinler yenileniyor, zaten ram'i yetmiyordu bilgisayarın, kotun beli dardı, spor ayakkabıyı alalı kaç sene olmuştu. değiştirirsen değişeceksin sanıyorsun. halbuki artık bir kaç sene tutmak ayıp bir malı, atacaksın. üst modelini, sıfırını, yeni sezonunu alacaksın. aldıkça iyi hissedeceksin. mezara mı götüreceksin parayı, borsayı mı düşüreceksin bacak kadar boyunla it?

    her şey o kadar kolay alınır ki. imza bile atmıyorsun. bir kart, dört haneli bir şifre. bir tek ev alamazsın. oluru yok.
    o 8-10 sene öncenin hayal bile edilmez lcd tv'leri, gigabaytlarca mp3 çalar, içinde hangi çip nasıl bir üstün yazılım varsa aklın hayalin almayan cep telefonu yok pahasına satılırken; milyar yaşındaki arsa üstüne dikili bin yıl öncesinin çimentosuyla yüz yıllık mimari bilgiden ibaret dört duvara gücün yetmez. bilir ki casino sahibi, dört duvar alırsan girersin dört duvarın içine. çıkmazsın, saklanırsın. var mı öyle saklanmak, daha karpuz keseceğiz. kaçmak yok, oynayacaksın. biz biliyoruz da mı oynuyoruz?
  • tüketim toplumu kapitalizmin ve dolayısıyla özel sektörün, önceden insanları sadece iliğine kadar şimdiyse iliğiyle yetinmeyip benliğini de içine alarak sömürmesinin sonucudur. vice versa. ilk kısırdöngü. "itler gibi çalışıyorsam karşılığını almalıyım" mantığıyla işten artakalan kısıtlı zamanımıza herşeyi sığdırmaya çalışmamızın, hiç bişeyi sığdıramayınca gerilip olabilecek her şey için acele etmemizin, acele ettikçe daha çok gerilmemizin, gerildikçe daha çok acele etmemizin, daha çok acele ettikçe daha çok gerilmemizin.. ikinci kısırdöngü.bi taraftan tv izlerken bi taraftan sözlüğe takılmamızın, oyun oynamamızın ve sonuçta hiç bir şeye yeterli dikkati veremeyip verimsiz olmamızın, verimsiz oldukça gerilmemizin, gerildikçe daha verimsiz olmamızın,daha verimsiz oldukça daha çok gerilmemizin..üçüncü kısırdöngü. iyi yaşamak istedikçe kazanabilmek için çok çalışmamızın, çok çalıştıkça daha iyi yaşam şartları hak ettiğimizi düşünerek daha çok harcamamızın, daha çok harcadıkça maliyeti karşılayabilmek için daha çok çalışmamızın, daha çok çalıştıkça daha çok harcamamızın.. dördüncü kısırdöngü. tükettikçe çalışmak, çalıştıkça tüketmek.ama kendimizden başlayarak toplumu tüketmek.bireyden başlayıp topluma yayılan tatminsizlik hissimizin adıdır tüketim toplumu. daha çok şey var aklımda ama bi taraftan müzik de dinlemeye çalıştığım için dikkatimi toplayamadım. daha çok anlatmak istiyordum oysa ki. bi taraftan da yatma vakti aslında, malumunuz sabah erkenden işe gidip topluma karışmak lazım..
  • dün farazi bir soru soruldu bana, "ne kadar para verseler kedilerinden vazgeçersin?" ne saçma deyip kaçamadım, bir cevap beklendi nedense. kedilerin ve iletişimde olduğum diğer hayvanların arkadaşlığından para karşılığında vazgeçemeyeceğimi anlattım. psikolojik dengem altüst olur, dedim. duygusal boşlukları para dolduramaz, alkolik olurum valla, dedim. anlayabilen olmadı.

