hesabın var mı? giriş yap

  • bakış açıları farklıdır.
    kopek: "bu insanlar beni aldılar, hergün seviyolar, yemeğimi veriyolar, sıcacık bir evdeyim, istediğim zaman benle oynuyolar. vay be bu insanlar tanrı olmalı"
    kedi: "bu insanlar beni aldılar, hergün seviyolar, yemeğimi veriyolar, sıcacık bir evdeyim, istediğim zaman benle oynuyolar. vay be ben tanrı olmalıyım"

  • böyle "ben bir anneyim" tarzı entry'ler bıkkınlık ve sıkkınlık verdi belki bünyeye ama gerçekten eşekten düşmüşün halini katır tepen anlamayacak herhalde. bugün hickiran karasinek ve uyuyan karinca kızçesi ile konuştuk bu meseleleri. sözlükçüler de bana bu mevzularla geliyor ne edeyim? "bebeğimin arkasında kapatma düğmesi var mıdır mam" diye soran çok. ne yaparsın anlatacağız eşekten nasıl düştüğümüzü. hem zaten ben düşmedim, inecektim.

    eren doğduğunda, taze annelerin de çok iyi bildiğin o birbirinin zıttı duygularla boğuştum ilk 5-6 ay. gün 24 saat senin sorumluluğunda bir canlı, hem çok sıkıyor seni -mesela uyusa artık diyosun uyanıkken-, uyuyunca da gidip başucuna "allaam ne kadar güzel, nefes alıp veriyor mu veriyor, ne güzel kokuyodur şimdi bi uyansa da koklasam" diyorsun. öyle manyaksın ama kendini normal sanıyorsun. baba zeten henüz olayın içinde değil, kıyılarında. çünkü babalık hormonu diye bir şey yok, piyangodan para çıkar gibi senden çocuk çıkıyor, veriyorlar kucağına, öyle sersem o. ailen ve kocanın ailesi bebek konusunda bir sürü şey biliyor, bir sürü şey tembih ediyor, bir sürü şey yapıyor, aman sana bunlar bir küfür geliyor. manyak dedim ya laf değil, annesinden kıskanır mı insan çocuğunu, e manyaaak.

    vücudun zaten bok gibi görünüyor gözüne. bebek doğunca hooop diye daralacağını sandığın silüetin, hamileye benzer duruyor ayna karşısında. ebru şallı'ya vergi o, eliyle koymuş gibi çıkarıp çocuğu, hiç hamile kalmamış gibi doğumhaneden çıkmak. kadın hamile kıyafeti giymedi mesela. bir de kısır döngü var, çocuk emzirilecek, emzirmek için şerbetiydi, hoşafıydı, yağıydı, balıydı yenecek el mecbur. hiç olmadı su içilecek. e aç karnına su mu içilir ayol, yiyeceksin ki susayacaksın. emzirmek için ye, doğum öncesine dönmek için yeme. var de mi bi bokluk? var tabi. bi süre yuvarlaktım ben ne diyosun?

    sonuçta ilk 2 yıl böyle böyle geçti, geçecek. hemen hemen 2 yıl. psikologlar paklarmış beni de haberim yokmuş. ama merak etmeyin mutlaka geçiyor. ikinci yılın sonunda şöyle bir silkeleniyorsun, şöyle bir kendine geliyorsun. ufak ufak vücut toparlanıyor, ufak ufak koca toparlanıyor. hormonu yok ya onun, öğreniyor bi şekil. baba oluyor, sorumluluk alıyor. belki sen çocuğunu birine emanet edebiliyorsun, sensiz ölmeyeceğine kani geliyorsun, manyaklık görece azalıyor. sonrası işin balı. çocuğunla birlikte şekilleniyorsun sen de. hatta kocan da. aile formunu alıyorsun, çekirdek oluyorsun. bu geçiş esnasında birbirinizi ne kadar az kırdıysanız, çekirdek o kadar sağlam kalıyor.

    sonuç olarak doğum sonrası depresyon yaşayan taze anne; öncelikle "yok öyle bir depresyon yaşamıyorum ben" deme yaşıyorsun haberin yok. sonralıkla da merak etme kızçem, geçiyor. sabır. iki yıl sonra gelir bu başlığa dediydi dersin.

  • ülkücü bıyığının kaşlarla birlikte üç hilal görüntüsü verdiği için bırakılması.

  • olm size bir sey diyim mi. format falan da umrumda degil artik. bodos yaziyorum. yaklasik 2 saat once polis uzerimize oldurmeye geldi. sersemletici ses bombalari, araliksiz saatlerce biber gazlari, tazyikli su... yine de istiklaldeydik fakat en son uzerimize oldurmeye geldiler. gaz bombasi atmadilar. gaz bombasi ile ates ettiler. gozumle gordum. binalara da attilar. tunele kadar surduler bizi. ınsanlar korkudan birbirini ezecekti. ama herkes sagduyulu davrandi. kizlari cocuklari korudu millet. herkes yardimlasti. ve sadece istiklalde benim orada bulunduğum 6saat 7saat boyunca 200 binden fazla insan vardi. bizi oldurmeyi goze almislardi olm. bunu unutma. ne olursan ol. hicsevme beni. ama bil bizi oldurmeyi goze almislardi.

    edit : kefal ispiyoncu. kafanı kullan azıcık.

  • deha ile yeteneğin farklı şeyler olması...

    bugün ekşide bateri çalan ve dalga geçilen genci izlerken insanların ön yargılarını görünce, bu başlığa yazacak şeyler aklıma geldi. benim ufkumu açmıştı ilk öğrendiğimde yazacağım bilgiler.
    johann sebastian bach diğer müzisyenlerden farklı olarak (mozart vb..) üç ismi de kullanılarak anılır. çünkü çingene bir aileden gelmektedir ve ailesinde birçok bach isimli başka müzisyenler vardır. bu müzisyenlerle karıştırılmamak için üç ismi de kullanılır. kendisi yaşarken kiliselerde cenaze törenlerinde org çalarak geçiniyordu ve cenaze başına ücret alıyordu. geçinemediği için cenaze sayısı çok az diyerek yardım istediği bir mektup bile mevcut...
    mozart sefalet içinde öldü.
    romantik akımın öncüsü sayılan john keats yaşarken hiç şiir satamadı ve 30 undan önce veremden(açlıktan) öldü. sevdiği kadınla evlenemedi, hiç saygı görmedi ve sevdiği kadın o ölünce kimseyle evlenmedi...
    tarantino film yapabilmek için ilk senaryosunu sattı. kendisi bir videocuda çalışıyordu ve sürekli film izliyordu.
    stallone'un öyküsü, jim carrey'nin standup ı bırakması...
    oğuz atay, nietzche...
    o kadar örnek var ki.
    vardığım sonuç,
    bir konuda iyi olduğunuza inanıp en mutlu olduğunuz işi yapsanız da insanlar para kazanamadığınız için size saygı duymayabilir.
    satamayabilirsiniz.
    kendinize dürüst olmanız bile saygıyla karşılanmalı ama insanlar, bazıları beste çalıp, fikir çalıp altına kendi imzasını attığı halde bu durumu görmezden gelebiliyor.
    örneğin gönülçelen müziğini manic streeet preachers-ocean spray'den arak, sözler sallinger-gönülçelen'den esinlenme, altında teoman imzası...
    teoman örnek sadece, severim de. ama saygı duymam.
    neyse,
    ne diyordum,
    satabiliyor olmak yetenektir.
    sanat dehadır.
    deha ile yetenek karıştırılmamalı.

    ve bir uğraş ile inandığı işi yapan mutlu insanlarla dalga geçmek bizim mutsuzluğumuzdur.

