• arkasi saglam olmayan vatandasina, basi beladayken sahip cikmayan bir ulkeymis...

    yaklasik bes aydir phuket, tayland'da kucuk bir dalis okulunda calisiyordum. bilmeyenler icin ortami biraz ozetleyeyim; phuket kucuklu buyuklu sahillerin dibinde olusturulmus kasabalarin birlesimine verilen isim, yani ne kadar kum varsa o kadar bina var ve orasi bir kasaba, sonraki kumlukta tekrar evler ve tesisler basliyor ve orasi da diger kasaba. aralarinda genelde yedi sekiz km gibi bir mesafe var. benim bulundugum sahil, kamala beach, gercekten cok kucuktu ve dalis turizmi diger sahiller kadar gelismemisti, toplam uc adet dalis okulundan bir tanesiydik ve neredeyse tum kitalardan birer calisanimiz vardi, diger okullarin bir tanesi tamamen almancaya odaklanmis ve alman musterilere hitap ediyordu, sonuncusu ise tayland'lilarin islettigi, yeri itibari ile de gercekten cok sapada kalan bir okuldu ve neredeyse beste birimiz kadar is yapiyorlardi. tayland'da uc dolar icin adam kestikleri ve calisan yabancilardan nefret ettikleri gibi sehir efsanelerini duymus ama yahu dalis sektoru her ulkede karma milliyetlerden olusur, diger is kollari icin konusuyorlar herhalde diyerek onemsememistim...

    bir onceki sezon gunde on-on iki musterisi olan okula degisik acilimlar getirdik, otellerle anlastik, reklam calismalari yaptik ve sezon basindan itibaren her gun iki tekne ve otuz kadar musteri yarattik. gel zaman git zaman sistemi iyice oturttuk ve adanin en iyi calisan okullarindan birisi olduk. patron ise calisma izni konusunda once non-immigrant viza almamiz ve daha sonra calisma iznine basvurabildigimiz icin isi salliyor, non-immigrant vizelerin son haftasina kadar isi uzatiyordu, (adam basi 20.000 baht yani 700 dolar odemesi gerekiyordu) herhangi bir sikinti da yasamadigimiz icin biz de pek umursamiyorduk.

    derken bazi gariplikler olmaya basladi. her sabah tekneyi yuklerken bir polis araci da sahile gelip bizi izliyordu, sabah sahili rutin kontrolleri zannettik ilk basta ama bir gun aractan inip tam ekipmanlari kurarken fotograflarimizi cekmeye basladilar. o sirada hemen patronu aradik, geldi, polislere corba paralarini verdi ve bir kac gun ortalikta gozukmediler. her carsamba kamala'nin en buyuk oteli olan sunwing resort'a 300 kisilik isvecli kafile geliyordu ve saliya kadar kaliyorlardi, bir persembe aksamustu yine yaklasik yirmi adet kurs satmis patron; bu sezon isler super, bu aksam sizi patong beach'e goturucem, krallar gibi eglenin diye bir jest yapti. kanada'li bir egitmenin de son uc gunuydu hem onun da veda partisi olur gibi bir gazla hebele hubele patong'a gittik.

    neyse gece yenildi, icildi derken geri donus yolunda trafik cevirmesine yakalandik, herhangi bir sorun yoktu fakat sarhos arkadaslardan bir tanesi sabah erkenden calisicaz, hadi birakin da gecelim diyince isin rengi bir anda degisti. calisma izinlerini goreyim diyen memur herkesin ayilmasini sagladi. tum sirkette sadece iki kiside calisma izni vardi. karakola gittik, calisma izni olanlar polis esliginde ofise gidip belgelerini gosterdiler ama biz got gibi ortada kaldik. daha onceden de fotograflarimiz cekildigi icin orada calistigimiz alanen ortaydi. kanada'li arkadas hemen ailesini aradi ve kanada buyukelciliginden sabaha bir gorevli gelerek onun tum islemlerinde yardimci oldu, bense yahu olayi buyutmenin anlami yok, o nasil olsa uc gune gidecek ben daha buralardayim ne diyorlarsa yapayim diyerek hic sesimi cikarmadim, nezarete girdim ve uyudum. dedigim gibi sabaha kanada'li arkadasi cikarttilar, sagolsun elcilikten gelen arkadas benim icin de cok ugrasti ama adamlar nuh diyor peygamber demiyorlardi.

    araya haftasonu girdigi icin pazartesi gunune kadar nezarette kaldim. tayland'da hukuk "sucsuz bulunana kadar suclusun" ilkesi ile calisiyor, yani mahkeme salmadan polisler seni tuvalete bile gondermiyorlar. pazartesi sabahi mahkemeye sevk edildim, mahkeme binasinin bodrumunda kafesler var ve bir tanesine beni koyup ayaklarima pranga taktilar, yaklasik olarak elli kadar daha tayland'li mahkum vardi benim bulundugum kafeste, neyse saat bes oldu ve beni hala durusmaya almadilar, senin dosyan yetismedi bu gece burada kalacaksin yarin bakicaz dediler, isin sonunda sadece bir miktar ceza odeyip sinir disi edilecegimi bildigim icin cok rahattim, bir gece daha ne olacak diyip, yine sustum.

    ertesi gun aksamustune dogru beni mahkemeye aldilar, 14.500 baht ceza odeyip, tahliye belgelerimi aldim, tam mahkemeden tum emanetlerimi toparlayip cikicam bir memur geldi ve senin vizen dun bitmis benimle immigration'a geliyorsun dedi, neyse dedim bi hal yol caresi buluruz orada, immigrationa girdigimiz anda beni yaklasik yuz kadar kacak burma'li isci ile birlikte bir kafese koydular ve kimse o gun suratima bile bakmadi, kime seslendiysem arkasini donup gitti. bu arada ne mahkemede ne de immigrationda ne bir su verdiler ne de yiyecek bir sey ki hava sicakliginin 40 derece oldugunu ve o kadar kalabalik bir ortamda oldugunuzu dusunun.

    sabah immigration yetkilisi geldi ve ucak biletin nerede diye sordu, dedim almadim ki, o zaman alana kadar burada kalacaksin dedi, mantik hatasi var buradayken nasil alabilirim diye sordum, almak istiyorsan kolay dedi, anladim ki bi ucak parasi once arkadasa toka edecektim, tamam dedim, 30.000 baht yani 1.000 dolar para verdim, tamam simdi git on buroya visa extension'ini yapsinlar da baska bir polis seni yakalarsa ucak gunune kadar basin belaya girmesin ben telefon ediyorum iceriye dedi. iceride bir 20.000 bahtimi daha aldilar. (neden boyle kolay verdin diyecek olursaniz; almadan once ananizi sikene kadar mental iskence yapiyorlar, bitsin de isterlerse gotumu siksinler raddesine geldiginizde de, su kadar para ver elini kolunu salla git diyorlar, o ruhu haliye ile para hesabini falan yapamiyorsunuz zaten...)

    cebimde en son 26 baht kaldi ve kamala'ya geri dondum. patron calisma izni ile ilgili sikinti yasadin seni artik calistiramam diyerek isime son verdi. neyse dedim bangkok'a gideyim buyukelcilik ile konusayim, ne de olsa onlar bana yardimci olurlar.

    otostop cekerek 1.400 km yol katettim, otoban kenarinda uyudugum da oldu, butun gece otostop cektigim araci kullandigim da. otostopcuya saygilari buyuk hemen aliyorlar o yuzden nesem yerine gelmisti, hapisten ve prangadan kurtulmus, degisik bir macera ile yolculuk yapiyordum, neyse cumartesi aksam ustu elcilige ulastim ama o da ne; kapali, neyse dedim sikinti yok her sey iyi guzel, bekciden rica ettim bir gorevliyi aradi, o abi gelip beni kendi cebinden bir otele bir gece yerlestirdi, gucum bu kadar kusura bakma, vatanda ailemin cok borcu var ne kazaniyorsam oraya gidiyor diyerek derdini anlatti, dedim ben uc haftadir ilk kez yatakta yaticam, senin canin sagolsun.