    "neden araba almıyorsun?" diye sormuştu biri vaktiyle, "ihtiyacım yok" demiştim, anlayamamıştı. toplu taşımada kitap okuyarak zamanı değerlendirebildiğimi, araba kullanmanın zaman kaybettirdiğini, maddi anlamda da kârlı olmadığını söylemiştim. ne desem tatmin etmemişti. araba bir ihtiyaçtı, o kadar.

    dün bir düğüne katılmak icap etti. otogardan karşılayan arkadaş sorgusuz sualsiz gelinin kuaförüne getirdi beni. "saç makyaj yaptırmayacağım, neden buraya geldik?" diye sordum, "neden ki?" diye şaşırdı, sonra da "sen yine de kızların yanına git de onlarla bir konuş bunu" diye zorla attı arabadan beni.

    birkaç ay önce köye gittim. çimenlere yatmış yıldızlara bakarken dünyayı ne kadar özlediğimi düşündüm. içinde yaşadığım gezegenle fiziksel bir temas kuramadan aylar yıllar geçiyordu. beton ve demir kafeslere hapsolmuş, o kafeslerden başka kafeslere gitmek için çıkıyor, yalınayak toprağa basmadan yaşıyoruz. hayvanlarla hiç iletişim kurmuyor, sadece sömürebildiklerimizle, sömürü türüne bağlı olarak ilgileniyor, kalanların yaşam alanlarını yok etmekte ya da nesillerinin tükenmesini seyretmekte hiçbir sakınca görmüyoruz. insanlarla iletişimimiz yüzeysel ve doğamızdan kopuk. hep bir hesap kitap içindeyiz. gezegene, hayvanlara ve insanlara dokunamadıkça, içimizde devasa bir boşluk peydah oluyor. sistem ve yılmaz neferleri, satın aldıkça mutlu olacağımızı anlatıyor dört koldan. bu yolda uzak doğu felsefelerini ucuz öğütlere indirgeyip kuantum/enerji vs. saçmasapan isimlerle bezeyip seminerler, sahte aydınlanmalar satıyor. hep genç ve güzel görünmemiz gerektiğini söylüyor. biz de bu zırvaların hepsine kanıyor, elli çift ayakkabıyla tatmin olamayıp elli birinciyi alıyor, yüzümüzü boyalar sürerek kirletiyor, genç görünmek uğruna bir sürü kimyasalı vücudumuza enjekte ettiriyoruz. (bir doktor arkadaşım bir hastasından bahsetti geçenlerde. kırklı yaşlarının başında olan bu kadın yılda bir hamile kalıyor, birkaç hafta sonra kürtaj yaptırıyormuş. hamilelik nedeniyle yükselen hormonları yüzünün daha genç ve güzel görünmesini sağlıyormuş.)

    insan türü olarak hiçbir konuda sınır tanımıyor ve aklımızı giderek kaçırıyoruz. yaşadığımız dünyanın başka türlü bir izahı yok. tükettikçe tükeniyoruz.
  • milenyum çağı insanlarının oluşturduğu dünya toplumudur. önceki devirlerde bu kadar hat safhaya çıkmamıştır. yaşadığımız devrin derinlemesine hiç bir duygusu , felsefesi , amacı kalmamıştır. ''insanlar hakkımda ne düşünür'' tabusuyla doğmuş olan statü merakı ile mala köle edilmiş zihinler topluluğudur. bu topluma doğaya dönüş çağrıları yapmak artık çok yersizdir. umudunu ve ümidini kaybetmiş bir dünyada yaşıyoruz. en büyük buhran kendi yaşadığımız hayatlarımız ve bunu düzeltmenin iki yolu var bence ; doğaya dönmüş bir dünya cumhuriyeti ya da yıkımdan doğacak kaos ile gelişecek olan yeni insan. hiç birinden ümidim kalmadığı için insan soyunun sonu gelmesi dışında seçenek kalmamıştır.
  • gökkuşağını sevemez, çünkü gökkuşağı bedavadır.
  • insanların bir şeyi mutlu olmak adına çılgınca arzuladığını görüyorum. elde edemediklerinde mutsuz olduklarını, elde ettiklerindeyse gerçekten mutlu olmadıklarını görüyorum. belki bana öyle geliyordur; ama mutlu olmak için sürekli bir tüketim halinde olmalarına bakacak olursak gerçekten mutlu olmadıklarını anlamak zor değil bence.

    her ay yapılan giysi ve kozmetik alışverişi, bir üst modeli çıktığında değişen telefon, sıklıkla değişen sevgililer... hep tüketiyoruz. neden? bence insanların çoğu neden aldıklarını bilmiyorlar. alıyorlar; çünkü herkes alıyor. herkes alıyorsa bir bildikleri vardır; doğrudur, değil mi?