  • bu fotoğrafta gödüğünüz alan uzay teleskobu kepler'in tarayabildiği ve keşfedebildiği alanı gösteriyor. 3000 ışık yılı ötesine kadar bakabilen kepler uzay teleskobu bugüne kadar kabul görmüş 977, henüz onaylanmamış 2500 gezegen keşfetti.

    çalışma prensibi çok asit. kepler, renkleri algılıyor. bir yıldız sistem'ine bakan kepler, o esnada bir gezegen söz konusu yıldızının çevresinde dönüyorsa, yıldız'dan gelen ışığın frekansının değiştiğini algılıyor. bu sayede, ışığı değiştiren gezegen'e odaklanıyor. gezegen'in gölgesine göre ağırlığını, o gezegendeki ana elementi, sıcaklığını bulabiliyor. böylelikle o gezegende yaşamın dünya üzerindeki canlılara göre var olup olmayacağının muhakemesini olabilir hale geliyoruz.

    işte böyle muazzam şekilde çalışan kepler'den daha büyük mercekli ve daha uzağa yerleştirilecek james webb uzay teleskobu sırasını bekliyor. bir türlü yerleştirilemedi, hesaplara göre bu seneydi ancak şimdi 2018 yılına ötelendi. james webb ile hangi gezegenleri, hangi uzaklığı keşfedeceğimiz inanılmaz bir deneyim olacak.

    yazının en başına gelirsek, sadece 3 bin ışık yılı ötesinde bile bulduğumuz yüzlerce gezegenden onlarcası canlılık barındırabilir. sadece 3 bin ışık yılını görebiliyoruz şu anda. göremediğimiz, kendi galaksimizde, milyonlarca yıldız ve bu milyonlarca yıldızın yüz milyonlarca gezegeni var. bakamadığımız milyonlarca galaksi var. milyonlarca galasinin, milyarlarca yıldızı ve milyarlarca yıldızın trilyonlarca gezegeni var. evet, bu bizim doğamız. bu, yaşadığımız evren ve bu sayılar tamamen gerçek.

    kesinlike yalnız değiliz.

    carl sagan'ın dediği gibi: "evren'de yalnız olduğumuzu düşünmek, okyanustan bir bardak su alıp balinalar yok demekle aynı şey."

  • medeniyetsiz, gelismemis tipler her ulkede vardir. danimarka'da bile vardir.

    fakat medeniyetsizligin, gelismemisligin normal sayilmasi, hatta ovulmesi... iste bu gelismemis bir medeniyetin gostergesidir.

  • tüm dünyadaki göçmenlerin hayallerini süsleyen, yurt dışı eğitimin en uğrak duraklarından, düzenli olarak “en yaşanılabilir ülkeler” listelerinin ilk sıralarında yer alan ve hakkında çok bilgi sahibi olmayan insanların bile akıllarında olumlu bir imajı olan ülke.

    peki kanada gerçekten bu kadar güzel ve yaşanılası bir ülke mi? böylesine bir unu ve hype’i hakediyor mu? hakediyorsa, ne ölçüde hakediyor? yoksa kanada da amerikan rüyası gibi bir pr ve pazarlama başarısı mı?

    öncelikle, şunu söyleyeyim; yukardaki soruların cevabını kesin olarak vermeyeceğim bu entry’de, kesin ve bağlayıcı bir yargıya varmayacağım. eğer bu ülkeye gitmek istiyorsanız, ne amaçla olursa olsun bu ülkede, veya daha doğrusu herhangi bir ülkede, hayat kurmak istiyorsanız, bu ve benzeri soruların cevabını verecek sizlersiniz. birçok “gidilen ülkede tutunamama” minvalindeki fail hikayesinin en önemli nedenlerinden biri de başka insanların kesin yargılarını, deneyimlerini, yorumlarını adeta bir değişmez bir gerçekmişcesine benimseyip yanlış beklentiler ve umutlar oluşturmaktan kaynaklanıyor.

    ben 6 yılı aşkın süredir bu ülkede yaşamakta olan biri olarak deneyimlerimi, gözlemlerimi ve bu süre zarfında öğrendiğim gerçekleri sizinle mümkün olduğu kadar objektif bir biçimde sizinle paylaşacağım. deneyim ve objektif, çok oksimoron duruyor dimi? ama aslında demek istediğim, ben genele uygulanabilecek, yani sizin başınıza da gelmesi olası olan deneyimlerimi paylaşacağım. atıyorum benim bireysel hatamdan veya başarımdan kaynaklanmış, özel ve izole meseleleri size aktarmayacağım çünkü bunlar kişiye özel, ve sizin bir ülke hakkında düşüncenizin oluşmasında en yararlı şeyler değil. paylaşacağım deneyimler yaygın ve ülke gerçeği diye tanımlayabileceğimiz, sizin de başınıza gelme ihtimali olan deneyimler olacak. beni diğer kaynaklardan ayıran en büyük nedenlerden biri de bu olacak.

    yoksa, ben en iyisini mi biliyorum? kesinlikle hayır. en büyük kanada uzmanı ben miyim? daha da büyük bir hayır. onlarca kanada’da yaşayan türklerin youtube kanalları, blogları ve danışmanlık firmaları var; elbet bunların arasında benden daha iyi bilenler vardır. ama bilgilerinden bağımsız olarak, bunların hepsinin-en azından benim gördüklerim- ortak bir sorunu var: amaçlarının deneyimlerini paylaşmak olmaması ve çeşitli çıkarlar peşinde olmaları. youtube kanalları ego ekseninde şekilleniyor, “ben yurt dışında yaşıyorum siz yaşamıyorsunuz” şeklinde yürüyor genelde. danışmanlık firmaları zaten malum. bu tabi ki ayıp değil, insanların en doğal hakkı emek verdikleri konularda çıkar beklentilerine sahip olmaları. ama bu durumda şunu da ifade etmemiz gerekiyor ki, bu dengelenmemiş çıkar ilgilerinden dolayı bunlar en faydalı kaynaklar da değil.işin daha da kötü tarafı, bazıları yanlış bilgiler de veriyor. neyse konumuz bu değil. dediğim gibi, ben bu çeşitli çıkar nedenlerinden kaçınıp, olabildiğince objektif ve tek amacı elimden geldiğince bu ülkeyi düşünen insanlara çeşitli bilgiler veren bir kaynak oluşturmak olacak.

    işin özeti, her kaynağa, benim bu entryim de dahil, belli bir şüpheyle yaklaşın. mümkün olduğu kadar çok kaynaktan faydalanıp bir karar verin, tabi ki daha kaliteli kaynakları seçerek.

    evet çok uzun bir giriş oldu farkındayım ama bu entry’yi okumadan önce şu yazıma (bkz: yurt dışında yaşamak/@derberliner) göz atarsanız bu entry sizin için daha faydalı olur. zaten anlatacaklarımın ana perspektifini ve düşünce yapısını ordaki düşünceler oluşturacak.

    son olarak, başlamadan uyarayım, baya uzun bir yazı olacak. bilerek ve isteyerek kırpmak istemiyorum bu yazıyı okunabilirliği arttırmak adına çünkü her kırptığım yer bazı önemli bilgilerin eksik kalması demek. daha önce de dediğim gibi, tek amacım elimden geldiğince kapsamlı şekilde bilgi vermek. zaten okunurluğu bi nebze arttırabilmek adına konu başlıkları altında ve madde madde yazacağım, arasında istediğiniz gibi gezebilmek kolay olacaktır.

    hadi asıl meseleye geçelim.

