• ah ulan kendime dönüyorum böyle an'larda, kendime de dönmüyorum ya, aslında trajik bir gerçeği dikizliyorum, ortaya çıkarmış gibi değil de; yaşamak 'dan farklı bir şey sanırım yaşıyor olmak. zıtların uyumu üzerine sözlükte bir hayli şey yazıp çizmiş biri olarak, hayatımı sürdürüyor olma'nın gerisinde yatan asli sebebi ve hedeflendiğim şeyi aramaya giriştiğimde, karşıma nedense 15 yaşından beri düzenli olarak aynı şeyler çıkmakta, mesela les reveries du promeneur solitaire 'i * defalarca okumuşumdur, nietzsche 'nin zerdüşt 'ünü bilmem kaç kere hatim indirmişimdir, asıl olan biraz farklı sanırım, yani şimdi ise benim gördüğüm biraz farklı. mesela yalnızlığı böyle kitapla, filmle, müzikle geçiştirmek değil.

    zira çevremdekilere baktığım zaman; herkeste bir değişim söz konusu, hatta sadece insanlar davranşlarında değil, zaman da değişiyor, zamanın belli noktalarında huyları hiç yer değiştirmemiş gibi duranların bile aslında yaşlanmış olduklarını görüyorum. küçükken, büyüdüğümüzde yalnız kalacağımız, çevremizde bize kol kanat gerenlerin bir gün göçüp gittiklerinden ötürü hayat mücadelesinde korumasız bir kedi yavrusu gibi bir köşede kalacağımız aklımıza gelirdi ya, işte aslında 'yaşıyor olmak', sandığımız ne kadar abuk sabuk -aslen genel geçer olan- gerçeklik varsa onlara alışma, gardımızı alma ve mümkünse -e rağmen lerle tam zıt bir şekilde daha güçlü fakat daha tek, daha görmüş geçirmiş fakat daha kırılgan bir şekilde sevebilmek veyahut nefret edebilmekle alakalı diye düşünmekteyim.
    böylesi çelişik bir durumun izahı nedir diye pencereden kafamı çıkarıp doğanın akışına baktığımda, günün ağarması 'nı görüyorum fakat bir zamanlar günün ağarması başka anlamlarla vuku bulurken, bugün ise bambaşka bir imago olarak bana görünmekte.
    öyleyse benim algım da çevremdeki tüm maddelerin -atomların dik veya çapraz düşüşlerinin- değiştiği gerçeği gibi, bir statü şeklinde durmakta. öyle ya herkes her şey değişirken ben sabit ve rutin kalamazdım, yaşıyor olmam tıpkı attilla erdemli hoca 'nın * dediği gibi trajikti, her ne kadar ben de maddelerin mühim bir kısmını, hayatıma soktuğum kadarını seviyorsam da, hatta nefret ettiklerimin duruşları ve nefret ediş sebeplerim de insana özgü bir karalteristik ürünüdür, yine de değişim ve artık eskiden çare olan şey'lerin artık çare olmadığı ve benim yeni savunma yolları bulma gerekliliğim trajik olmaktan öte can sıkıcıydı. baktım ve algıladığım bu; yaşıyor olmak trajik, değişimin getirdikleri ise acı. 'yaşamak'tan farklı olarak, 'yaşıyor olmak' ifadesi, yeni yaşam koşulları, nefes alıp verişlerinden muzdarip olmak demektir, yaşayabilmeyi becermek, hatta kimi zaman bilinçsizce kundakta hiçbir emek sarfetmeden de olsa, yaşamı buraya kadar, getirebilmiş olmak.

    ovidius , epistulae ex ponto 'sunun son kitap, son mektubunu şöyle bitirir; "non habet in nobis iam nova plaga locum." yani "yeni bir darbeye yer yok artık içimde." * * işte böylesi bir durumda daha fazla laf etmeyip, bu entiriyi kapamak istiyorum, daha fazla kelimeye yer yok sanırım entiride, oy.

    edit @: gelen birkaç övgü dolu mesajın yanında, özellikle son paragraftaki ovidius alıntımı beğenenler olmuş. nedir, ne değildir üzerine sorular aldım, tabi bir parçadan bir dizeyi söküp çıkarıp ona değer atfetme telaşında olmadığım aşikar,, bunu çeşitli entirilerimde de ısrarla anlatmıştım, fakat inanın bana en azından ovidius 'un roma'daki yerini ve yaşadıklarını, sürgününü bilmeyenlere bir eklemem olsun, güvenin bana salt bu dizede ne görüyorsanız, ovidius 'un hissettirmeye çalıştığı şey o'dur, yani 'in nobis' aslında 'içimizde' diye çevrilmeliyken, 'içimde' manasında yer almaktadır dizede, bunun gibi ovidius hissiyatı göz önünde tutulmalıdır.
    bu ilgiye teşekkür edip, açtığım bu başlıkla da alakalı olduğunu düşündüğüm bu ilginç dizenin üstünde bir iki dizede neler anlatıyor ovidius, bunu da ekliyeyim;

