• 1944 yılında yayımlanmış simone de beauvoirın denemelerinden oluşan kitap. varoluşçu düşüncenin başarılı bir örneği olarak kabul edilmektedir. insanın kendi kabuğuna çekilmesinin sonu gelmez bir sıkıntı doğuracağını işliyor. böyle bir bunaltıdan uzak olmak için eylemlere, dileklere gerek olduğunu sonrasında da bu edimlerin de aşılabilir olması gerektiğini anlatmaktadır. insanların varlığını durmaksızın her insanın varlığıyla birleştirmeye çalıştığını, varoluşun da buna bağlı olduğunu anlatıyor. bölüm bölüm farklı konular işliyor..

    edit: asım bezirci çevirisini oldukça başarılı bulmuş eleştirmenler.. pyrrhus ile cineas olarak çevrilmiş.
  • harika bir iç kurguya sahip bir kitap bu.

    "pyrrhus ile cinéas" adında bir çeşit "serim" bölümü olan bir girişle başlayan kitapta toplam on iki ayrı deneme var. («ayrı» mı dedim? hayır, kesinlikle ayrı değil; çünkü tüm bu denemeler birbirleri arasında o denli güzel geçişiyor ki, insan kitabı okurken, şarkıları arasında sessizliğe yer verilmemiş bir albümü dinlerken bulduğu bütünlüklü tada benzer bir tat buluyor.)

    varoluşçuluk çatısı altında yazılmış tüm bu denemelerin temel sorusu, kitabı, albert camus'nün "le mythe de sisyphe"sinden hemen sonra okunması gereken bir kitap haline getiriyor. camus, andığım kitabında, "intihar" sorununun, yani "yaşamın yaşamaya değerliği"nin üzerine gidiyordu. simone de beauvoir ise, "pyrrhus et cinéas"ta, intihar sorununu «her şeye rağmen yaşam!» sloganıyla çözmüş bir kimsenin tutumuyla düşünmeye başlıyor ve henüz başlangıçta «peki ama hangi gayeyle yaşam?» sorusunu atıyor ortaya.

    denemelerin çıkış noktası ise pyrrhus ile cinéas arasındaki şu diyalog:

    ~~
    bir gün, pyrrhus yeryüzünü almak için düşler kuruyordu.
    «önce yunanistan'a baş eğdireceğiz» diyordu.
    — ya sonra? diye cinéas sordu.
    — sonra, afrika'ya el atacağız.
    — afrika'dan sonra?
    — asya'ya geçeceğiz. anadolu'yu, arabistan'ı alacağız.
    — sonra?
    — hindistan'a kadar gideceğiz.
    — peki, ondan sonra?
    — ah! dedi pyrrhus, ondan sonra dinleneceğim!
    — niçin? diye sordu cinéas. niçin şimdiden dinlenmiyorsunuz?
    ~~

    denemelerine bu diyalogla başlayan beauvoir hemen ardından şu yorumları yapıyor:

    ~~
    anlaşılan bilge kişiymiş cinéas. öyle ya, önünde sonunda evine dönecekse, ne diye bunca uzağa gitsin? duracaksa er geç, ne diye başlasın? (...) hiç bitmeyecekse, sonsuzca sürüp gidecekse bu, ne diye başlasın? elbette başlamaz! başlamak neye yarar ki?
    ~~

    fakat tezini bu noktada bırakmaz beauvoir ve neden başlamak gerektiğini şu cümlelerle ifade eder:

    ~~
    insan, varlığını varlaştırmak zorundandadır. (...) kişioğlu ava çıkar, balık tutar, araçlar yapar, kitaplar yazar: ama eğlenmek için, kaçmak için yapmaz bunları; yaşamak, varolmak için yapar. bunlar birer eğlence ya da kaçış değildir: varoluşa yönelmiş birer hareket, varolmak için başvurulan birer eylemdir. varolması için kendini aşmak zorundadır insan.
    ~~

    ve yaşamak savaşında yorgun düşüldüğü ve yol kenarında bir taşa oturulan her defasında, bizler kendimize hatırlatalım ve yeniden doğrulmak için bir dayanak bilelim diye, «neden dinleniyorsun?» sorusuna karşılık şu yanıtı verir:

    «yola koyulmak için dinleniyorum
  • aranılan 'başka yer'in kapısı.

    bu yerin kehanetteki kuşların bulacakları gibi bir aynaya benzememesi, onun kendi yasasına uygun hareket etmesindendir.