    öncelikle, yazının başında değindiğim gibi, kanada’nın en çok bilinen yönleriyle başlamak istiyorum ve tabi ki bunun başında soğuk geliyor.

    1.) iklim:

    - kanada gerçekten anlatıldığı kadar soğuk mu?

    evet soğuk. kanada yüz ölçümü olarak çok büyük bir ülke, bu yüzden iklim hakkında bir genelleme yapmak çok doğru olmasa da genel olarak soğuk diyebiliriz. ama öyle aklınızda 4 mevsimin 4’undede kar yağan, buz tutan bir yer canlanmasın çünkü yazları gayet sıcak. hatta yer yer türkiye’den bile daha sıcak diyebiliriz yaz mevsimi için. sıkıntı kış mevsiminde ve hatta daha çok mevsim geçişlerinde çünkü kış’ın soğuk olmasını zaten beklediğiniz için psikolojik olarak tahrip olmuyorsunuz. ama havaların ısınmasını veya zaten sıcak olmasını beklediğiniz bahar mevsimlerinde, diğer ülkelere kıyasla bi 5-10 derece daha soğuk olunca bu kış hiç bitmeyecek mi diye bir yargıya varıyorsunuz. zaten alışmayı en zorlaştıran etken de bu.

    - alışmak demişken, soğuğa alışılıyor mu?

    evet alışılıyor. ben alıştım en azından, tanıdığım birçok insan da alıştı. alışamayıp geri dönenler oldu mu? direkt olarak soğuktan dönen görmedim ama bazı dönen insanların nedenlerinden biri de soğuktu.kısacası alışma meselesi biraz bireysel bir konu, burda ne yorum yapsam sizi yanlış yönlendirmiş olacağım. deneyip görmeden karar vermeniz zor ama şu kadarını diyebilirim ki; 2018 yılında soğuk dunyanın sonu değil. size soğuktan koruyacak giysiler, teknolojiler ve araçlar gayet alınabilir fiyatlarda. olayın bu tarafını da göz önüne almak lazım soğuğu düşünürken, yalnız değilsiniz, koskoca sektörler size soğuktan korumak için çalışıyor. son olarak, kişisel deneyimimi sorarsanız, dediğim gibi ben alıştım. sık sık nezle grip olan, soğuktan pek de hazetmeyen bir insan olduğumu da belirteyim.

    - peki diyelim alışamıyorum soğuğa, sıcak bir yer yok mu kanada’da?

    var, hatta koskoca bir eyalet var. british columbia’eyaleti, özellikle vancouver ve çevresi olmak üzere gayet istanbul gibi. belki biraz daha yağmurlusu. çok fazla eksi derece görmez, kar yağışı çok az alır. eğer soğuğu sevmiyorsanız bu gibi bölgeler ve şehirler de var kanada’da. diğer bir örneği de halifax olabilir bu şehirlerini, her ne kadar vancouver’dan daha soğuk olsa da iç bölgelere göre daha iyidir. reddit’te bu gibi bölgelerde yaşayan insanların deneyimlerine başvurmanızı öneririm.

    diğer bir popüler konu ise birçok insanın kanada’ya gelme nedeni olan eğitim. bu konuda sadece üniversite ve üstü düzey eğitimden bahsedeceğim genel ilgi o yönde olduğu için, ama ilkokul ve lise eğitimi hakkında sorularınız olursa bildirin, editleyip yazarım onları da.

    2.) eğitim:

    - ee nasıl bu üniversite muhabbeti kanada’da?

    öncelikle, kanada’da iki tip yüksek öğretim kurumu var: üniversite ve college. üniversite bildiğiniz üniversite. college’lar ise teorik ve pratik eğitimi bir arada veren, daha esnek eğitim süreleri sunan (1 yıldan- 4 yıllık klasik lisans derecesine) kurumlar.

    - peki bu üniversiteler ve college’lar bahsedildiği kadar iyi mi?

    bu kurumlar gerçekten iyi, gönül rahatlığıyla gidebilirisiniz. eğer listelere inananlardansanız, ben şahsen inanmıyorum metodolojilerine, o listelerde de hep yüksek sıralarda yer alıyorlar. ama bahsedildiği kadar iyi mi konusu biraz karışık. en azından şunu söyliyeyim: yurtıdışındaki hiçbir üniversite türkiye’de ilahlaştırıldığı kadar iyi değil. tabi ki gelişmiş ülkelerdeki üniversiteler, kanada’dakiler de dahil olmak üzere, türkiye’deki emsallerinden genelde kat kat ötede, en azından gerçek anlamda bilim yapılan yerler. ama bu, bu üniversiteler sorunsuz anlamına gelmiyor. burdaki okullarda da çeşitli sorunlar ve kötü hocalar var. o yüzden beklentinizi oluştururken bu gerçekleri de düşünün ki hayal kırıklığına uğramayın. ama iyi bir eğitim alacağınıza, en azından türkiye’den iyi, emin olabilirsiniz.

    - fiyatlar nasıl?

    sana bana pahalı. yurt dışından geliyorsanız, yani ınternational studentsanız, okulların fiyatı yaklaşık 2-2.5 katına çıkıyor. büyük şehirlerdeki üniversiteler senelik 20 bin kanada dolar’ından başlayıp bölümüne ve okulun prestijine göre 35 bine kadar çıkabiliyor. tabi eğer daha küçük şehirlere gitmek isterseniz 10 bine de üniversite var. ya da collegeları seçebilirsiniz eğer bütçeniz kısıtlıysa.

    - bu college’lar, meslek yüksek okulu gibi mi?

    hem evet hem hayır, hatta daha çok hayır. öncelikle şunu söyleyeyim; college’lar eğitim kaliteleri düşük olduğu için daha ucuz değil. iyi college’ların, ki bunlar 4 senelik lisans porgramları da sunan politeknik okullardır, eğitim kalitesi birçok üniversiteyle aynı. top diyeceğimiz üniversiteler iyidir sadece bunlardan. college’ların olayı süre ve nitelik olarak esnek programlar sunup, gelir düzeyi daha düşük kesimi hedeflemesi. bu da doğal olarak bir dezavantaj getiriyor: öğrenci alımlarında daha az seçicilik ve üniversiteye kıyasla daha kötü bir öğrenci popülasyonu. diğer bir dezavantaj ise top hocaların genelde üniversitelerde olması. tabi college’daki hocalar da kötü değil ama akademik dünyadaki ünlü isimleri arıyorsanız onlar genelde üniversitelerde. bu iki dezavantaj dışında, bence, üniversiteye kıyasla başka bir eksisi yok collegeların. college mezunu olup üniversite mezunu insanlarla çok benzer, hatta aynı kariyerleri elde edebilirisiniz. tabi iş vereninizin diplomaya verdiği öneme göre değişiyor bunlar, ki kanada’da bu ayrım çok azdır hatta yer yer pratik eğitim almış college mezunları lehinedir, ama bunlar kendinizi geliştirmeyle aşılacak şeyler 2018 yılında. college mezunu olup olamayacağınız ender şeyler vardır: akademisyenlik, avukatlık, tıp doktorluğu gibi. bunun dışında bütçesi kısıtlı ve akademi dışı bir kariyer tercih eden insanlar için güzel bir seçenek college. ayrıca isterseniz college’dan üniversiteye transfer olabileceğinizi belirtmekte fayda var.

    eğitim’den bahsettik, peki mezun olunca işler nasıl?