    pazar gecesi elciligin onunde sabaha kadar tayland'li bekci ile kahve mahve derken zamani gecirdik. derken elcilik acildi, tam iceri giricem bir bayan geldi ve kusura bakmayin ama sizin konunuzu duydum, size hicbir sekilde yardim edemeyiz dedi. bakin ben ladyboylar ile bu parayi yemedim, param da calinmadi, resmi belgesiyle hapis yattim, mahkemeye ciktim, beraat ettim, vizem bitti, vizeyi tazeleyip geldim. ben buraya askere gitmeden once uc kurus para yaparim da askerde onlari harcarim diye geldim, kari kizla para yemeye degil diye haftalarin verdigi gazla biraz sert cikinca bu sefer aileniz ile baglantiya gecin iyi gunler dedi ve iceri gitti. bense ulkemin elciliginin kapisindan dahi iceri adimimi atamadan resmen kovuldum...

    o sirada askerlik ertelemesi icin orada olan bir turk vatandasi konusmalari duyup yanima geldi ve bana biraz para verdi, onunla internet kafeye gidip ailemle baglantiya gectim, bir miktar para gonderebildiler cunku onlarin da durumu yok. zaten iste sorun da burada onlarin da durumu yok!!!

    ozet: basim beladayken (3 haftadir dogru duzgun bir sey yememis, icmemis, uyumamis, ayaginda pranga ile hapis yatmis, islak beton zeminde uyumak zorunda birakilmis beni) elciligin kapisindan daha sokmadilar...

    simdi geri donunce beni askere alacaklar ve hadi bakalim bu vatan icin gozunu kirpmadan "ol" diyecekler, annem de "vatan sagolsun" diyecek...

    edit ve not: bangkok buyukelciligi ile yaptigimiz gorusmelerimizde, konunun yanlis anlasilmis oldugunu ve tekrar degerlendirmek icin pazartesi gunu beni beklediklerini soylediler...

    haydi hayirlisi, insallah...

    pazartesi gorusme sonrasi editi:

    evet arkadaslar, tayland buyukelciligi ile tekrar gorustum, dilekcemi yazdim lakin; once disisleri bakanligi'ndan daha sonra da maliye bakanligi'ndan onay alirsa (ki en azindan 15 gunluk bir surecten bahsediliyor) ucak parasi odenebilirmis.

    ne yerim ne icerim, nerede kalirim sorularima ise "allah yardimciniz olsun" cevabini aldim...

    bu arada entryimi okumuslar; "vergilerimle o kadinin maasi odenecek" lafima cok bozulmus (ki daha sonradan agir oldu diye editlemistim o kismi), iki kurus maasi varmis, ona da laf soyluyormusum...

    carsamba ssg gorusmesi sonrasi editi

    evet, su an ssg cuma gunu icin biletimi almis durumda, vizeasim ile ilgili rakami da ayarlayabilirsem cumartesi gunu allahin izni ile istanbul'a inmis olucam. artik bi lahmacun soylersiniz...

    cumartesi atatürk havalimanı inisi editi

    allahın izni ile sağ salim iniş yaptım... herkese çok teşekkür derim.
  • bu ülkeden hala umudu olanları gördükçe yeminle içim kıyılıyor artık. idrak edin olum artık, bu ülke geri dönülmez bir şekilde karanlığa girdi. tamam biz de biliyoruz, hiçbir zaman bir norveç, finlandiya, avustralya olamayacaktı zaten, bırak onları rusya'dan elini tam kurtaramamış azerbaycan, komünizmi hala atlatamamış bir doğu avrupa ülkesi bile olamayacaktı ama en azından sokakta yürürken katil olmak istemiyorduk lan eskiden.

    tarım alanları bitmiş, su kaynakları tükenmiş, ormanları yok edilmiş, şehirleri parsellenmiş bir toprak yığını burası artık olum, taşı maden, toprağı siyanür, suyu hes olmuş. bunlar paylaşılırken kendine zırnık kadar pay almayı marifet sanan çıkarcılarla vatan kurtarmaktan falan bahsediyoruz bak. boşa uğraşmayın, soysuzluğunu hırsızlığını, azgınlığını daha sessiz yapabilmek uğruna evlatlarımızı 20 yaşında gömüp "şehitlik çok güzelmiş cnm" edebiyatı ile acımızın bile üstünü örtmeye çalışan kahpelerle baş edemeyiz biz.

    cahil yetiştiren okullardan, ameliyat yapacak doktoru kalmamış hastanelerden, tükenmiş sanayiden, utanmasa vergi levhasına "ana faaliyeti: adam dövmek, öldürmek" yazdıracak esnaftan nasıl bir gelecek kurulabilir artık? yunan adalarına kaçmak isteyen suriyeli göçmene sahte can yeleği satmayı düşünen, planlayan, gerçekleştiren adam var aramızda. avuç kadar botlara onlarca insanı batacağını bile bile dolduruyorlar, hepimizin gözü önünde. aylan'ın bedeni kaç lira için kıyıya vurdu, bir insaflı açıklasın yahu?

    3 liralık doları, 5 liralık benzini, 50 liralık eti, cari açığı, ihracatı falan bütün bunları ciddi ciddi düşünmeyi bırakalım. yahu emel sayın'dan, fikret kızılok'tan, barış manço'dan, cem karaca'dan bir harf bile öğrenememiş, müzik diye "miş-miş, dan-dan, oh-oh" mertebesine batmış kepazelere maruz kalıyoruz. neşeli günler'den recep ivedik'e, uğur mumcu'dan selahattin çakırgil'e, kadir mısıroğlu'na, tuğçe kazaz'a... huzur bizi nasıl bulabilir?

    şiddeti marifet sayan, cehaleti kutsayan, töre diye bağnazlığa biat eden, gülmeyi aşağılayan, ölmeyi sıradanlaştıran insanlar her tarafımızı sardığı için korkuyoruz. açlığına şükreden, yalancılara mum diktiren, hırsızlara biat eden bu kaypaklar ordusundan bahsediyoruz. bu orduyla savaşamazsınız!! metroya metrobüse otobüse minibüse binerken, yaşınıza, kucağınızdaki çocuğa, özürünüze bakmadan üzerinize çıkan, "hadisene kardeşim" diyen orospu çocuklarının leş kokan nefesini hissediyoruz, kapıdan dışarı adım atınca, her yerde. nefretimize bata çıka yürüyoruz. lan 15 yaşında 16 kilo bir çocuk toprağa girdiğinde "ee su testisi su yolunda" diyenleri gördükçe bu ülkede insanlık bitmiş dedik hepimiz. özgecan'da, baran'da, yarbay'ın feryadında, öldürülen her insanda. en son da çoğumuzun oğluyla yeğeniyle yaşıt o zavallı çocuğun bedeni kıyıya vurunca insanlık bitti dedik dün.

    ne bitmez "insanlık" varmış bu topraklarda.
    yerin dibine batsın!
  • sadece fakirlik olsaydı bu ülkenin problemi, durum bu kadar boktan olmazdı. zaten fakirlikten başka sorunları olmasa fakirlik olmazdı ya neyse.

    kıyaslayın türkiye'yi. gdp per capita'sı denk ülkelerle kıyaslayın. rusya, arjantin, brezilya, geçmişte bulgaristan ile romanya, kriz dönemi yunanistan vs.

    bu ülkelerin hiçbirinde türkiye'deki gibi siyasi baskı ve tiranlık yok vatandaş üstünde. vergi adaletsizliği bu düzeyde değil hiçbirinde.

    rusya'yı da diktatör yönetiyor ama gidin bakın gençlere. öyle büyük bir baskı altında değiller, sadece fakirler. öyle bir fakirlik insana koymaz. iphone alamazsın xiaomi alırsın, bmw alamazsın renault'ya binersin vs bu dert değil.

    bu ülkelerde de insanlar dertli ama gidip üç kuruşa 2 bira alıp, bi şişe votka alıp kafayı çekebiliyorlar. ne polis gelip sen hayırdır diyor ne de bir şişe bira bu kadar pahalı.

    gençlerin hepsinin elinin altında motosiklet veya eski püskü arabalar var. türkiye'den bin kat ucuza satılıyor. neden? çünkü üstünde vergi yok. adamlar fakir çünkü paraları yok. yaptıkları işin geliri düşük. ama devlet böyle cezalandırır gibi, küfreder gibi garibandan vergi almıyor. öyle fakirliğe katlanır insan dert değil.