    "..
    herşeyimi yitirdim; sadece bir yaşam kaldı elimde,
    hüzün duygusu ve hüzün kaynağı sağlasın diye bana.
    çoktan ölmüş bedenimi demirle dağlamaktan ne zevk alırsın?
    yeni bir darbeye yer yok artık içimde."
  • hissetmek için çağrışımlara ihtiyaç duyulandır.ya biri olmalıdır,ya bir yer(bir dağın yüksekleri mesela) yada ölenleri izlemek sürekli...hep uzak olmaktır o belirsizliğe..düşünmemek,derin bir nefes alıp devam etmektir yeniden..yeniden...
  • hani üstüne basa basa 'yaşıyor olmak trajiktir.' diyorum ya, aslında yaşıyor olmak biraz da direnç gerekliliğinden ötürü, zordur da. nasıl mı, bakalım cicero 'nun de finibus 'unda 'yaşamak' fakat bana göre 'yaşıyor olmak' nasıl değerlendirilmiş;

    de finibus, iii, 29
    "..ex quo intellegitur idem illud, solum bonum esse, quod honestum sit, idque esse beate vivere: honeste, id est cum virtute, vivere."

    " ..aynı şey sadece ahlaklı olanın iyi olduğu bahsinden de tasavvur edilebilir; aynı zamanda erdemli ve ahlaklı bir şekilde yaşamak -yaşıyor olmak- , mutlu yaşamaktır."

    sanırım benim şu sürdürülebilmiş yaşama sürecini trajik bulmam, eğrisiyle doğrusuyla bir kıvama getirilmiş olanla, anı yaşamak * * arasındaki farkla ilgili.
  • daha çok keder dolu olmak, gibi dursa da 'yaşıyor olmak' başlı başına mutluluktur.
    şöyle ki; 'tanrı var mı yok mu?' 'geleceğim nasıl şekillenecek?' 'ne işim var benim istanbul'da?' (bu sorunun bir benzerini iuvenalis, saturae yani yergilerinde sormuştur: "ne işim var benim roma da?" yani; "quid romae faciam?" {saturae, 3, 41} ) 'şu an keşke x 'in değilde y'nin başında olsaydım.' 'piç mıknatısım ben ya.' 'neden hep beni buluyor?' gibi sorunlarla cebelleşen ademoğlu aslında labyrinthos 'da balmumu kokan daidalos gibidir, kanatlarını takmıştır, kurtulmayı planlamaktadır, düşünmektedir en azından.
    düşün yoluyla varlığı kanıtlanmıştır, cogito ergo sum, gibi bir laf boşuna edilmiyor; doğru veya yanlış hiç farketmez soru soran insan arayış içindeki insandır, ümitsizliğe kapılmış gibi görünen insanın ümitsiz gibi duran sorusu bile aslında sorgulamaya ve kişinin hakikatine yöneliktir.
    işte bu hakikati sorgulama süreci aynı zamanda yaşıyor olma sürecidir.
    yaşıyor olma süreci her ne kadar değişimin ve gerçek olan ölümün de süresiyse de, aynı zamanda her an yepyeni bir oluşmanın da gerçekleştiği zaman dilimidir.
    bu zaman diliminde "bir salyangoz kabuğundan iplik nasıl geçirilir?" sorusuna, daidalos 'un ipliği bir karıncanın ayağına bağlayarak, karıncanın çıkışı bulmasını sağlamasıyla cevap vermesi gibi, en ince problemlerin çözümleri de oldukça ince yollarla elde edilebilir. bu aslında insanın doğasında vardır. sormak, sorgulamak hatta yaşıyor olma sürecini bunlarla tüketmek. insanın bu doğası pek septikmiş gibi dursa da, aslında yaşamanın prensipleri de bunu emreder. örneğin daidalos'un yukarıda belirttiğim soruya bulduğu çözüm aslında karıncanın doğasındandır, salyangoz kabuğunun doğasındandır, ipliğin doğasındandır ve bütün bunların bulunduğu bir mitos'da düşünen insanın doğasıdır. demek ki insan, yapısı itibariyle sorgulamaya itildiğinde doğaya uygun hareket eder, çözümü öz'de bulur. o halde stoacı düşünme sistemi; yaşıyor olma trajedisine ve bu entirime pek uygundur.
    insanın doğasına uygun olan bir şey de değişimdir; değişimin körüklediği en ilginç duygu yoğunluğu da vefasızlıktır. o halde bir alıntıyla kapıyorum entiriyi;

    ovidius, bir şiirinde vefasız bir dostuna şöylesine seslenmiş;