    3.) iş hayatı ve iş fırsatları:

    - kolay iş bulunuyor mu kanada’da?

    bu konuya girmeden önce biraz kanada’daki iş tiplerinden bahsetmekte fayda var. kanada’da türkiye kıyasla çok daha fazla iş tipi var. bu “gig economy” dedikleri nane çerçevesinde: part time, sözleşmeli, freelance, evde çalışma tarzı işler kanada’daki iş piyasanının önemli bir kısmını olusturuyor. bu bakış açınıza göre avantaj da dezavantaj da olabilir. iş bulma konusuna gelirsek, tabi kanada’da işsizlik türkiye’ye kıyasla çok daha düşük. bu büyük bir avantaj. onun dışında ise klasik muhabbet, büyük şehirlerde rekabet çok daha fazla ve küçük şehirlerde rekabet azlığından iş bulmak daha kolay.

    - peki ben türkiye’deki eğitimim ve iş deneyimimle orda iş bulabilir miyim?

    tabi ki bulabilirsiniz. bu konuda katı bir kural yok ama ne tarz bir iş bulursunuz orası biraz alengirli. öncelikle, kanada’daki işverenlerin büyük bir çoğunluğu sizden ya kanada’da eğitim almış olmanızı, bir senelik bir program da olsa, ya da kanada’da iş deneyiminiz olmasını istiyor. bunlar yoksa iş bulamaz mısınız? bulabilirsiniz tabi ki ama muhtemelen piyasanızdan daha düşük bir ücret ve mevki alırsınız ilk başta. atıyorum, finans müdürü olarak çalıştınız türkiye’de 10 yıl boyunca. burda ya eleman ya da müdür yardımcısı gibi bir mevkide başlarsınız ilk olarak. ama şunu da belirtmekte fayda var, kanada’da yükselmek türkiye’ye kıyasla çok daha kolay, özellikle kurumsal şirketlerde. eğer performansınız iyiyse türkiye’deki mevkinize çok kısa bir sürede erişebilirsiniz.

    - peki kanada’da nasıl iş bulunur? nerelere bakalım?

    türkiye’de olduğu gibi burda da en yaygın yöntem internet. monster.ca, indeed.ca, workopolis.com gibi özel iş bulma sitelerine, ya da tüm ilanların bir arada bulunduğu devlet sitesi jobbank.gc.ca adresine bakabilirsiniz. bir de noc mevzusu var tabi, national occupational classification, yasal konular için devletin yaptığı iş sınıflandırması. bu daha dahil, tüm göçmenlik bazlı legal konulara ayrı bir entry’de değinmem daha doğru olur bu konuların uzunluğundan dolayı.

    -diyelim işi bulduk, iş hayatı nasıl? ortam, arkadaşlıklar vb.?

    özel sektor ve devletteki masa başı işler genelde türkiye’de olduğu gibi 9-5 şeklinde. tabi, türkiye’den farklı olarak, ekstra mesaiye kaldığınız her saatin parasını alırsınız ek olarak çünkü ücretler saat baz alınarak belirlenir. iş ortamı ise yine bildiğiniz gibi, klasik rekabetçi ve değişik çıkar çatışmalarının döndüğü bir ortam.bu konuda türkiye ile genelleme yaparak kıyaslamak çok doğru olamayabilir çünkü şirketten şirkete değişen konular bunlar. son olarak, kanada’nın bir dezavantajı var iş konularında türkiye’ye kıyasla: iş arkadaşlıkları. burda iş yerinde samimi arkadaş, ya da dost, edinmeniz ciddi şekilde daha zor. hatta genel olarak normal arkadaş edinmeniz de. bu siz yabancısınız, size ırkçılık yaparlar filan diye değil. kanada’lılar genel olarak daha bireysel bize göre. bu konuya daha uzun olarak sosyal hayat kısmında değineceğim zaten. tabi, sonuç olarak,bu tamamen kişisel bir deneyim. çok iyi arkadaşlıklar da edinebilirsiniz, sizin deneyiminize bağlı bir konu.

    iş hayatı, ortam, arkadaşlıklar filan dedik. peki sosyal hayat nasıl kanada’da?

    4.) sosyal hayat:

    -sosyal hayat nasıl orda? sıkılır mıyız? insanlar eğlenceli mi?

    öncelikle şunu söyleyeyim, burda sosyal hayat tamamen farklı türkiye’ye kıyasla. şimdiye kadar genelde benzerliklerden bahsettik, ama bu konu cidden size ayrı bir yerde olduğunuzu hissettiren en belirgin mesele. ilk olarak, burda insanlar “genelde” çok daha bireysel. bir amerikan kadar olmasa da, ciddi manada bireyseller. mesela beni ilk geldiğimde en şaşırtan konulardan biri insanların, türkiye’deki durumun aksine, hep bir etkinlik çerçevesinde bir araya gelmeleriydi. türkiye’de arkadaş buluşmalarında genelde ana olay muhabettir, yanındaki çay, bira, maç vs. ikincil plandadır. muhabbet etmek, takılmak, görüşmek için buluşur yanında çay içeriz veya birşeyler yeriz. burda durum “genelde” tam tersi: maç izlemek, konsere gitmek, ne biliyim bira denemek için buluşursunuz arkadaşlarınızla; yanında sohbet olursa ne aladır, ama hep ikincil plandadır. mesela, konuşulacak spesifik bir konu olmadan arkadaşınıza gel bir kahve içelim dediğinizde şaşırabilir ya da sadece kahve içme süresi kadar kısıtlı bir süreden bahsettiğinizi düşünebilir. bunun avantaj veya dezavantaj olması ise tabi ki tamamen sizin beklentilrinizle alakalı. bireysel vakte önem veren biriyseniz, bir altın madeni bulmuşcasına sevinebilirsiniz kanada’da. etkinlikler konusunda, özellikle büyük şehirler, aşmış durumda zaten.toplumların bireysellik vb. gibi özelliklerini merak ediyorsanız, ‘edward t. hall’un’ low context ve high context kavramlarını araştırmanızı öneririm, burdaki sürem boyunca varlığına inanmaya başladığım kavramlar oldu cidden.

    -ırkçılık ne durumda orda?