    insanlar gerçekten neye gereksinim duyduklarını bilmiyorlar aslında. söz gelimi, benim o vitrinde görüp beğendiğim elbiseye gerçekten gereksinimim var mı? ya da o ayakkabıya veya çantaya? dolapta daha giymediğim birkaç elbise, giymeye pek fırsatımın olmadığı birkaç çift ayakkabı ve sürekli aynı çantayı kullandığım için kendilerine bir türlü sıra gelmeyen birkaç çanta öylece beklerken ben neden gidip alışveriş etmeliyim? herkes giydiği için formaya dönüşen "moda" bir elbisem olsun diye mi? yoksa bana çok yakışacağı için kendimi çok güzel hissedeceğimden ötürü mü? ben kendimi olduğum gibi sevemiyorsam yeni alacağım bir elbise benim özgüvenimi nasıl düzeltsin? elbiseyi giyerken çekilmiş bir fotoğrafımı yolda gördüğüm zaman selam bile vermediğim facebook arkadaşlarıma kendimi göstermek ya da instagram'da hiç tanışmadığım insanlara ne kadar havalı olduğumu kanıtlamak için mi?

    iç görü sahibi bir insan kendisine sık sık bu soruyu sormalı: neden? tüm bu şeylere neden gereksinimim var? tüm bu şeylere aslında gereksinimim var mı? tüm bu şeylere gereksinimim olmadığı halde neden ve nasıl gereksinim duyar hale geldim? uzun düşünme saatleri sonunda insan anlıyor ki aslında gereksinim duyduğu her şeye sahip. en azından ben, gereksinim duyduğum her şeye sahibim. büyük bir valize sığacak kadar giysim var ki bu bile çok aslında. alışveriş etmeyi 2 yıl önce bıraktım. gerçekten gereksinim duymadığım şeyleri almamaya, daha az tüketmeye çalışıyorum. kozmetik ve ıvır zıvır şeyleri zaten hiç kullanmıyordum; ama yaşamımdan tüketim fazlasını çıkardığımdan beri kendimi çok daha iyi hissediyorum. gerçi çok tüketen biri hiç olmadım ama, belki giyerim diye aldığım birkaç şık elbise olmuyor değildi doğrusu. sanki plazada çalışıyordum. sırt çantasıyla dolanan bir araştırma görevlisiydim ki pek bir şey değişmedi diyebiliriz.

    tüketmeden önce yaşamdan beklentilerini gözden geçirmeli ve gerçekçi olmalı insan. neyi, neden istediğini sorgulamalı. istediği şeylerin onu gerçekten tatmin edip etmeyeceği üstüne düşünmeli. sevmek ile arzulamak arasındaki farkı anlamalı. almazsa birkaç gün sonra varlığını bile unutacağı bir ayakkabı için kendini kaybedip onca parayı saçmamalı diye düşünüyorum.

    insan tüketirken değil üretirken özgürleşiyor; çünkü yalnızca üretirken kendisi olabiliyor. bunun anlamını kavradığımdan beri yaşamı çok farklı algılıyorum.
  • istemdışı hepimiz dahil olduğu toplum.sanayi devrimi sonrası üretimin artması sonucu insanlar bir şekilde tüketmeye yönlendirildiler.ihtiyacımız olmadığı halde ihtiyacımız olduğuna ikna edilip ve bunları aldığımızda sembolik bir tatmin yaşıyoruz.sembolik tatmin de negatif hislerimizin yok olmasına yardım ediyor ve tüketme ihtiyacı devamlı hale geliyor.tükettiğimiz markaların bize sattıkları imajlarla da kendimize birer kimlik yaratıyoruz.giydiğimizden yediğimize kadar başkalarının kontrolünde olmak hoş bişi diil sonuç olarak.
  • "turkcell kredi kartiyla 175 milyon liralik alisveris yapin 12 ay boyunca, bu cep telefonunu alin bedava.. " seklinde niyeti net bi sekilde formule edilmis durumun sonucu..
  • batı dünyasının dünyanın geri kalanına hediyesi. kar amacı güden kapitalist üretim düzeninde tüketiciler ve üreticiler ayrıştırılamaz bir bütünün parçalarıdır. biri olmadan diğerinin bir anlamı olmaz. üreticiler azami karı elde edebilmek için mallarını tüketicilere tanıtmalı (reklamlar burada devreye giriyor) ve tüketiciler de bunları alıp tüketmelidirler.