    bir başka konu; bu ülkelerin hangisinde askerlik bizdeki kadar kötü koşullarda ve ölüm tehlikesi altında yapılıyor? sonra da gitmemek için borç alıp haraç ödemek gerekiyor?

    bu ülkelerde de gelir adaletsizliği var ama vergi adaletsizliği bu seviyede değil. türkiye'de daha önce de fakirlik vardı, hiçkimse açım diye isyan etmiyordu. neden? çünkü devletin vatandaşı sömürü sistemi bu kadar geniş çaplı değildi. fakir olmak başka şey, sömürülmek başka bir şey. türkiye'de fakirlik üstüne bir de sömürü var. tüm bunlar yetmiyormuş gibi baskıcı, tepeden inme kurallar getiren, faşizan bir yönetim var. vatandaş fakir olabilir bari rahat bırakın istediği gibi yaşasın ona bile müsaade etmiyorlar.

    iddia ediyorum. türkiye'yi hiç yönetmeyin, verilen kararlar sadece en beklendik sıradan kararlar olsun, türkiye bugünkü konumundan çok daha gelişmiş, çok daha müreffeh bir ülke olur. başımıza ne geliyorsa kahraman olmaya çalışan avamların işgüzarlığından geliyor.
  • bu ülke, mavi işaretli olanından sıcak su akan muslukların; odanın lambasını yakmak için yukarı kaldırılan anahtarların; bir türlü yerine oturmayan kapılar ve kilitlerin; hiçbir zaman zeminle aynı seviyede kalamayan rögar kapaklarının; yapılmasının üzerinden daha bir ay geçmeden kırılan, çöken kaldırımların, yolların; işini layıkıyla ve sonuçlarını öngörerek yapmayanların; başına bir yaptırım gelmeyeceğini bildiği için umursamayanların; ardından da başına gelen kötü olaylar yüzünden yanlış kişi ve kurumları suçlayanların; hiçbir meselenin bağlantısını kuramayanların ülkesi.

    bu ülke, niteliği ve eğitimi sayesinde değil, tanıdığı ve parası yüzünden mevkilere erişenlerin; eyyamı ve adam kayırmayı adetten sayanların; kendinden başka kimseyi düşünmeyenlerin; kendi çıkarı için başkalarının hakkını yemeyi gelenek edinmişlerin; eğitimi, bilgiyi hor görüp aşağılayanların ülkesi.

    bu ülke, eğitim kurumlarının geldiği rezil hale ses çıkarmayanların, ses çıkaranları bastıranların; hayatında tek bir kitabın kapağını kaldırmayıp, tek bir araştırma, inceleme, istatistik görmeyip, aydınına, okumuşuna saydıranların; onlarca çöp üniversitenin yüzlerce çöp bölümünden hayata, kültüre, sanata, bilime, eleştirel düşünceye dair hiçbir entelektüel birikim elde etmeden, batak oynayıp son gece çalışarak verdiği sınavlarla mezun olup kendini bir bok sananların; alanına, uzmanlığına hakim olup dünyadaki gelişmeleri takip ederek nitelikli bireyler yetiştirmeye çabalamak yerine, intihalle, kıç yalamayla koltuklarına yapışıp akademinin içine sıçanların; devletin okullarını gerici propaganda üslerine çeviren yılanların ve buna karşı organize tepki koyamayan veliler ile öğretmenlerin ülkesi.

    bu ülke, çıkar için her fırsatta kanun değiştiren iktidarların; vatandaşını tahakküm odaklı kanun yapan devletlerin; birkaç bin liraya satın alınan hâkimlerin; kendini milletin ağası, devletin tabancası gören savcıların; bunlara karşı durup diş göstermek için bir türlü örgütlenemeyen, çıkar peşinde avukatların; denetimsizliğin, hukuksuzluğun, adaletsizliğin, her türlü kötülüğü yanına kâr kalanların ülkesi.

    bu ülke, bilime her konusu açıldığında direnç gösteren, yeri geldiğinde aşağılayan, fakat modern tıbbın nimetlerinden işi düştüğünde faydalanmak için ayakları kıçına çarpa çarpa koşan ikiyüzlülerin; göstermelik sosyal güvencelerin; rezil hastanelerin, doktor öldüren hasta yakını canilerin, yarım yamalak iş yapan ihmalkâr doktorların; sağlığına kavuşmaya çalışanları soymayı meşru gören yöneticilerin ülkesi.

    bu ülke, rüşvetin, yolsuzluğun, hırsızlığın, sömürünün, zerre karşılığı alınamayan, iktidar ve yardakçılarının ceplerine doldurulan vergilerin; verdikleri avantalarla milyarlık ihaleler alıp, üstüne vergilerini sildiren, katma değer için değil, görmemişliğini doyurmak için çalışan, inşaatından medyasına, sanayisinden finansına bütün sektörleri iktidarın altına peşkeş çeken, doğasından dokusuna memleketin her yerini talan eden açgözlü şerefsiz patronların ve olan bitene bir türlü sesini çıkarmayan, “bir gün ben de onlar gibi olacağım!” umuduyla bekleyen onursuz çalışan ve işçilerin ülkesi.

    bu ülke, yanlarından ayrılmanın birkaç saniye sonrasında arkandan konuşmaya başlayanların; terbiyesizlerin, gıybet meraklılarının, yan gözle bakanların, tepeden görenlerin, açık kollayanların; kendini en ahlaklı, en düzgün, en doğru göstermeye çalışıp, kapalı kapılar ardından en rezil, en ahlaksız, en leş hayatları yaşayanların; sözünün arkasında durmayanların; bir dediği diğerini tutmayanların ülkesi.

    bu ülke, “s*ken”, “a*ına koyan” erkeklerin; "delikanlılık" taslayıp karısını aldatanların, dövenlerin, öldürenlerin; tecavüzcülerin, pedofillerin, cinsel sapkınlıkların; kadın, lgbt, kürt, alevi, ne kadar kendinden farklı varsa hepsine nefret kusanların; zalimlerin, siyasal islamla iç içe geçmiş ataerkilliğin; biri sünni, türk ve erkek olmadığı sürece zaten sınırlı sayıdaki özgürlüklerine el koyulabilmesini, gerekirse hayatlarının ellerinden alınabilmesini meşru görenlerin; pisliğin, kokuşmuşluğun ülkesi.

    bu ülke, zevksizlik abidesine dönmüş şehirlerinde tek mimari ortak noktaları gerçek kıblelerine dönük çanak antenli evlerinde oturup, devletin propaganda kutusuna dönmüş televizyonlarındaki nefret saçan dalkavuk çığırtkanları, beyin öldüren yarışma ve programları, zerre entelektüel derinlik barındırmayan seri üretim rezil dizileri izlerken ağızlarından sular akan milyonların; ölüm haberleri verilirken muhabir arkasından gülerek kameraya el sallayanların; papağan gibi iktidar ne derse tekrar eden andavalların; aksini söyleyene sansürün, yasağın, baskının, dayatmanın; aksini söylemeye ortam sağlayabilecek resmin, müziğin, edebiyatın, tiyatronun, sinemanın, mimarinin, heykelin suratına tükürenlerin; olanı, işleyeni, estetiği, güzeli satan, satamıyorsa da yıkıp yerine kendi iğrençliğini dikenlerin ülkesi.

    bu ülke, nefretin, hoşgörüsüzlüğün, ayrımcılığın, düşmanlığın, mezhepçiliğin, hemşericiliğin, ırkçılığın, terörün, patlayan bombaların, parçalanan cesetlerin; sokak ortalarında, bodrumlarda, nöbet yerlerinde, görev başlarında, hapishanelerde, gözaltı odalarında, minare diplerinde infazların; ölümlerin, katillerin, ölülerin arkasından ölülere de, ölülerine feryat edenlere de küfredenlerin; haykırışlara sırtlarını dönenlerin; düşene bir tekme de kendileri vuranların ülkesi.