    "conquerar an taceam? ponam sine nomine crimen
    an notum qui sis omnibus esse uelim?
    nomine non utar, ne commendere querela,
    quaeraturque tibi carmine fama meo.
    dum mea puppis erat ualida fundata carina, 5
    qui mecum uelles currere primus eras.
    nunc, quia contraxit uultum fortuna, recedis,
    auxilio postquam scis opus esse tuo.
    dissimulas etiam nec me uis nosse uideri
    quisque sit audito nomine naso rogas. 10
    ille ego sum, quamquam non uis audire, uetusta
    paene puer puero iunctus amicitia,
    ille ego qui primus tua seria nosse solebam
    et tibi iucundis primus adesse iocis,
    ille ego conuictor densoque domesticus usu, 15
    ille ego iudiciis unica musa tuis,
    ille ego sum qui nunc an uiuam, perfide, nescis,
    cura tibi de quo quaerere nulla fuit.
    siue fui numquam carus, simulasse fateris,
    seu non fingebas, inueniere leuis. 20
    aut age, dic aliquam quae te mutauerit iram.
    nam nisi iusta tua est, iusta querela mea est.
    quod te nunc crimen similem uetat esse priori?
    an crimen, coepi quod miser esse, uocas?"

    "..şikayet mi edeyim, susayım mı? adımı vermeden bir
    kusur mu işleyeyim,
    yoksa herkese senin kim olduğunu mu tanıtayım?
    adını kullanmıyorum, şikayetlerim sana değer katmasın diye,
    ya da şiirimle ünün yenilenmesin diye.
    tekne sağlam bir omurgaya dayandığı sürece,
    benimle birlikte seyahat etmek isteyen ilk sen olmuştun.
    şimdi, kader yüzünü astığı için geri çekiliyorsun,
    ardımına ihtiyaç duyulduğunu anlayınca.
    iki yüzlülük yapıyorsun hatta, beni tanır görünmek istemiyorsun,
    adımı işitince 'naso mu, o da kim', diye soruyorsun.
    o benim işte, duymak istemesen de, neredeyse çocukken sana eski bir dostlukla bağlanan:
    o benim, senin ilk ciddi düşüncelerini bilen kişi, ve hoş şakalarını ilk dinleyen kişi:
    o benim, aynı evde iç içe yaşadığın adam,
    o benim, senin yargılarındaki tek esin perin.
    o benim, yaşayıp yaşamadığını bile bilmediğin,
    hayırsız adam, sorma zahmetine bile hiç katlanmadığın.
    senin için hiç önemli olmadımsa, öyle göründüğünü
    itiraf etmelisin, yok aldatmadınsa, vefasız olduğunu kabul et,
    ya da hadi söyle, seni değiştiren öfkeni; şikayetinde haklı değilsen,
    o zaman benimki haklı olur.
    hangi suçum seni önceki gibi olmaktan alıkoyuyor?
    yoksa zavallı bir hale gelmeme suç mu diyorsun?"

    * *
    epistulae ex ponto, 4,3
  • aynı zamanda acı ama artık varlığının garantisi in yaşam prensiplerinden clinamen yaşamayı bir seçenek olarak görmek'tir.

    "beyaz adamın
    kafasını mı
    dağıtmalıyım
    karaların kafasının
    muhtariyeti
    için."

    conrad kent rivers

    edit @: çeviren mevlüt ceylan imiş.
  • trajik statü demek insan zekasıyla, logos 'la bir alakası olmayan karşıtlık demektir.
    yaşamımız olabildiğince aklımızla, idealle çelişen eylemlerle doludur; o halde zeus ile prometheus arasındaki nesil çekişmesinde, hybris/@jimi the kewl ve pandora/@jimi the kewl başlıklarında kendi tavrımı ısrarla belirttim bu hususta; agamemnon ile klytaimnestra arasındaki karı koca, onun tetiklediği (evlatları) orestes ile annesi klytaimnestra arasındaki ana oğul karşıtlığında hep bir iyi ile kötü, haklı ile haksız değerlendirmesi ve bu değerlendirmenin ardından bir sonuç görüyorum.