    günümüz tüketim toplumunun en karakteristik özelliği "evladiyelik" kavramının ortadan kalkmış (ya da kaldırılmış) olmasıdır. artık bir buzdolabının, çamaşır makinesinin veya otomobilin 50 sene çalışmasını düşünemezsiniz (eminim bu tarz ürünler de mevcuttur ama artık kolay alınır değillerdir...). aldığınız ürünü almalı, en fazla garantisi dolana kadar kullanmalı (ki bazı ürünlerde yeni ürün çıkar çıkmaz değiştirme eğilimi var...cep telefonu örneğinde olduğu gibi) ve daha sonra yenisiyle değiştirmelisiniz.

    artık üreticilerin bir ürünü satarken tüketicilerin yararını mı gözledikleri yoksa mallarını satıp kar etmeye mi çalıştıkları anlaşılamamaktadır. reklam sektörü işte bu noktada devreye girmektedir. toplu iletişim araçlarının vasıtasıyla reklam sektörü tüketicileri sürekli etki altında tutmaktadır.

    reklam sektörünün pompaladığı birçok kavramla tüketiciler şartlandırılmaktadır. aklımıza gelebilecek ilk örnek "hijyen" kavramı olabilir. "hijyen" kavramını o kadar çok şişirdiler ki, öyle acayip reklamlar yaptılar ki sanki annelerimiz, anneannelerimiz bizleri pislik içerisinde büyüttü. etrafı bok götürüyor sanki. etraf zararlı mikroplarla kaynıyor. çamaşır suları, amonyaklı temizleyiciler, klorlu temizleyiciler vs. ile kırın tüm mikropları. hijyen ötesi topluma hoşgeldiniz...hepsi tüketmeniz için hazır bekliyorlar. sonuç mikrobun en zararsızına bile aşina olmayan alerjik çocuklar. (dipnot: köy çocukları alerji olmuyorlarmış. bunun sebepleri arasında tarlalarda vs. hayvan gübrelerine temas etmeleri olabileceğini tahmin ediyorlar batılı bilim adamları...alın size hijyen).

    tüketim toplumu, bilinçli olduğunu söyleyen bilinçsizce şartlanmış insanlardan oluşan bir toplumdur. işbu yazar dahil hepimiz şartlanmış bir şekilde bu çarkı döndürüyoruz. şikayet edebilecek durumda da değiliz. ama en azından tüketirken, bir şey alırken "niye alıyorum" "neden alıyorum" "bunun bana faydası ne" gibi sorular sorarsak, hatta bu soruların cevaplarını da bir kaç kademe daha derine inerek sorgularsak belki kendimiz için birşeyler değiştirebiliriz.
  • en basit ifadeyle kapitalizmin ihtiyaç duyduğu yakıttır. kapitalizm ayakta kalmak için tüketime ihtiyaç duyar. düzenli bir sermaye akışının mutlaka sağlanması gerekmektedir. bunun için ideolojiyi kurgular. insanları, kendisinden istenilenin yapıldığı bir tüketim toplumu içine hapsetmeye çalışır.

    bu süreci yönetenler sürekli olarak bir "haz" duygusunu ortaya koyarlar. bu, pazarlama faaliyetlerinden kişilerin yaşam tarzına kadar hep aynı şekilde kendini gösterir. sürekli vurgulanan bu haz duygusu hedonist bireyler yaratmak adına her gün etraftan aldığımız binlerce mesajla vurgulanır. tabi bu hazzın satılan ürünlerle bağdaştırıldığını da söylemeye gerek yok sanırım. "hayattan zevk almalısın, haz duymalısın" gibi mesajlar gerek geleneksel medya gerekse açıkhava ve yeni medya ortamlarında her gün yüzlerce kez karşımıza çıkar.

    psikanalizin en temel ilkelerinden biri zevk ile basit hazlar arasındaki farkı keşfetmektir. çünkü bu iki kavram birbirinden farklıdır. zevk, alınan hazzın bozulmuş şeklidir. insan acı çekerken bile zevk duyabilir.* işte bu unsurlar görev ve zevk arasındaki basit ilişkiyi temelden ayrıştırır. ideoloji burada kendini bulur.