    bu ülke hiçbir zaman aydınlanmaya dönük, her alanda eşitliği, her anlamda özgürlüğü, temel insan haklarını, sosyal adaleti, mutlak barışı, yalnızca kendisi için değil, herkes için huzur ve refahı isteyenlerin ülkesi olmadı. çünkü bu ülkede bu değerlerin hiçbiri savaşılarak kazanılmadı, dolayısıyla gerçek değerleri anlaşılamadı.

    bizler hiç bunların savaşını vermedik ve bugün bu ülkede nefret edilen bir diğer azınlıktan başka bir şey değiliz. sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik hayatın bütün katmanlarındaki bu çürüme ve yozlaşma, bu ölçülemeyen boyutlara ulaşmış nefret, patlayan bombalar, söndürülen hayatlar, temennilerle, lanetlemelerle sona ermeyecek. eğer “bu ülke bizim de ülkemiz!” diyebilmeyi, içinde bulunduğumuz bataklıkta binbir zorlukla edindiğimiz bu “evrensel” değerlerin benimsenmesini, içine doğduğumuz bu lanetli toprakların da bizi ve bu değerlerimizi benimsemesini istiyorsak, bunun savaşını vermekten başka çaremiz yok.

    aksi takdirde “yabancısı” olduğumuz bu ülkede, hiçbir zaman yerimiz olmayacak.
  • son bir buçuk yılda tam altı tane dişim döküldü. en sonuncusu o kadar sallanıyordu ki dişciye bile gitmedim. en son dişimi çekerken ''geceleri böyle dişlerini sıkmaya, çeneni kitlemeye devam edersen dişin kalmaz yakında'' demişti hekim. canın yanıyordu, yemek bile yiyemiyordum. canımın yanması hoşuma gidiyordu. beynim, tüm duyularım, insani hislerim hepsi o diş acısına odaklanmıştı çünkü. en sonunda elime bir pense aldım zorlamadan kendim çıkardım. ağrısı dindi. diş acısı gitti yerine yine gönül sızısı kaldı.
    hayatımda yaşamadığım duyguları yaşıyorum.
    hayatımda ilk defa korkuyorum. ben bu yaşıma kadar kimselerden kokmadım. canımın yanması , terk edilmek, bir yakını kaybetmekten korkmadım ben. kendimden de korkmadım.
    artık korkularım var.
    çok korkuyorum.
    dün gece çok fena bir yağmur vardı burada. burnumu çeke çeke yürüdüm . kendime geldiğimde sahilin kenarına oturmuşum. elimde bir bira ve sigara sırılsıklam öylece bakıyorum fırtına ile yerle bir olmuş denize.
    sonra arkamı döndüm. yağmur ve karanlıklar içerisinde zar zor görülen evlerin pencerelerinden gelen ışıklara baktım bir süre. ağzımda bir küf tadı, burnumda bir yanık kokusu. burnum sızladı. ne acılar çekiliyor şimdi o duvarların arkasında. kim bilir hangi kadın dayaklar yiyor, hangi çocuk kendisine abi, baba,dede diye hitap eden canlıların tacizine uğruyor.. bu yağmurda işinden, okulundan gelen hangi kadın peşinde ki gölgeden kaçıyor.
    üşüdüm ben. ilk defa üşüdüm dün gece. tanıyanlar, bilenler her sabah yaz kış soğuk su ile yıkandığımı, sadece buzlu su içtiğimi mevsim ne olursa olsun nerede olursam olayım en fazla t-shirtin üzerine uyduruk bir şeyler giydiğimi..soğuğu ne kadar çok sevdiğimi bilir. ilk defa üşüdüğümü hissettim. ilk defa beni ısıtacak bir şeyin bu ülkede artık olmadığını fark ettim.
    üşümek çok kötü bir duyguymuş.
    özgecan geldi aklıma. kim bilir ne kadar üşümüştür, berkin geldi o hastane köşelerinde ne kadar üşümüştür. saçları iki hafta da beyazlayan ali korkmazın annesi geldi aklıma evladını kara toraklara verirken ne kadar üşümüştür.
    korkuyorum ben artık.
    yolda el ele dolaşan mutlu bir çift gördüğümde, evladı ile oynayan bir anneye baktığım da, sevdiklerim bana gülümsediğinde korkuyorum. bir hayvan gelecek bu mutluluğu bozacak diye korkuyorum. hiç tanımadığım bir insanın gülümseyen bir fotoğrafını görünce artık içim sızlıyor. bir gün bu gülüşü kaybolur mu?
    babası bir inşatta ölür mü? annesi bir gün mutlu olmadığında gitmek isterse öldürülür mü? kardeşini karanlık bir sokak da linç ederler mi? bir sapık ''seviyorum lann'' diye haykırıp midesine bir bıçak sokar mı?
    aklım bir geliyor bir gidiyor artık.
    üşüyorum ben bu ülkede. çok üşüyorum.
    sevdiğim insanlar yüzüme baktıklarında mutlu olduklarında ağlamak istiyorum.
    korkuyorum artık.
    omuzlarım her geçen gün daha bir çöküyor. ben ki hayatı son damlasına kadar sömürmeye daha on altı yaşımda söz vermiştim. ölmek istiyorum bazen. bazen bir araba falan çarpsa beynim aksa. hiç görmesem hiç duymasam istiyorum.
    çok üşüyorum. üşümeyi sevmiyorum.
    ilaç, anti depresan uyuşturucu falan da kullanamıyorum. belçika'lı epey tanınmış bir psikatrist arkadaşım var. dün ona anlattım tüm dertlerimi.epeydir bura da yaşıyor. yardım istedim. saatlerce konuştuk ''zaten bunları görüp de rahat uyuyorsan sorunların var demektir. ben sana yardımcı olamam zaman ver kendine'' dedi.
    bu laftan sonra üşümeye başladım ben. bitmeyecek çünkü bu kahpelikler. zombi sürüsü gibi çoğalıyor bu güzel ülkeyi bana dar eden yaratıklar.
    bunun bir çaresi var mı?
    neden üşüdüğümü biliyorum ama adını bile koyamıyorum. çaresini nasıl bulacağım.
    saatlerce baktım durdum özgecan'ın resmine.
    saatlerce baktım o ana kuzusunun şimdi üzerinde zıplayan, onu suçlayan, nereli olduğıunu sorgulayan yaratıklara.
    çok üşüyorum ben artık bu ülke de. burnumu çekmeye başlıyorum durup dururken.
    kendimden, erkekliğimden tiksiniyorum.
    kimseleri çok sevmemeye çalıştım ömrümce. hep uzak durdum aşık olmaktan bağlanmaktan. birgün çok sevdiğim birisini kaybedersem ne yaparım? diye avuttum kendimi.
    yüzü karalarda bir damla göz yaşı ile bana bakan madenci abim olmuş
    meydanlarda yuhalanan berkin'in annesi ablam olmuş
    ali korkmaz kardeşim olmuş.
    özde ve onlarcası benim sevdalım olmuş da haberim yokmuş.
    bir yerlerimden bir şeyler kopuyor artık.
    çok üşüyorum.
    ne kadar sevmiştim oysa seni. üç tarafı denizler ile her santimetre karesi acılar, gözyaşları, dermansız dertler ile dolu ülkem.
    hep içimi ısıtırdın oysa. kar yağarken bile buzlu su içerdim koynunda.
    çok kaçtım senden. hep geri döndüm. çok iyi bir adam olmadım ama ben bunu hak etmedim..
    kırgınım sana. küskünüm. beddualar, küfürler de edemiyorum artık.
    umudum kalmadı senden. ben vazgeçiyorum. seni hiçbir zaman affetmeyeceğim türkiye..
  • türkiye'nin gidişatı gidişat değil.

    akp hükümeti 80 darbesinden sonra ülkedeki baskın iki siyasi hareketin başının ezilmesi ile birlikte palazlanan din odaklı hareketin meyvesini toplamaya başladı. artık tek başlarına kanun yapma ve yaptıkları kanunu içlerinden gelen cumhurbaşkanı sayesinde diledikleri gibi yürürlüğe koydurtma şansları var.