    ırkçılık konusunda olur ya da olmaz şeklinde kesin konuşmak hiçbir ülke veya şehir için doğru değil çünkü doğası itibariyle bireysel deneyim odaklı bir konu. ama yine de kanada’da bu konuda içiniz rahat olabilir. kanada’da diğer ülkelere kıyasla ırkçliğin gözle görülür şekilde daha az olmasının iki ana nedeni var. öncelikle, burası bir göçmen ülkesi. bu uzun yıllardır böyle, ve hala da nüfus planlama politiklarinin ve artışının en önemli kaynağı göçmenler. e haliyle göçmene alışıklar. bu da doğal olarak göçmene daha ılımlı bakmayı getiriyor burdaki hayatın bir gerçeği olduğu için. burdaki ilginç bir nüans ise bunun orta büyüklükteki şehirlerde de böyle olması. mesela,abd’de göçmen yoğunluğunun yüksek olduğu büyük şehirlerde durum kanada’ya benzerken, orta büyüklükteki şehirlerde ciddi anlamda göçmen karşıtlığı görebiliyorsunuz. ama kanada’da 300-500 bin nüfuslu şehirlerde bile ciddi bir göçmen kitlesi olduğundan, en az bir büyük şehir kadar rahat edebilirsiniz. küçük şehirlerinse biraz gelişmeye ihtiyaçları var hala bu konuda. kişisel bir deneyimim olmasa da, küçük şehirlerden duyduğum hikayeler çok da iç açıcı değil ırkçılık konusunda. tabi ekstrem şeyler söz konusu değil yine de. ırkçliğin görece az olmasının ikinci büyük nedeni ise devletin yasaları ve politikılarıyla bu konuda sıfır tolerans yaklaşımı sürdürmesi. dikkat ederseniz “devlet” dedim, hükümet değil. hükümetlerden bağımsız olarak, örneğin bir önceki konservatif hükümet de dahil olmak üzere, devlet bu konuda realistik bir tavır takınıyor. “bizim ülkemiz göçmen ülkesi, onları korumalıyız” mottosuyla ilerliyor. bunu hayatın en ufak alanlarında bile görebiliyorsunuz. mesela, bir özel şirket ise alım yaparken sorabileceği sorular konusunda ayrımcılık yapmamak adına öyle katı kurallar var ki, insan gerçekten hayret ediyor. ırkçılık konusunu kapatmadan önce daha geçen gün yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum. somali asıllı bir uberci ile seyahat ederken sohbet etme fırsatım oldu. moralinin biraz bozuk olduğunu görünce hayrola bir sorununuz mu var diye sordum. o da bir hindistan asıllı kanadalı tarafından ırkçiliga uğradığını anlattı. bu arada ablamız başörtülü. nasıl oldu diye sorunca bir hindistan restoranından yemek alırken restoran sahibinin kasadaki elemana kısık bir seste “sahte para verebilir, kredi kartı işte” dediğini duymuş. ve bu restoran sahibi şahıs restorana girdiğinden beri ablamızın başörtüsüne bakıp durmuş. bu hikaye tabi ki genelleme yapılacak bir şey değil, sadece izole bir olay. burda bahsetmek istememin sebebi benim de bugüne kadar yaşadıklarımın bu yönde ve bu olayla paralel olması. her ne kadar bu kadar direkt bir ırkçılık la karşılaşmasam da, yaşadığım ufak 1-2 olay da karşı taraf hep göçmendi. asla göçmenler kötüdür’e getirmiyorum, yanlış anlaşılmasın. her milletin iyisi kötüsü var ama ne bu toprakların asıl sahipleri yerli amerikalılar’dan ne de onlardan sonra en uzun süredir ikamet eden beyazlardan böyle bir muamele görmemişken, göçmenlerden görmek gerçekten de ilginç. işin özü, genel olarak kanada ırkçılık konusunda gayet iyi olsa da, bu mesele gerçekten şans biraz da. nerde ne olacağı belli olmuyor. ama en azından resmi kurumun, devletin, buna karşı olduğunu bilmek güzel.

    - ırkçılık az, peki güvenlik konusu nasıl?

    bu da yine genellemeye gelmeyen konulardan biri. dünyanın her yerinde başınıza her şey gelebilir. ama illa bir genelleme yapacak olursak, türkiye’ye kıyasla daha güvenli diyebiliriz kanada için. altını çizmek istiyorum, “genel olarak”. yoksa burası da ne pr’ını yaptıkları kadar ne sizin düşündüğünüz kadar güllük gülustanlık değil. buranın da kendine has güvenlik sıkıntıları var. mesela, ilginç bir şekilde, acayip yüksek derecede bir bisiklet hırsızlığı var toronto’da. bu o kadar yükse boyuttaki, dünya’da bu kadar teknolojik olarak ileri ve inovatif bisiklet kilitleri bulamazsınız kanada’dan başka yerde. keza telefon yoluyla yapılan dolandırıcılıklar da öyle, türkiye’yi hiç aratmayacak ve hatta belki de geçecek durumda. aynı şekilde, büyük şehirlerde türkiye’yi aratmayacak derecede kötü sürücüler var trafikte. ama dediğim gibi genel olarak kesinlikle sokaklarında güvende hissetiğiniz bir ülke kanada. özellikle türkiye’de kadınların yaşadıklarını göz önüne alırsak, bu güvenliliği kadınlar çok daha keskin bir şekilde farkedecektir kanada’ya geldiklerinde.

    biraz da güzel konulardan bahsedelim.

    - kanada eğlenceli, güzel vakit geçirebileceğimiz bir yer mi?

    aslında bu sorunun en güzel cevabı “sizin eğlence anlayışınıza bağlı” diyip, size de yormadan bitirmek. çünkü eğlence, bildiğiniz üzere, sonuna kadar sübjektif bir konu. ama genel atmosferden bahsetmek gerekirse, az önce söylediğim gibi, inanılmaz derecede etkinlik oluyor. en azından yaşadığım şehir olan toronto ve diğer büyük şehirlerde. konserler, bira tadımları, küçük standup komedi kafeleri, çeşitli spor dallarında maçlar, bisiklet turları ve saymakla bitiremeyeceğimiz diğer aktiviteler. bu tarz şeylerden hoşlanıyorsanız kanada’da çok eğlenirsiniz. onun dışında, burda da insanlar alışveriş merkezlerine gidiyor, her ne kadar sayıları türkiye’deki kadar çok olmasa da. özellikle kış ve bahar mevsimlerindeki en yaygın aktivitelerden biri bu hava şartlarından dolayı. doğadan hoşlanan biriyseniz, kanada’nın büyük şehileri bile bir cennet bu konuda. mesela, yaşadığım şehir olan toronto’da her yer parklarla dolu. ülkenin batısı ve atlantik kıyıları daha bile iyi, özellikle alberta’da “world class” doğal mekanlar var.

    *meraklsina not: bundan neden o guzel "kanada'da yasiyorum!!" youtube kanallari bahsetmez hic anlamiyorum mesela ama turkiye'den ciddi bir farki var kanada'nin. beni buraya geldiğimde, hatta hala, en çok şaşırtan şeylerden biri marketlerin, avml’lerin ve genel olarak mağazaların sayısının ciddi şekilde az olmasıydı. örneğin, koskoca 6 milyonluk toronto’da 3 tane büyük avm var, keza çevre şehirlerinde de 2 tane. hadi avm eksik olsun, ama marketler için de aynısı geçerli. 1 milyona yakın insanın yaşadığı en büyük mahallede sadece 2 tane süpermarket var. bu cidden can sıkıcı olabiliyor, özellikle kış aylarında.