    bu sebeple eskisi gibi artık bir ürün satın aldığımızda kendimizi sorgulamıyoruz. çünkü bir ürün satın aldığınızda aynı zamanda bir ideolojiyi de satın alırsınız. almayı düşündüğünüz bir ürün var diyelim. bu ürünün fiyatı muadillerine göre pahalı fakat firma üründen elde ettiği gelirlerin bir bölümünü lösev'e bağışladığını söylüyor. ürünün fiyatı önceden olduğu kadar yüksek gelir miydi size? bu gibi kampanyalar birçok büyük firmanın düzenli olarak yaptığı kampanyalar. en bilinen örneklerden biri apple'ın meme kanseri ile mücadele için iphone 7'nin kırmızısını üretmesi ve diğer renklerden daha pahalıya satması. bu ürünü alan kişi ürüne ödediği ücretten duyacağı vicdani sorumluluğu yaşamaz. çünkü bir yandan tüketimde bulunurken, diğer yandan insani görevini yerine getirdiğini düşünür. hatta bu telefonu aldığında kılıf kullanmaz. masaya koyduğunda renginin belli olmasını, diğer insanların onun "duyarlı bir birey" olduğunu düşünmesini ister. işte kırmızı iphone kılıflarında satış patlaması yaşanmasının sebebi budur. insanlar bu ürünü almasalar bile bu ürüne tıpatıp benzeyen kılıfları alarak kendilerini duyarlı bir birey gibi göstermeye çalışırlar. fakat ürüne ödedikleri yüksek ücreti hiç söz konusu etmezler.

    bildiğiniz gibi markalar reklamlarında sürekli "x gibi hissetmek için y ürününü kullanın." mesajları veriyorlar. bunun sebebi tamamen haz kavramıyla tüketim toplumunun harmanlanmasından kaynaklanıyor. mesela karl marx'ın da dediği gibi: ürün bizim satın aldığımız, tükettiğimiz basit bir nesne değildir. ürün dediğimiz şeyler ideolojik ve hatta metafizik özelliklerle dolu şeylerdir. bir ürünün varlığı her zaman görünmez bir üstünlüğü yansıtır ve reklamlar bunu çok açık biçimde ifade eder. yaşadığımız toplumlarda zevk almaya mecbur tutuluruz. zevk almak sapkınca bir göreve dönüşür. arzu etmek, belli bir nesneye duyulan arzu etmek değildir kesinlikle. bu aynı zamanda arzulamaya karşı duyulan bir arzu haline gelmiştir.

    mesela çok istediğiniz, para biriktirip satın aldığınız bir ürünü düşünün. o ürünü aldığınızda, para biriktirdiğiniz zaman boyunca duyduğunuz haz ve heyecanı duymazsınız. belki de o ürünü birkaç sefer kullanıp bir köşeye atarsınız. işte bu kapitalizmin arzulamaya karşı arzu yaratma çabasının tüketim toplumundaki bir yansımasıdır.

    peki ne yapacağız? gerçek potansiyelimizi fark etmeliyiz, kendimiz olmalıyız. sorgulamalıyız. bize suni olarak pompalanan yapay mutluluk ve haz duygusundan ziyade gerçekten mutlu olacağımız şeylere yönelmeliyiz. slavoj zizek'in de dediği gibi ideoloji kafa karıştıran bir şeydir. gerçek bakış açımızı bulandırır. ideoloji bize basit bir şekilde empoze edilmez. ideoloji denen şey sosyal dünya ile sürekli ve doğal olarak geliştirdiğimiz bir ilişkidir. bizler bir anlamda ideolojiden zevk alırız. ideolojinin dışına çıkmak bizi üzer ve bireye acı verir. işte bunu yapmak için birey kendisini zorlamalıdır.

    bir ürün satın alırken o ürüne gerçekten ihtiyacınız olup olmadığını sorgulayın. o ürünü aldığınızda hayatınızda neler değişecek? almazsanız neyin eksikliğini çekeceksiniz? muadil ürün aynı işlevi görmeyecek mi? kapitalizmin sorgulayan birey yerine itaat eden birey sevmesinin sebebi işte budur. dolayısıyla tüketim toplumuna dahil olmamak için birey, dış etkenler tarafından kendisine empoze edilen ihtiyaçlarını değil, doğrudan kendisini sorgulamalıdır.
hesabın var mı? giriş yap