    özellikle 80'den itibaren askeri vesayetin mikro düzeyde eziyet ettiği bu güruh, erki eline geçirince kendilerine yapılan eziyeti karşılarındakine yapmaktan kaçınmıyor. bir şansları vardı, gerçekten bu ülkeyi daha özgür bir hale getirebilirlerdi, tasfiye ettikleri askeri vesayetin tehditi ortadan kalktıktan sonra bu ülkede ne türban takana, ne mini etek giyene, ne beş vakit namaz kılana ne de ateistine ses edilmeyecek bir ortam yaratma şansları, güçleri vardı. yapmadılar. intikam duyguları baskın geldi.

    tasfiye ettikleri askerin yerine kendi askerleri olan polisi koydular. yargı organlarını kendi yandaşları ile doldurdular, yürütme zaten kendilerindeydi, yasamayı da meclis çoğunluğu sayesinde ellerinde tutunca güçler ayrılığı bitti.

    şimdi kağıt üzerinde demokrasi, pratikte ise diktatörlük rejimi hakim.

    muhalefet uyuyor; chp'den haber alınamıyor. mhp zaten muhalefet falan değil, ülkede tek etkin muhalefeti yapacak akla sahip bdp'nin derdi zaten farklı.

    2011 genel seçimlerinde %50 oy alan akp'den öyle ya da böyle memnun olmayan partilerin oy oranları toplamda %46 falan. bunun %13'ünü memnuniyetsizmiş gibi gözüken ama kürtlerle ilgili olanları hariç her kritik oylamada akp'nin yanında olan mhp oluşturuyor.

    olay şu ki, seçimin dinamikleri gereği akp %50 oy almasına rağmen, mecliste halkın %60'ını temsil ediyor. 550 sandalyenin olduğu meclisin 330 sandalyesi akp'nin. halbuki %50'nin karşısında tek bir parti %46 alsa, ya da mhp'yi yine geçiyorum, %33 oyu bir parti %13 oyu yine mhp alsa bu güce erişemeyecekler. daha uzlaşmacı olmak zorunda kalacaklar. her istediklerini yapamayacaklar.

    mevzu dönüp dolaşıp bu tek paydası akp karşıtı olmak olan güruhu birleştirmeye geliyor. ama birbirleriyle öyle çelişiyorlar ki.

    bdp'nin atatürk ve chp alerjisi, chp'nin ulusalcı diye nitelendirilen dogmatik kemalist çizgisiyle taban tabana zıt. o kadar zıt ki, bir noktada bdp akp'yi kendine daha yakın buluyor. çünkü akp'de de aynı alerji var. bu noktada bdp ile akp bu sefer de chp karşıtlığı paydasında buluşuyorlar. bdp haklarımız, halkımız dedikçe chp içindeki statükocu kesim atatürk türkiye'sini yıktırtmayız diye ayaklanıyor, bdp'nin karşısında safları sıklaştırıyor. farkında değiller ki atatürk türkiyesi'ni bdp yıkmıyor.

    akp'nin karşısında buluşabilecekleri tek ortak nokta olan özgürlüklere müdahale kısmında da yine doğaları gereği karşı karşıya geliyor. çünkü chp'de hakim olan görüş özgür olalım ama kürtler o kadar da özgür olmasınlar. özgürlüğü durumları/kültürleri/geçmişleri gereği hakkaten önemseyebilecek tek hareket olan bdp ise dediğim gibi kendi derdinde, farklı bir ajandası var ve bu ajanda akp tarafından ara sıra beslendikçe seslerini çıkarmıyorlar.

    ama çok geç olacak. tüm özgürlükler elimizden alındıktan sonra birleşecek bir ortam da kalmayınca gerçekten çok geç olmuş olacak.

    iki ihtimal var bu yüzden. ilki çok olası gözükmüyor. dediğim gibi akp karşıtı olan tüm fraksiyonların bir olması. seçime girmesi. akp'nin elinden yasama gücünü alması. sonra zaten bir kalamayacakları için dağılıp kendi siyasetlerine bakmaları. ama bunu göze alamazlar, kendi seçmenlerine anlatamazlar durumu. zaten kendi seçmenlerine anlatacak kadar da ileri gidemezler, alerjen durumları müsade etmez.

    ikincisi ise bu hareketlerin içinden gerçekten insana, özgürlüğe, barışa ve eşitliğe değer veren insanların birleşerek bambaşka bir hareket kurması. bu hareketin ben ülke genelinde büyük bir güç haline gelip iktidar olabileceğine ihtimal vermiyorum. ama etkin muhalefet yapmak da bir hedeftir. zaman içinde güçlenerek sesini yükseltmesi bir başarıdır. akp'nin aldığı %50 oy içerisinde duyguları istismar edilerek kullanılmış proleteryanın aslında daha iyi şartlar altında yaşayabileceğini doğru bir şekilde anlatarak akp'yi güçsüzleştirmek hedefleri arasında olmalıdır.

    yazarken acı bir şekilde farkettiğim ise bu ikinci güzel ihtimalin ilkinden bile zor olması. çünkü steinbeck'in "amerikada sosyalizm tabana yayılamadı çünkü fakir insanlar kendilerini sömürülen proleterya değil henüz zengin olamamış milyonerler olarak görürler" sözünü hatırlatan bir toplum var. bu ülkenin yapısı bozuk. bilinçli olarak cahilleştirilmiş halk, ne zaman devrim gerçekleşecek olsa yapılan darbeler ve insanın malesef içinde olan bencillik duygusunun birleşimi sayesinde kısa yoldan zengin olabilmenin hayalini kuran fakir insanlar ezildikleri zaman ilerde ezmenin, aç kaldıkları zaman ilerde voliyi vurmanın, sömürüldükleri zaman da sömürmenin hayali ile yaşıyorlar. ve bu hayalin canlı örneği iktidarda iken kendilerini onlarla özdeşleştirip "yiyolar ama çalışıyolar abi" aymazlığını onaylıyorlar. en son çıkan cep telefonunu düzgün bir geliri olmadığından kredi kartı olmasa bile 24 ayda alabileceği sistem kurulu, demek ki durumum o kadar da kötü değil diyor. hayalleri tasarlanmış, o tasarımın içinde daha iyi bir ülkede yaşamak yok. daha rahat yaşamak var, sabun köpükleri ile arada rahat yaşıyormuş ilüzyonunu sunuyorlar.

    ufak galibiyetler veriyorlar, zafer ise onların oluyor. taban böyle olunca da tünelin ucunda ışık gözükmüyor.
  • son 7-8 aydır içinde yaşayan 7'den 77'ye herkesin sıyırıp tırlattığı bir ülkedir.

    bugün, bu ülkede ortalama 1-1.5 saatlik bir ana haber bültenini izlemeye kalktığınızda göreceğiniz şeylerin tam sıralı listesi şu şekildedir;

    -meclisteki sözlü, yumruklu, uçan tekmeli, su ve bardak fırlatmalı kavgalar.

    -herkese fırça çeken, posta koyan, gider yapan, kendinden olmayanı yeren, olur olmadık her şeyin açılışına giden ve açılışta da fırçalara, giderlere, postalara devam eden, gazeteci azarlayan, mhp'ye mehape, chp'ye de cehape diyen bir başbakan.

    -inanılmaz yolsuzluk davaları, yerleri değiştirilen polis, polis amirleri, savcı ve hakimler.

    -protesto yapan kamyoncu ve tırcılar.

    -protesto yapan avukatlar.

    -protesto yapan taksici ve servisçiler.

    -protesto yapan doktorlar.

    -fırça çeken bir başbakan.

    -protesto yapan öğrenciler.

    -protesto yapan doktorlar.

    -sinirden kızarmış tüm gücüyle bağıran başbakan.

    -protesto yapan futbol taraftarları.

    -iki de bir "ben bilmem başbakana sorun bence siz onu" diyen yardımcısı.

    -bir şeylere bağıran bir başbakan.

    -protesto yapan kuyumcular. (ki böyle bir şeyi tarih yazar mı bilmiyorum)

    -protesto yapan partililer yahut sivil halk.

    -birilerine atar yapan bir başbakan.

    -grev ve protesto yapan işçiler.

    -kocasından boşanmak istediği için öldürülen kadınlar.

    -paralel yapı.

    -çocuk istismarı ve hayvan zulmü ve katliamları.

    -kafayı yeyip çatının tekinden kendini atmaya çalışan vatandaşlar.