    5.) fiyatlar ve yaşam masrafları:

    -tabi çok detaylı bir konu bu, şehirden şehire de değişiyor, ama genel olarak fiyatlar nasıl orda?

    evet, bu belki de en genelleme yapılmayacak konulardan biri ama ortalamalardan bahsedebiliriz yine de. bu konuya girmeden önce, yapacağım birçok yorumun toronto bazında olduğunu belirtmemde fayda var. kazanadığınız paraya kıyasla fiyatların genel olarak ne çok pahalı ne de çok ucuz olduğunu söyleyebilirz. asgari ücretin aylık ortalama 2,400 kanada dolarına-ontario eyaleti için- tekabül ettiğini düşünürsek kira dışındaki masraflar pek de canınızı sıkmayacaktır. faturalar, yol, yeme içme, market giderleri, eğlence ve giyim gibi masraf kalemleri için görece ucuz diyebiliriz. ama kira ve ev fiyatları olayı büyük şehirlerde, özellikle toronto’da, cidden büyük sıkıntı. ailenizden yüklü bir miktar para kalmamışsa şehir içinden ev almak 25-35 yıllık mortgage’lara girmedikçe bir hayal, hatta 40 yıl’a girenler bile var şubprime loan’larla. kiralar deseniz aynı, şehir içinde merkez olmayan yerler bile inanılmaz pahalı durumda. ev konusu cidden can sıkıyor anlıyacağınız. tabi, bunun da çeşitli çözümleri var. en yaygın iki yöntem oda kiralamak ya da suburb denilen şehir dışındaki mahalleler veya küçük çevre şehirlerden ev tutmak. bu da araba sahibi olmak zorunda kalmak anlamına geliyor tabi. gerçi şehir içinde yaşaşanız gerek toplu taşımanın kötü olmasından gerek de hava şartlarından arabaya ihtiyacinız öyle ya da böyle olacak, orası da ayrı mesele.

    -evlerden bahsettin, hazır araba da demişken, araba fiyatları nasıl orda?

    türkiye’ye kıyasla çok çok ucuz arabalar. abd’ye kıyasla çok çok az daha pahalı diyebiliriz. benzin de keza aynı şekilde. araba konusundaki tek sıkıntı kaskonun(insurance) çok pahalı olması. yeni sürücüyseniz, yaşadığınız bölgeden bölgeye değişmek üzere, aylık bir 300-350 doları gözden çıkarmanız gerekiyor ilk senelerinizde kasko için. araba ve özellikle ev meselesi ilk senelerinizde size biraz zorlayabilir ama zamanla yoluna konulan şeyler bunlar. bu iki meseleyi halletiğinizde ortalama bir maasla gayet rahat geçinebilirsiniz.

    - sağlık konusu nasıl işliyor? hastanaler pahalı mı?

    sağlık konusunda türkiye'den farklı olarak bahsedilmesi gereken, belki de sizi baya baya şaşırtacak 2 gerçek var. bir, burda özel hastane yok. özel “walk-in” denilen küçük klinikler var ama türkiye’deki özel hastane kavramının direk bir karşılığından bahsedemeyiz. tabi özel hastanelerde, tek kişilik özel oda gibi “premium” diye nitelendirilen şeyleri para verip satın alabiliyorsunuz. devlet hastanesinde para vermek demişken, konuya hakim olanlar şu soruyu soracaktır: “e hani kanadalı’ların amerikalı arkadaşlarına hava attıkları ‘free health care’ denilen devlet sağlık sigortası?”. evet, devlet vatandaş ve kalıcı oturum sahiplerine bu sigortayı sağlıyor ama bu sigortayla hastanede yapabileceğiniz işler sınırlı. mesela, dış asla kapsanmıyor. eğer 25 yasin üstündeyseniz ilaçlar da keza, cebinizden ödüyorsunuz. tabi, özel sağlık sigortaları haliyle burda da yaygın. sizi şaşırtabilecek ikinci gerçek ise, hastanelerin kalitesinin muhtemelen düşündüğünüz kadar da iyi olmaması. kişisel görüşümü sorup bir kıyaslama yapmamı isterseniz, her ne kadar son senelerde türkiye’de deneyimim olmasa da, ben türkiye’deki hastaneleri seçerim. akıl almayacak derecede uzun acil sıraları, hastane yetersizliği, doktor yetersizliği vb. durumları cidden ciddi sorunlar bu ülkede. kısacası, sağlık konusu belki de kanada’nın en çok gelişime ihtiyaç duyduğu konu olabilir.

    3500 kelimeye yaklaştık ve sonunda yazının sonuna geldik. umarım kanada’da yeni bir hayat kurmayı düşünen, veya sadece merak edenlere, olabilidiğince kapsamlı ve yararlı bilgiler sağlayabilmişimdir. yazının başında da dediğim gibi, bu sizin kararınız. her ülkenin eksileri ve artıları var. (bkz: yurt dışında yaşamak/@derberliner) bu yazıda da dediğim gibi bu artılar ve eksiler standart değişmez gerçekler değil, tamamen sizin beklentilerinize göre değişen şeyler. birisi için artı olan sizin için eksi olabilir veya tam tersi şekilde. bu sebepten dolayı, mümkün olduğu kadar çok perspektif edinin, mümkün olduğu kadar çok deneyim dinleyin. kaynakların kalitesine göre deneyimlere önem verip, kendi kararınız kendiniz verin.

    göçmenlik şartları ve yasalar, yemekler vb. gibi bir iki konuyu hem uzunluklarından hem de rehber tarzı yazım gerektirdiklerinden dolayı bu yazının dışında bırakmak istedim. onlara başka entry’lerde ayrıntılı bir biçimde değineceğim ilerleyen zamanlarda.

    son olarak, burda yazılanlar hakkında veya kanada ile ilgili başka konularda aklınıza takılan bir şey olursa bir mesaj uzağınızdayım. ne kadar spesifik olursa olsun, çekinmeyin yazın. elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışırım.

    sevgiler.

    edit: *cost of living kavramını “yaşam masrafları” şeklinde değiştirdim. yardımcı olan arkadaşlara teşekkürler.

    önemli not: özet olmayacak demiştim yazının başında ama bugün gördüğüm bazı şeylerden sonra özet tadında bir not yazmak istedim. öncelikle buraya kadar okuduysan, çok teşekkür ederim, umarım aklındaki kanada sorularından bazılarını cevaplayabilmişimdir. okumadıysan da canın sağolsun. özet olarak tek diyeceğim, kanada’ya veya herhangi bir ülke’de yeni bir hayat kurma karar verirken iki tane dikkat etmen gereken şey var: beklentiler ve bu karar alırken bilgi aldığın kaynakların güvenirliği. beklentilerin ne kadar önemli olduğundan uzunca bahsettim zaten daha önce. burda tek demek istediğim, lütfen bilgi aldığınız kaynaklara dikkat edin, bu yurtdışı işlerinde sandığımdan da daha kötü niyetli/ sizin umutlarınızı kullanan insanlar varmış. ingilizce kitap okuyamayan çocuk yaşta adamlar yüzlerce dolara amerika/kanada’da e -ticaret eğitimi satıyor, “kanada göçmenlik danışmanları” kanada youtube kanallarına sponsorlu videolar çektirip, legal konularda açık açık yalan atıyor. o yüzden lütfen kaynaklarınıza dikkat edin. umutlarınızın, hayatınızın bir iki açgözlü elinde oyuncak olmasına izin vermeyin.