    "her aşkınlığı aşmakta özgürüz, her zaman 'başka yere' kaçabiliriz ama bu başka yer hâlâ bizim insanlık durumumuzun bağrında bir yerdedir; biz bu durumdan asla kaçamayız ve onu yargılamak için dışarıdan onu düşünebileceğimiz hiçbir araca sahip değiliz. sözü tek mümkün kılan odur."

    özgürlük, kendini gerçekleştiren kehanettir. aranmaya başlandığı anda hemen bulunur. yok edilmeye çalışıldığında da bütünüyle var olan, odur. bu nedenle şimdi ve her zaman hazırdır gitmeye.

    bütün bilmeceleri kim sorar sanıyordunuz?
  • epiruslu pirus, baş danışmanı cineas'a fetih planlarını anlatmaktaymış: "önce yunanistan'ı sonra afrikayı, ardından anadolu, arabistan ve asyayı alacağım. hindistan'ı da topraklarıma kattıktan sonra dinleneceğim." demiş. bunun üzerine cineas, pirus'a "neden şimdi dinlenmiyorsunuz?" diye sormuş.

    kendini aşmak isteyen insan nereye kadar gidebilir? gittiği yere değecek midir? sınırlarımız belli midir? yohusam bunların hepsi boş mudur? ne de olsa bir gün hepimiz öleceğiz-dir değil mi?

    insanın; öğrenmek, emek vermek, uğraşmak yerine, hali hazırda var olanın üzerine çökmeye çalıştığını söylüyor, simone de beauvoir. başkalarının başarılarını, başarımızmış gibi sahiplenip iş, aynısını yapmaya geldiğinde koşarak uzaklaşıyormuşuz. bir insan, hayatının başlarında pirus kadar mücadeleci ve meraklıyken, yaşlandıkça, her şeyin ne kadar anlamsız olduğunu düşünüp geri çekilebiliyormuş. bu geri çekilme ise, yukarıda yazdığım gibi, başkalarının başarılarını üzerine almakla başlayabiliyormuş.

    insan; amacı ve tasarısı olduğu müddetçe vardır; var olduğu müddetçe de tutarlıdır, diyor. ona göre, kabuğuna çekilmek, soyutlanmak, yabancılaşmak bilgelik değil; bilakis sınırlanmaktır. yine de sormadan edemiyor, simone de beauvoir: "insan, bir yerde durmuyorsa, hep başka yerdeyse, her yerde demek değil midir bu? baştan başa yayılsa yeryüzüne, genişleyip kaplasa her yanı, ne olacak sanki? kendi kabuğuna çekilerek kavuştuğu o durgunlukla karşılaşmayacak mı yine? her yerdeysem ben, her yerde var isem, ne diye başka yere gideyim, yahut nereye gideyim?"

    martin heidegger'in, "kişi, ölmek için vardır; varolmak olgusu gereksizdir. hiç için varolur insan." sözüne karşı çıkıyor. insan, yaşadığı müddetçe ölüm yoktur, diye düşünüyor: "insan, varlığını varlaştırmak zorundadır. varlığımız, tasarılar biçiminde gerçekleşir. kişi, ava çıkar, balık tutar, araçlar yapar, kitaplar yazar. ama eğlenmek için, kaçmak için yapmaz bunları; yaşamak, varolmak için yapar. bunlar, birer eğlence ya da kaçış değildir; varoluşa yönelmiş birer hareket, varolmak için başvurulan birer eylemdir."

    her bir eylem, varolma sürecimize katkı sağlıyor. bu yüzden vay efendim, "dünyaya, ölmeye geldik" vay efendim "yaşamanın anlamı yoktur, koyam götüne gitsin" minvalinde düşünceleri reddediyor kitapta. ucunda ölüm olsa dahi insanın bir gayesinin olması gerektiğini düşünüyor. buna katılıyorum. yukarıda bir yerlerden "bana katılıyor musun? allah razı olsun, desteğine çok ihtiyacım vardı tnetennba'cığım" mı dedin kız? duydum sanki.