    -herkesi suçlayan bir başbakan.

    -paralel yapı.

    -sansür ve yasakların özgürlük uğruna yapılan hareketler olduğunu bağıra bağıra, sinirli sinirli haykıran bir başbakan.

    -paralel yapı.

    -başbakan sinirli.

    -yolsuzluk.

    bla bla bla.

    10 kişi değil, 10.000 kişi değil, herkes sıyırmış durumda.

    cumhuriyet tarihi böyle bir kaosa şahit olmuş mudur bilmiyorum. hani, cumhuriyetle yaşıt bir insanı bulup, sorsak böyle bir kaosa hiç denk geldiniz mi, böylesine bir kargaşaya tanık oldunuz mu diye ne cevap verir bilmiyorum.

    lan kuyumcunun kepenk kapatıp sokağa protestoya çıktığını tarih yazar mı abi? herkes sıyırdı, inanılmaz şeyler oluyor.

    televizyonlarda lan demek, salak aptal bilmem ne demek yasak. tosun paşa izliyorsun, sansürden reklamlar da dahil 75 80 dakikada bitiyor film. bir şey izlemeye yelteniyorsun biiip sansür. allah belamı versin ki geçen gün bir kemal sunal filmine bakınırken mini etekli bir kadının bacaklarının mozaiklendiğini gördüm ben.

    bugün sokakta hakkını aramak için protestoya kalkan insan ölüyor. öldürenler de çıkıp pişkin pişkin "hafifçe dürttüm yerdeyken" yahut "oruç tutmaktan kan şekerim düştüydü hatırlamıyorum bu adamı" dediği bir ülkedir türkiye.

    atılan yalanların haddi hesabı yok.

    zamlar almış başını gidiyor, bugün maltepe sigarasının 6 lira olduğu bir ülkedir türkiye. akşam 10'dan sonra içki yasağının olduğu, biranin 5 liraya, büyük rakının 60, litrelik rakının ise 80 liraya vurduğu, doların rekor üstüne rekor kırdığı, ortalama bir doğalgaz kullanımının aylık en az 150 lira, su-elektrik her şey uçmuş, ekmeğin 1, simidin 1.5 lira olduğu, kiraların özellikle istanbul'da korkunç olduğu bir ülke türkiye.

    kendinden ayrılmak istiyor diye karısını öldürenlerin günden güne arttığı, pedofili sapıkların ceza bile almadan etrafta dolaşabildiği bir ülke türkiye.

    kutuplaştırmaların olduğu, benden olmayan düşmanımdır mantığının aşılandığı, muhalefetin yasak olduğu, ses çıkarmanın günah olduğu bir ülkedir türkiye.

    garip garip ses kayıtlarının ortalıkta cirit attığı, samanyolu tv'nin muhalefet yaptığı bir ülke, her şey tersine döndü lan, stv muhalif bir kanal oldu. ana haberlerine bakın göbek atın resmen.

    internette yazdığınız bir şeylere binayen emniyetten birilerinin kapınızda belirebileceği bir ülke oldu türkiye.

    hırsızların hayırsever, tecavüzcülerin masum, muhalif olan herkesin ise günahkar ve alçak olduğu bir ülke haline getirilmiştir türkiye.

    kemal kötü, devlet kötü, selahattin kötü, sırrı kötü, gazeteci kötü, savcı kötü, doktor kötü, o kötü bu kötü, recep tayyip erdoğan iyi. kahraman.

    hoş kalın gözüm, geçmiş olsun.
  • (bkz: kuru kalabalık)
    dünya'nın en boş insanlarının yaşadığı ülkedir. fakir fukara çilekeş ülkelerin vatandaşları bile böyle boş beleş değildir. adamların hayatta kalmak için bir şeyler öğrenmesi ve onu çok iyi uygulaması gerekir zira. türkiye'de durum böyle değil. türkiye'de milyonlarca insan var üreten kesimin üstünden geçinen.

    90'larda bir söylem vardı. devlet bize baksın diye. o söylem gerçek oldu şu an. devletin baktığı milyonlar var. devletin ne olduğunu anlamakla ilgili bir gerizekalılık mevcut türkiye'de. devlet demek sen ben demek. şu an milyonlarca insan boş boş ortalıkta dolanıyor ve sen ben çalışıp onlara bakıyoruz. durum bu. ama bu duruma uyanmış kimseyi göremiyoruz.

    kimisi öğrenci olduğu için sağdan soldan sosyal yardımla(senden benden) geçiniyor. kimisi direkt akp'li olduğu için çeşitli vakıflardan(senin benim paramla finanse edilen) geçiniyor. kimisi 45 yaşında emekli olmuş senden benden geçiniyor. kimisi kapağı devlete belediyeye vs atmış gizli işsiz ve senden benden geçiniyor. kimisi harbi işsiz anasından babasından karısından kocasından abisinden ablasından geçiniyor.

    ya şu kodumun yerinde bu kadar insansınız. kaçınız bir şey üretiyor?

    söyleyeyim.
    türkiye'de çocuklar hariç her 2 kişiden birisi çalışmıyor. ya ev hanımı, ya emekli, ya işsiz, ya öğrenci, ya engelli ya da birşey birşey ama çalışmıyor. yani kuru kalabalık. %46 istihdam oranı yani çalışmayan çalışandan fazla. ki bu tuik raporu, güvenmeyin fazla. bunun içinde tonla polis, asker, atm memuru, torpilli atm belediye çalışanı, danışman zart zurt var.

    bu çalışanların kaçı bir şey üretiyor gerçekten?
    sanayide yaklaşık 6 milyon insan, tarımda yaklaşık 6 milyon insan çalışıyormuş türkiye'de. 12 milyon etmiyor toplamda ama hadi 12 milyon diyelim. türkiye'de bir şeyler yapan üreten insan sayısı bu. bunun da içinde bu sektörlerin satış pazarlama, reklam, yönetim zart zurtu mevcut. buğday üreten, un üreten, undan ekmek üreten, araba parçası üreten, plastik üreten insanlardan bahsediyorum. bunlar olmasa hepimiz acımızdan gebeririz.

    ben anlamıyorum bu kadar insan hizmet sektöründe çalışıyor. kime ve neye hizmet ediyorsunuz abi siz? bommmboş insanlara hizmet ediyorsunuz. hayır size sormuyorum. bu durumu yaratanlara soruyorum aslında.

    sonra da soruyorsunuz türkiye'de neden alım gücü düşük diye. ki bunu da soramıyorsunuz aslında. her şey pahalandı diyorsunuz.

    türkiye'de bir şey üreten yokki. türkiye koca bir saadet zinciri. herkes birbirini kazıklıyor.

    ülke çapında değil de ufak çapta düşünün. eviniz var. bu eve birileri yemek, su, elektrik, internet ve eşya sokmak zorunda. evde 8 kişi yaşıyor. bu evde yaşayan 8 kişiye karşın sadece bir kişi çalışıp para getiriyor. getirdiği parayla da tüm ihtiyaçlarını karşılıyor. türkiye bu işte. 8 kişiden 5'i hiçbirşey yapmıyor biri çocuk dördü işsiz bunların. kalan 2 kişi de evde size ve ev ahalisine hizmet ediyor. o dışarda çalışıp para getiren de evde öyle huzurlu falan değil ha. herkes etini kopartıyor akbaba gibi zavallının üstünden.

    böyle ev mi geçindirilir?
  • açıkça ve içtenlikle belirtiyorum: sağlıklı bir insanın türkiye’yle alakalı tüm beklentisini kaybetmesi en fazla iki, bilemediniz üç saatini alır. 2-3 saatten sonra belli bir uygarlık düzeyinde bilinci olan, gerçekçi, hassas ve hukuktan haberdar insanın türkiye’yle alakalı içinde olumlu bir his olmasının yolu yok. hele türkiye’de yaşayan yabancı bir kişi... onun söz söylemeye -bazılarının aklına göre- hakkı dahi yok.

    bayağıdır evden çıkmıyorum ama bu, içinde bulunduğumuz süreçle fazla alakalı değil: evden çalışıyorum ve haftanın 1-2 günü, 1-2 saat dışında evden çıkmam gerekmiyor. ben de çıkmıyorum. istanbulluyum. istanbul’da yaşarken bienale, müzeye, sergiye, sinemaya, tiyatroya gittiğim, dolaştığım; mahalleliyle, sokak çocuklarıyla kapı önlerinde konuştuğum; sokağın kedisini, köpeğini tanıdığım; dinlediğim, okuduğum, yazdığım; aklımda hiçbir şey yoksa arkadaşlarla 1-2 bira alıp, sokağa çıkıp yeni insanlarla tanıştığımız keyifli bir yaşamım vardı. bahsettiğim 5-10 yıl öncesi, fazla değil.