  • "film noir" dendiğinde aklımıza gelen filmler az çok bellidir. humphrey bogart'ın başrolünde yer aldığı ve john huston'ın yönettiği the maltese falcon (1941) türün tarifini yapan filmlerden biridir. ya da billy wilder tarafından çekilmiş olan double indemnity (1944) filmi aklımıza ilk gelen filmlerdendir. sunset blvd. (1950), the postman always rings twice (1946), out of the past (1947), the third man (1949), touch of evil (1958)... liste böyle uzayıp gider. ancak bazı filmler vardır ki "film noir" türünde çekilmiş olup biz sinefiller tarafından keşfedilmeyi beklemektedirler. bu listeyi oluştururken de imdb'de 10 binden az kişi tarafından oylanmış ve sinemasal anlamda başarılı bulduğum filmleri listeye almaya karar verdim. bu açıdan liste, tamamen kendi kişisel sinema zevkime göre hazırlanmıştır.

    10) (bkz: the big clock) (1948)
    george stroud artık çalışmaktan yorulmuş bir beyaz yakalıdır. yoğun çalışma temposu sebebiyle uzun zamandır ertelediği balayına çıkmak için fırsat kollamaktadır. sırf bunun için, şirketi bir dikatatör gibi yöneten patronu earl janoth ile tartışmayı bile göze almıştır. patronu janoth ondan işlerinin başında kalmasını ister. ancak stroud'un daha fazla çalışacak mecali kalmamıştır. patronuyla giriştiği laf dalaşı sonucunda işinden kovulur. bunun üzerine kafasını dağıtmak için gittiği bir barda şans eseri patronu janoth'un alımlı ve güzel metresiyle kaşılaşacaktır. metresi ona, birlikte janoth'a şantaj yapma teklifinde bulunur. ancak işler bu andan itibaren hiç de tahmin edildiği üzere ilerlemez. filmdeki hemen hemen her karakter kendini istemediği ve öngöremediği bir belanın içinde bulacaktır.

    9) (bkz: thieves' highway) (1949)
    “thieves' highway”, jules dassin'in kara listeye alınıp avrupa’ya kaçmak zorunda kalmadan önce amerika’da çekebildiği son filmlerden biridir. ayrıca, art arda çektiği birbirinden güzel “film noir” örneklerinden de bir diğeridir. savaş gazisi nick, memleketi california’ya dönmüş ve kamyonet şoförlüğü yapmaya başlamıştır. babasının da yıllarca yaptığı gibi kamyonetiyle elma taşımacılığı yapacaktır. ancak karşısına, babasının bacaklarını kaybetmesinden de sorumlu olduğunu öğreneceği mike figlia adında vicdansız ve merhametsiz bir rakip çıkacaktır. nick, babasının intikamını almak ve işleri yola koymak üzere kendi kedine söz verir.

    8) (bkz: where the sidewalk ends) (1950)
    bir kumarhane bataklığında başlayan kavga beklendiği üzere bir cinayetle sonuçlanacaktır. olay yerine gelen mark dixon ismindeki detektif cinayetin sorumlusunu az çok tahmin edebilmektedir. dixon, suçlulara uyguladığı aşırı şiddet sebebiyle bir süreliğine işinden uzaklaştırılmış, zamanında babasının da azılı bir suçlu olması sebebiyle de tüm suç dünyasından nefret eden bir polistir. ancak olayı araştırdığı sırada bir türlü kontrol edemediği öfkesine yenik düşecek ve kendisini hiç beklemediği bir suç sarmalının içinde bulacaktır. bu sarmalın içerisinde sadece suçlularla değil aynı zamanda kendisiyle de büyük bir mücadeleye girişecektir.

    7) (bkz: they live by night) (1948)
    "they live by night", amerikalı ünlü yönetmen nicholas ray’in ilk filmidir. film, vizyona girdiği yıl eleştirmenlerce beğenilmesine rağmen gişede yapımcılarını zarara uğratmıştır. ancak ilerleyen yıllarla birlikte, özellikle de “criterion collection”a girmesinin ardından film ayrı bir önem kazanmaya başlayacaktır. sinema eleştirmenlerince "couple on the run" yani “kaçan çift” alt türünün de ilk örneklerinden biri kabul edilmektedir. bu anlamda, bonnie and clyde (1967) gibi bir şaheserin de öncülerinden biri olmayı başarmıştır. film, planlandığı gibi gitmeyen bir hırsızlık hikâyesini konu alır. bu başarısız hırsızlık girişimi, ilerleyen sahnelerde büyük bir aşkın doğmasına da yol açacaktır. fakat bu aşkın da başarılı olup olmayacağı şüphelidir. “they live by night”, yalnızca “film noir” türünün değil aynı zamanda melodramın da güzel örneklerinden biridir. özellikle de son sahnesiyle izleyenleri ağlatacağına hiçbir şüphem yoktur.

    6) (bkz: brute force) (1947)
    komünist olduğu gerekçesiyle amerika'da kara listeye alınan ve amerika'da iş bulamadığı için fransa'ya göç etmek zorunda kalan jules dassin'in hollywood'da çekebildiği muhteşem film noir'lerden bir diğeri de "brute froce" filmidir. hapisten kaçma temalı filmler arasında en gerçekçi ve acımasız olanlarından biridir. efsanevi aktör burt lancaster'ın canlandırdığı mahkum joe collins, hapishaneyi tek yumruk rejimi ile acımasız bir şekilde yönetmeye çalışan capt. munsey'e karşı bir isyan çıkarmanın hazırlıklarını yapmaktadır. fransa'ya göç ettikten sonra rififi (1955) gibi bir başyapıta imza atan dassin'in kesinlikle izlenmesi gereken filmlerinden biridir.

    5) (bkz: the harder they fall) (1956)
    “the harder they fall”, humphrey bogart’ın son filmi olması açısından önemli bir filmdir. bogart, bu filmin ardından yakalandığı kanserin ilerlemesi ve önlenememesi sebebiyle hayata gözlerini yummuştur. fakat “the harder they fall”, sadece bu sebeple değil her yönüyle de muazzam bir “film noir” örneği olması açısından izlenmeyi hak eden bir filmdir. bu açıdan gerçek anlamda kıyıda köşede kalmış ve keşfedilmeyi bekleyen bir hazinedir. bogart’ın diğer büyük filmlerinin yanında bu film ne yazık ki unutulup gitmiştir. film, boks camiasında yaşanan şike faaliyetlerini, izleyicinin merakını zirvede tutmayı başararak anlatır. filmin başarısında dinamik oyunculukların da büyük payı vardır. bogart, açgözlü ama aynı zamanda da iyi yürekli spor yazarı rolünde elinden gelenin en iyisini yaparken ona eşlik eden metot oyuncusu rod steiger ise canlandırdığı paraya doymak bilmeyen nick karakteri ile harikalar yaratır. bogart ile karşılıklı oynadıkları sahnelerde bogart’ı rolüyle o denli bastırmaktadır ki bogart bazı yerlerde onu durdurmak zorunda kalır ve bizler buna bizzat şahit oluruz. uzun lafı kısası “the harder they fall”, bogart için sinemaya müthiş bir veda filmidir.