    hayatımı, iç huzurumu bulmaya çalışmakla geçirdim, geçirmeye devam ediyorum. uzun yıllar yaptığım abuk subuk hareketleri, iç huzurumu dengeleyebilmek adına yapmışım, meğer. ulan, iç huzur miç huzur deyince de insanın aklına osho moşo geliyor. avuç içlerimi birleştirip ekmek kırıntılı ve bitli sakal bırakmam gerekecek şimdi... bazen, aha diyorum geldi, yok, değilmiş. öyle bir dokundurup gitmiş. sabit bir şey de değil, muhakkak geri gidiyor. iç huzurunu, tanıştığın kişide bulamazsın, yani huzurun kaynağı tek kişi olamaz. zira, her insan gelip geçicidir. hem, kalsalar bile bir gün senin hislerin değişebilir. velhasıl, aşkı meşki, siktiri boktan kalp çarpmalı şeyleri geçiyorum.

    sürekli yer değiştirdim. liseden beri düzenli olarak gidip geliyorum. okul değiştiriyorum, ev değiştiriyorum, birlikte yaşadığım insanları değiştiriyorum. aslında amacım, sabit bir yere götümü koyabilmek. "bu benim işim, bu benim param, bu da benim sikim" diyebilmek. amacımı yıllardır gerçekleştiremediğimden iç huzurumu hala bulabilmiş değilim. tam bulur gibi oluyorum, sonra yerinde yeller esiyor. simone abla'nın bahsettiği tasarı; kendini bir amaca adayabilmek. yoksa, zaman seni öldürür diyor.

    "kendini arayan kimse, yitirir; ama yitirirken de kendini bulur."

    ben de iç huzurumu ararken kendimi buldum galiba.
  • önceden belirlenmiş, yörüngesi çizilmiş bir şey değilim ben . seven , hareket eden , isteyen bir varlığım.
    kendiliğinden bir varlık . seçen bir varlık ...

    ithaf kısmında ' kadına ' yazılmıştır ama çoğunlukla okuyucusu erkektir .
    tıpkı virginia woolfun kendine ait bir odası gibi .

    (bkz: simone de beauvoir)
  • neden “böyle” olduğumu düşünüp dururken ve neden bir şeylerin yolunda gitmediğine kafa yorarken okuduğumdan heralde, okuduğum birkaç paragrafta cevap buldum kendime.
    cevap da değil ya işte, biraz daha düşünecek bir şeyler.
    sanıyorum, biriyle işler yolunda gitmiyorsa ortak alanların olmayışından, ortak planlar yapamamaktan öyle oluyor. bazı ilişkiler böyle bitiyor. birlikte yapacak bir şey kalmadığından.
    heralde o sebeple gönül ilişkisi kurduğumuz insanlar gibi; eski okul arkadaşlarımızı, iş arkadaşlarımızı ya da o dönem ihtiyaç duyduğumuz insanları artık aramıyoruz sormuyoruz, hem de hiç bir üzüntü ya da pişmanlık duymadan.
    üzüntü ya da pişmanlık duyacak fırsat da yok zaten bir sonraki şey her neyse oraya doğru gitme endişesi var.

    alıntıception şöyle:

    “insanın ana özelliği, verilmiş her şeyi aşmak, geride bırakmaktır. nitekim amacına varır varmaz sevinci uçar insanın, doymuşluğu azalır git gide, geçmişe karışır. valery’nin sözünü ettiği <gelecekteki tükenmez boşluğa düşer.> marcel arland ile jacques chardonne’un anlattıkları karasevdalıların durumu güzel bir örnektir buna.
    aşıklar, sevgililerin yüreğinden hiç çıkmamak, aşktan hiç kurtulmamak isterler. başbaşa sevişip dururlar, ama bir süre sonra, sıkılırlar bundan, umutsuzluğa kapılırlar. o kadar ki terres étrangères (yabancı topraklar)’ın kadın kahramanı, <mutluluk bu değilmiş demek ki> diye söylenir. bağlantılarından koparılmış, salt kendine indirgenmiş, kendi üzerine kapatılmış her nesneyi, her anı büsbütün azımsar, yetersiz görür insan. durmaksızın artırdığı, aştığı için kendini bile azımsar.
    böyle yapmasaydı var olamazdı zaten.
    bir sevgiyi yaşamak, onunla birlikte yeni amaçlara yönelmek demektir: söz gelimi, bir ev açmak, bir iş tutmak, sevgilisiyle ortaklaşa bir gelecek kurmak gibi…”

    “bir servete konan kimse, hemen bir başka zenginliği elde etmeyi tasarlar. pascal’ın haklı olarak dediği gibi, avcıyı ilgilendiren tavşan değildir gerçekte, avlamaktır.”

    ---
    şurada, bu deneme ile epey içli dışlı olmuş bir makale mevcut: beauvoir, candide’in bahçesinde
hesabın var mı? giriş yap