    şu an yaşanan ne varsa 5-10 yıl önce de vardı ama hiçbir şey böyle alenen yaşanmazdı, insanlar belki yine kötüydü ama kötülüğü böyle rahatça sağa sola yansıtmazdı: insanların genelinde tepki gösterme bilinci vardı, insanlar önemserdi tepki mefhumunu; bir şey yapacaksa bir kez daha düşünürdü, genelde yapmazdı. sokağa çöp atsa “n’apıyorsunuz?” diyen, bir kişi kendisine veya başkasına rahatsız edici şekilde baksa “neden bakıyorsunuz?” diyen; kediye, köpeğe zarar vermeye çalışan olursa “hayvanlara zarar vermeyin!” diyen insanlar vardı. hatırlıyorum: henüz 17 yaşımda bile değilken beni okulun girişine kadar takip etmeye çalışan kişiye simitçi tepki göstermişti, ona yanına kadar gidip “ne isteyeceksin?” demişti. adam da önce tanışıyormuşuz gibi yapmış, ardından yüzümdeki dehşeti anlayıp gitmişti. şu an yaşıyorsa simitçi aynı simitçidir, biliyorum ama orada o tepkiyi gösterse karşıdaki kişi ne gösterir; bıçak mı, faça mı, bilmiyorum. sokaktaki kişi başını çevirip bakar mı, bilmiyorum.

    böyle böyle ben kendi yaşamımı aldım, erteledim bir köşeye. tepki göstermeyen bir kişi olmadım, hâlâ değilim fakat türkiye’de insanların şu tavırsızlığının tekrar, tekrar tekrar, tekrar tekrar farkında olmanın ağırlığı bendeki yaşamaya meyilli hâlden hiçbir şey bırakmadı. heveslendiğim her an aklımdaki “ya öyle olursa, ya şöyle olursa?” fikri bende insanlara, insanlığa heves de bırakmadı.

    bahsedeceklerim, çoğunun her an yaşadığı konular, biliyorum ama bayağıdır evden çıkmayan, yaşamın insanın yüzüne her an bir tokat gibi çarpan yüzünü bayağıdır hatırlamayan bir kişi olarak bu akşam tekrar hatırladım ki türkiye’de sağlıklı insan, karşılaştığınızda yüzünden anlayacağınız kadar az. insanların geneline artık ne yazık ki olağan gelen konular olağan değil. bu bataklıktan kendimi soyutlayacak fırsatım olduğu için ben kendimi hiçbir an böylesine rahat hissetmemiştim, içimde hep eksiklik hissetmiştim. bu akşam anladım ki ben insanların genelinin şu anki hâliyle her an karşılaşsaydım açıkça gider, ruh ve sinir hastalıklarına “beni alın.” derdim. artık ne yazık ki haberdarım. alenen bilinçsizlik, hukuksuzluk, saygısızlık, şiddet, tedirginlik vb. bilumum mefhumu haiz bir filmde yaşıyoruz ama hiçbirimiz yaşadığımız hiçbir şeyin insan olarak, hâlâ insan olarak hiçbir şekilde karşısında dikilemiyoruz.

    19.00 gibi çıktık, deniz kenarına gittik oturup konuşmaya, denizi seyretmeye. ben bayağıdır yoğun çalışıyorum, salt yoğunluk ve yorgunluktan vareste bir akşam istiyordum. sakin bir köşeye oturduk. ilk dakikada denizin içinde bira yüzüyor. denizin içinde balık değil, bira yüzüyor. balık tutanlar veya artık her kimse denize bira atıyor, sonra “denizde neden balık yok?” diyor.

    her neyse arkadaşım balık tutmaya çalışıyor, ben de oturmuşum, sakince kitap okumaya çalışıyorum. çalışıyorum zira hemen yanda, insanların içinde (öyle “şarkı dinlerken insanları rahatsız etmeyeyim, kendi duyabileceğim şekilde dinleyeyim.” diyemeyecek kişiler.) aniden hoparlörle şarkı dinlemeye başladılar. ama öyle bir gürültüye o an herhangi bir insanın “lütfen kısabilir misiniz?” demesi değil, direkt polis çağırması gerekir. öyle böyle değil. bir insan, bir insan bile çıkıp “merhaba, burada insanlar oturuyor. insanları rahatsız ediyorsunuz. biraz kısabilir misiniz?” demedi. bu 5-10 yıl önce olsa en azından 1-2 kişi de olsa uyarırdı. ama uyarmadı. biliyorum, hafif bir konu olduğu fikrinde çoğu kişi ama değil: isteyen annesine, babasına sorabilir komşu böyle bir kanunsuzluk, saygısızlık yaptığında tepkilerinin n’olduğunu. bu, açıkça ayıptı, saygısızlıktı. arabanın içinde benzer şekilde şarkı dinlemeyi de geçtim, insanların oturduğu yerde bu şekilde hareket etmek düpedüz saygısızlıktı. ben çocukken gittiğimiz ormanda benzerini yapan 4-5 insanı uyarmaya benim annemle dedem gitmişti, “bu nedir? bunu lütfen kısalım.” demişlerdi. ayıptı yahu. şarkı dinlemek değil, dinlediğini dinletmek ayıptı.

    neyse, ben 10-12 metre öteye gittim. orada, o gürültünün içinde 1-2 sayfa bile kitap okumanın yolu yok. arkadaşım da uyarmaya yanaşmadı. ben de belki birazdan kısarlar diye öteye gittim. ne mümkün: orada da aynı gürültü, aynı kişilerin gürültüsü. geri geldim, “ben birazdan kalkıyorum, aklım almıyor, başım kaldırmıyor.” dedim. o da “bekle, birazdan birlikte gideriz.” deyince, kendileri de kendi gürültülerinden rahatsız olmuş olacak ki şarkı da biraz kısılınca, biraz daha kalmamda bir beis görmeden bekledim. önde bir sokak köpeği oturuyor. çağırdım, koşa koşa geldi, hemen başını sevdirdi, yattı öylece. 5-10 dakika sonra önceki yerine geri gitti, yatıyor. iki çocuk yerde yatıp birbirine kum atıyor. ama corona var, ama insanlar yaşamlarını kaybediyor... derken çocuklardan biri yerden birkaç taş topladı, hiçbir insana hiçbir zararı olmayan köpeğin üstüne attı. ya arkadaş, hiçbir insan “n’apıyorsunuz?” demiyor. “n’apıyorsunuz?” dedim, bakıp, tedirgin olup gittiler. köpek de kenarda bir şeyler yakan bir adamın (kenarda bir şeyler yakan, bir şeyler yakan, yolda.) yanına gitti. bu kez adam köpeği süpürgeyle kovalamaya başladı. yahu bu hayvan vebalı mıdır, bu hayvan sizin şeytanınız mıdır? bu, ne nefret? bir insan bile adamın yanına gidip “beyefendi, n’apıyorsunuz? hayvanın size ne zararı var?” demedi. hayvan ta arabaların yoğun olduğu sokağa gitti. orada bir şey olsa çocuk mu suçlu, çocuğun ebeveyni mi suçlu, adam mı suçlu? siz hayvanlara zarar veriyorsunuz, verdiğiniz zararın utancı yüzünüzü kızartmıyor, çocuğunuzu da böyle yetiştiriyorsunuz. çocuğunuz çocukken böyle taş atıyor, büyüdüğünde aynı diğer adam gibi köpeği süpürgeyle kovalıyor. siz de içinizden “ben ne yetiştirdim böyle?” demiyorsunuz, aynını çocuğunuza, çocuğunuzun çocuğuna öğretiyorsunuz.