    4) (bkz: the set-up) (1949)
    spor temalı bir film noir örneği... konu itibarıyla oldukça basit bir film aslında. stoker isimli 35 yaşına gelmiş ve eski formunu artık kaybetmiş bir boksörün, 23 yaşında ve önüne geleni indiren genç bir boksörle yapacağı maçı kaybetmesi gerekmektedir. şehrin kötü adamı little boy, genç boksörün üzerine yüklü miktarda bahis parası yatırmış ve bu sebeple de büyük bir heyecanla stoker'ın kaybetmesini beklemektedir. "the set-up" filmi ucundan da olsa pulp fiction (1994) filminde bruce willis'in canlandırdığı butch karakterine de ilham vermiş gibi durmaktadır. sinematografisi göz dolduran bu spor temalı film noir'i mutlaka izleyin derim. bir boksörün psikolojine derinlemesine gerçekçi bir şekilde yaklaşan birkaç filmden de biridir aynı zamanda.

    3) (bkz: the narrow margin) (1952)
    film, günümüz polisiyelerinin vazgeçilmez konularından biri olan tanık koruma programının 1952 yılında işlenmiş versiyonudur. iki polis memuru, hayatını kaybetmiş büyük bir çete liderinin eşini, kocasının pis işlerini anlatabilmesi için mahkemeye yetiştirmeye çalışmaktadır. bunun için de uzun bir tren yolculuğu yapmak zorundadırlar. ancak işler planlandığı gibi gitmez. kadını susturmak isteyen kötücül güçler, polislerin ve tanığın peşine düşeceklerdir. çekildiği yıla göre izlemesi heyecanlı, müthiş bir film. filmin başları dışında geri kalanı hep trende geçiyor. bu daracık alanda yarattıkları gerilim ve heyecanı takdir etmemek mümkün değil.

    2) (bkz: criss cross) (1949)
    bazı filmler vardır nasıl bu kadar az bilinebilir diye hayret edersiniz. bu filmler kazılıp bulunmayı bekleyen birer hazinedir. bu filmlerden biri de robert siodmak’ın yönettiği, burt lancaster’ın ise başrolünde oynadığı “criss cross” filmidir. lancaster’ın canlandırdığı thompson karakteri, los angeles’a eski karısını bulmak için geri döner. boşanmış olmasına ve etrafındaki herkesin bu kadından uzak durması için onu defalarca uyarmasına rağmen thompson kalbine söz geçirememektedir. ancak tüm bunların dışında onu, eski karısına tekrar kavuşabilmesini engelleyen daha büyük bir engel beklemektedir. eski karısı, slim dundee adında acımasız bir gangsterle takılmaktadır. işin kötü tarafı slim de bu kadına âşıktır.

    1) (bkz: nightmare alley) (1947)
    listede yer alan filmler arasında beni en çok şaşırtan filmin bu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. gerçek anlamda kıyıda köşede kalmış bir başyapıt. sinema tarihi için o kadar kıymetli bir film ki bu kıymetin farkında olan guillermo del toro, filmi yeniden çekmeye karar vermiş. filmin 2021 yılında vizyona girmesi bekleniyor. guillermo del toro'nun 1947 yapımı orijinal klasiğe nasıl yaklaşacağı ise bir merak konusu. filmi tamamen mi taklit edecek yoksa kendi tarzıyla filmi yeniden mi yorumlayacak açıkcası heyecanla bekliyorum. ancak siz ne olursa olsun 1947 yılında çekilmiş olan bu gizli hazineyi mutlaka izleyin.

  • ağrı dağı'nın 1840 yılında patlamış olması.

    çok yeni lan. yani "sönmüş yanardağ" diyoruz ama daha 1840'da patlamış olum dağ. yani jeolojik zaman gözü ile baktığımızda dün patlamış. hatta ne dünü bir kaç saat önce patlamış. hatta ne saati, bir kaç dakika önce...

    ve ülkede yakın zamanda patlamış daha bir sürü volkan var. ve ne millet ne de devlet olarak, volkan felaketlerinde ne yapılır, nasıl ekipler ve ekipmanlar gerekir ne biliyoruz ne de hazırız. allah göstermesin bu yanardağlar bir aktifleşirler, sığır gibi ölür gideriz. pompei'deki gibi eli s.kinde taş olur kalırız aq.

  • 1 eylül 2022 celal şengör'ün ifadeye çağrılması'na cevaben gerçekleştirdiği savunmadır.

    " bu değerlendirme bilimsel bir değerlendirme olup tarihi bir gerçeklik taşımaktadır" denilen savunmada "sayın cumhuriyet savcısı sadece wikipedia'ya bile bakmış olsalar ne demek istediğimizi anlar" ifadeleri kullanıldı. wikipedia’dan yapılan alıntılar savunmada şöyle yer aldı:

    "musa'yla ilgili ilk yazılı kaynak babil sürgünü sırasında üretildiği düşünülen metinlerdir. bu metinler musa’nın yaşadığına inanılan dönemden yaklaşık olarak 1000 yıl sonrasına denk geliyor ve musa veya kutsal kitap ile ilgili bazı anlatıların babil-sümer anlatıları ile benzerliklerine de ışık tutabilir. (…) musa'nın doğumu ve büyütülmesi ile ilgili anlatılan öykülerin bir kısmı akad kralı sargon, hint en:karna ve yunan oedipus öyküleri ile örtüşür, yani belli ki masalsı bir karaktere yakıştırmadır. (…) 21. yüzyılın başlarında arkeologlar, ibrahim, ishak veya yakup'u güvenilir tarihi şahsiyetler yapacak herhangi bir bağlam kurma umudundan vazgeçtiler.

    prof. celal şengör’ün savunmasında bütün bunlara ek olarak nuh tufanı’nın da masallara dayandığı anlatıldı:

    şengör’ün 2003'te dünyanın en prestijlilerinden olan amerika jeoloji derneği tarafından yayımlanan bir kitabında nuh tufanı menkıbesini detaylı olarak inceleyerek onun da 1875'ten beri pek çok eski ahit uzmanı, asurolog, tarihçi ve arkeoloğun da defaatle yayımladığı gibi—tamamen sümer, asur ve babil mitolojilerine, yani masallarına dayandığını, sözde dünyayı kaplayan bir tufan için jeolojik en küçük bir iz bile bulunamadığını belgelemiştir.

    şengör'ün eserinin orijinalliği ilk defa sümer, akkad, babil, yunan ve eski ahit anlatılarını sütunlar halinde dizerek bir ‘deneştirme şeması’ oluşturması olmuştur. şengör'ün şeması hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde nuh tufanı menkıbesinin eski mezopotamya masallarından türediğini ispat etmekte, kendinden önce pek çok bilim insanı tarafından zaten ortaya atılmış bu görüşü desteklemektedir. bu şema dilekçemiz ekinde sunulmaktadır. "

    dipnot: (bkz: benim manevi mirasım ilim ve akıldır)

  • kendisine sorduğum her soruya merhaba, günaydın diyerek başlıyorum, teşekkür ederim diyerek bitiriyorum ki yarın makineler gezegeni ele geçirip insanlığa hükmederse lebram bana iyi davranmıştı desin, işkence filan etmesinler.