    'yaşıyor olmak' başlı başına bu iyi ile kötünün, haklı ile haksızın, siyah ile beyazın, olan ile yok olanın karşıtlığından besleniyor diyebilir miyim, diye kendimi yoklayınca aldığım cevaplar pek olumlu geldi bana.
    fakat siyahtan kaçınmak istiyorsam, bir rehbere ihtiyacım var demektir, bana doğru yolu gösterecek, -doğru neyse gerçi o tartışılır ya- en azından belirlenmiş kurallar, ahlakın kütüğü, din gereklilikleri, daha açığı; benden önce yaşamış ne kadar insan varsa hepsinin el birliğiyle bilinçsizce veyahut bilinçli bir şekilde oluşturduğu bir kütleden beni haberdar edecek koro. belki de o durumda trajik durumdan kaçabilir miydim?
    daha doğrusu şöyle sorayım kaçınmaya çalıştığım mazmundan kaçabilmeyi başarırsam yaşıyor olmam trajikliğini yitirir mi?

    sophokles 'in korosu; elektra 'ya "..ne ağıtlarla ne de dualarla, dirilip çıkmasını sağlayamayacaksın hades 'ten , o her şeyi yutan denizden babanın. ölçülü olabilecekken, kaptırıp kendini üstesinden gelinemez acılara, kendi kendini mahvediyorsun yanıp yakılarak! katlanılmaz olana ahmakça katlandıkça bu felaketten kurtulamazsın." felaket salt babasının acısını yüreğinde yaşıyor olması değildir, düştükçe düşmüş elektra 'nın katil annesi ve onun sevgilisinin varlığı elektra 'nın yüreğini dağlar, fakat koro dediğim gibi, elektra'nın kendisinden önce yaşamış insanların, az buz bir şey değil bu; düşünen insandan bahsediyoruz, elbirliğiyle yarattığı hatta yaşayanların da yaşattığı koro ahmakça katlanmayı öneriyor bırakın kaçınmayı. evripides 'in iki dizesi elbirliğiyle oluşturulanı iyi anımsatıyor, beni de destekliyor; "..töreye uyarak tanrılara inanıyoruz." (hek. 800) "..uzun zaman adet olan ebedi ve doğadan gelmedir." (bakkh. 895)

    her ne kadar sophokles 'in, elektra 'yı uyaran korosu gibi bir rehberim olmasa da, ben de böyle bir korosuz yoluma devam ediyorum. kendi 'yaşıyor olmak' sürecimi diğer ölümlülerle birlikte geçiriyorum, kendi siyah ile beyazıma bakıyorum, gece ile gündüzüme, iyi ile kötüme, var olanla yok olanıma.
    kaybettiklerime bakıyorum mesela yalnızca, bu yaşıyor olma sürecimin zaten bir şeyleri muhakkak kaybetme süreci de olduğunu biliyorum, en azından yaşımı kaybediyorum, yaş halimi yitirirken hayatın en trajik oyunudur bu, yaşlandığımı anlıyorum. düşünsenize kaybediş süreci aynı zamanda doluş süreci oluyor, doldukça doluyorsunuz; hem iyi olanla hem kötü olanla, hem geceyle hem gündüzle, yaşıyor olma'nın getirisi trajik durumun idrakı açısından işte bu karşıtlıklar bilgisine ulaşmaktır.
    zaman, keskin uçlarımızı yumuşatırken, bıçağımızın keskinliğini alırken, karşıtlıklardan besleniyor; "haklıyım" deseniz ne fark eder onca haksızsınızdır, "ben yüceldim." deseniz ne farkeder, öyle olmadığınızı düşünenler olabilir tıpkı siz geceyi yaşarken bir yerlerde de gündüzü yaşayanların olduğu gibi. trajik durumun idrakı hususunda cemil güzey 'in navisalvia 2004 'den bir notuyla kapamak istiyorum entiriyi; "başarısızlığın, kaybın, hayal kırıklılığının ve ironik tatminsizliğin nasıl bir acıyla dünyadaki kıskanılacak kişilerin bile kanını emdiği çok iyi bilinir. bu yüzden de komediye trajedinin yüksek düzeyini vermek hiç de işimize gelmez. nietzsche 'nin dediği gibi, tüm fenomenler ve fenomenal değişmeler, yaşamın ön beyninde neşe ve güç olduğunu bildirirler bize."

    ben ise şöyle bir kan emici görüyorum; elektra 'yı yatıştıran rehber koro,
    sanırım kanımızın hatrına böyle bir rehberden kaçınmak da ayrı bir ironi gibi.
  • yaşıyor olmak, bol bol yalancı bahardan muzdarip olmuş olmaktır.

    http://www.imagehell.com/…p/i146051_yalancbahar.jpg
hesabın var mı? giriş yap