    benim çocukluğum bir köpeğin karnında yatarak geçti, bir sokak köpeğinin... sokak sakininin köpeğe saygısı vardı, korna çalmaz, köpek kalkmasın diye köpeğin yanından geçerdi. şu anda insanlar köpeği yolun kenarından kovalıyorlar. köpek havlıyor, orada kalmak istiyor, bu kez sokak köpeklerini şeytan ilan ediyorlar. kâfi gelmiyor, onlara şiddet gösteriyorlar. bir insan da kalkıp “siz n’apıyorsunuz?” demiyor. bunları benimsemiş insanlar var, bunları yıllarca seyreden insanlar var. aynı insanlar köpeği sokaktan kovuyorlar. bir kişi arkadaş, bir kişi, bir kişi yahu adamın yanına gidip “sokak köpeğini süpürgeyle kovaladığınızı gördüm. size tam olarak n’aptığını açıklar mısınız? ben size herhangi bir şey yaptığını görmedim.” demiyor.

    gitmeden önce yandaki balıkçılardan biri balık tuttu, bayağı büyük bir balık. arada onlarla konuşmuştuk. kendilerine “ne balığı?” diye sorduk, “ayakkabı.” dediler. anlamadık. adam resmen ayakkabı teki tutmuş. denizden ayakkabı teki tutmuş. ya türkiye’nin üç yanı deniz, üç yanında deniz böyle, on yanı deniz olsa on yanı böyle olur. biralar yüzüyor, ayakkabılar dolaşıyor. denizde bir balık yok, bir balık yok! herkes öylece toplanıyor, geri gidiyor. balık gelmiyor değil, denizde balık yüzmüyor. deniz öyle deniz ki içinde balık yüzmüyor. seyretmek istesen, ekmek atmak istesen dolaşacak, ekmeği alacak balık yok. “rast gele!” diyorlar ama rast gelmiyor. gelmez ki.

    artık böylesine saygısızlık kâfi, içtenlikle, böylesine saygısızlık kâfi. balığın denizde, köpeğin çevrede yeri yok. kalkalım, dedik. ilerlerken yolda çekirdekleri, çöpleri yere atanlar; çocuğunun kolunu koparırcasına, sağa sola çarpa çarpa, bağıra çağıra yol alanlar; sokağa balgam atanlar, izmarit atanlar...

    eve vardım, öfkemi hâlâ içimde hissediyorum. açıklamaya çalışıyorum:

    uygarlıktan anlamayanlar, medeniyetsizler, sözüm size,
    bakın, medeniyetsizliğin medeniyetsize de faydası yoktur. medeniyetsizlik, hak edilmiş ağır bir ah gibidir. beddua gibi beddua edene geri gelmez, nereye gidecekse bekler, ağır hâl alır, ilerler ve ah edilene gelir. bir şekilde, öyle veya böyle gelir. siz yaşamasanız ileride çocuğunuza gelir, çocuğunuz yaşamasa onun çocuğuna gelir. rahatsız ettiğiniz her hayvan, her insan, sokağa attığınız her meta n’olduğu önemli olmaksızın bir şekilde sizi tanır ama bizi de tanır ve insanlık olarak bize topyekûn geri gelir. sizin yanınızda diğer insanlara da gelir. kestiğiniz her ağaçla, döktüğünüz her asfaltla sizin de soluğunuzdan alır. denize attığınız her çöple size balıksızlık olarak geri gelir. denize yol yaparsınız, deniz yolu yutar, parçalar, size böyle geri gelir. kediyi öldürürsünüz, fare, sıçan olarak gelir; tavuğu öldürürsünüz, kene olarak gelir; kurdu öldürürsünüz, yaban domuzu olarak gelir; çöpü sokağa dökersiniz, sinek ve bulaşıcı hastalık olarak size gelir, çöpçünün ahı olarak geri gelir. evine beş dakika önce gidebilecek insanın beş dakikasını alırsınız, size bir ömür olarak gelir. illa her konuda dava, hak, hukuk, yaptırım beklemeyin; aldığınız ah, sizde var olmayan sağduyuyu sizde yaratır, onun ağırlığı olarak gelir.

    bir hayvanın sokaktaki insandan kaçışındaki tedirginliğini hissettiğinizde anlarsınız neye neden olduğunuzu. bir ekmek vereyim, dersiniz ama hayvan size gelmez. o zaman o ah size vicdan olarak gelir. belki bu dünyada değil tam olarak ama ölüm döşeğinde, yanınızda olmasını istedikleriniz varken gelir. sizin aklınız illa o düşük ahlakınıza mütevazi mi olacak? dininiz size bunu belirtmiyor. bir çevreye bakın. kötü gördüğünüz her şey (görüyor musunuz ki?) bakın, geri geliyor. topyekûn geri geliyor.

    türkiye’nin ebesini bellediniz. denizinin, karasının ebesini bellediniz. en türk sizsiniz ama türkiye’ye en fazla zararı siz verdiniz. “allah’ın evi” dediniz çevreye, ağaca, ormana; çevreye, ağaca, ormana en fazla zararı siz verdiniz. balığı balık, dediniz, balığa zararı siz verdiniz; denizi deniz, dediniz, denize en fazla zararı siz verdiniz; ormanı orman, dediniz, ağaca, ormana en büyük zararı siz verdiniz. sokağında yürünmüyor, caddesinde çocuk tacize uğruyor; atı, eşeği, köpeği tecavüze uğruyor. bu zararı siz verdiniz. yabancı kişiler vermedi, siz verdiniz. hayvanların yüzüne bakacak yüzünüz yok, hayvana en büyük zararı siz verdiniz. kadını kadındır, dediniz, kadına en büyük zararı siz verdiniz. dağını, gölünü, havasını mahvettiniz, onlara da aynı milletten olduklarınıza da (sizin aklınızda önemli değil ama türkiye’de farklı milletten olduklarınıza da.) en büyük zararı yine ama yine siz verdiniz.

    sakin bir kişiye bile bunları dedirttiniz. ben türklükten, türk olmaktan utanmam ama bir türk evladı olarak sizden, sizin türk olmanızdan utanırım. siz türkiye’yi bu hâle getirmeniz nedeniyle utanın.
  • sadece son bir haftada olanlar:

    1) bir meclis uyesinin uyeligi anayasaya aykiri sekilde dusuruldu. anayasaya aykiri oldugu bilindigi icin (bkz: enis berberoglu karari) usule aykiri olarak yangindan mal kacirilir gibi meclis baskani tarafindan kursude okundu.

    2) 6 milyon oy almis bir parti hakkinda 6 senedir toplanan dosyalar bu hafta kapatma davasi dosyasina donusturuldu.

    3) istanbul belediye baskani 2 gun boyunca 4 ayri noktada sozlu saldiriya ugradi, hedef gosterildi.

    4) istanbul sozlesmesi kaldirildi. bu sozlesmeyi ilk imzalayan ve hazirlanmasinda en buyuk emegi olan ulke turkiye idi.

    5) 200 baz puan faiz artisiyla dunyada en fazla faiz veren 7. ulke olundu. kongo gibi afrika ulkelerinin de ustune cikildi.

    6) goreve baslayali henuz 4 ay olmus merkez bankasi baskani gorevden alindi. yerine bir yeni safak yazari atandi.

    7) korona virus tedbirlerinin gevsetilmesi neticesinde vaka sayisi gunluk 20.000 kisiyi asti.

    8) danistay secilmis belediye baskanlarinin belediye sirketlerine yonetici atamasi kuralini kaldirdi.

    9) gezi parki da aynen galata kulesi gibi belediyenin sorumluluk sahasindan cikartilip merkezi idare tasarrufuna birakildi.

    ınanilmaz degil mi? degil.

    tanim: duzelmeye baslamadan once cok daha fazla dusecek ulke. bunun sorumlusu da nasil 2010 referandumunda "yetmez ama evet" tayfasi olduysa, gunumuzde de "devlet ayri hukumet ayri sevinin lan yerli milli otomobile" tayfasidir. akillarini baslarina almazlarsa da o gunun kibir abidesi ahmet altan'in odediginden cok daha agjr bedeller odeyeceklerdir.
hesabın var mı? giriş yap