ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap
alex de souza
-
insan'dır...
lefter'in elini öper.
sergen benden iyi futbolcu der.
iyi aile babasıdır.
elinde telefon ile alışverişte eşini bekler.
fenerbahçe zor sezonuda ben her göreve varım diye mesaj yollar.
tribünde yaralanan adamı ziyaret eder.
rakibe saygı duyar.
oynayamadığı zaman ağlar.
oğlum yarı türktür... burada büyüdü... der.
bu adam iyi ki futbolcu olmuş gelmiş fenerbahçe'ye de onu tanımışız.
öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler
-
venüs'ün gariplikleri.
güneş'e merkür'den daha uzak olduğu halde, güneş sistemindeki en sıcak gezegen venüs'tür. * bunun nedeni armosferinde bulunan yoğun karbondioksit içeren bulutların sera etkisi sayesinde sıcaklığı tutmasıdır.
bir venüs günü bir venüs yılından daha uzundur. venüs kendi çevresinde 243 günde, güneş çevresinde ise 224 günde döner. yani eğer dünyamız venüs kadar yavaş dönseydi, güneş'in bir doğup batma süresinde 4 mevsimi yaşayacaktık.
dünya'da 23 derece olan eksen eğikliği venüs'te 177 derecedir. dolayısıyla kendi ekseni etrafındaki dönüşünü diğer gezegenlerin aksi yönünde yapar. yani venüs'te yaşasaydık güneş'in batıdan doğup doğudan battığını görecektik.
felipe melo
öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler
-
mantarların yani fungi/fungus takımının, şu anki hayatın, atmosferin şeklini hatta canlıların boyutunu belirlediği.
300 milyon yıl civarı önce mantarlar bitkilerin yaşamasına pek izin vermiyorlardı. bitki topraktan çıkınca mantar höt diye tebelleş olup bitki büyüyemeden skertiyordu onları. fotosentez olayı pek olmadığı için atmosferdeki oksijen oranı >20 % civarındaydı.
tabi bitki de inat. onca yıl eziyetten sonra zamanla ki kaç milyon yıl bilemedim, didin sen, evril, mantarların yıkamayacağı lignin i üret. (sentezle mi denir bilemedim). artık bitkilerin yapısında lignin vardı. devran dönmüştü. mantarlar akıllı olsundu.
mantarlar bitkinin yapısındaki lignin maddesini yıkamıyor/çürütemiyorlardı. lingin de bu arada odunun ham maddesi, selüloz falan bişeler. işte yapısında odun olunca bitkiler gelişmeye başladı, ağaçlar evrildi, bitkiler mantarlara galip geldi.
fotosentez olayı da başlayınca atmosferden karbondioksit emildi oksijen verildi. yani co2 alındı o2 verildi. c nerde? karbon noldu? karbon bitkilerin ve ölü bitkilerin odunların vücudunda kaldı. mantarlar odunu yıkıp karbonu açığa çıkaramayınca atmosferdeki karbon oranı azaldı ve oksijen oranı %30 lara çıktı.
aşırı oksijen olunca canlılar fena halde gelişti. elma kadar karıncalar türedi. örümcekler gafam gadar, yusufçuklar ise bir kartal büyüklüğünde oldular. bilmiyorum dinozorlar da bu dönemde mi yaşadı ama muhtemelen öyledir.
mantarların lignin maddesini yıkabilecek enzimi geliştirip evrilmeleri 50 milyon yıl sürdü. hareket yapma hareketin kralını görürsün diyen mantarlar lignin i yıkmaya başlayınca rekabet eşitlendi. odun yıkılıp içindeki karbon da atmosfere geri salınınca oksijen oranı günümüzde olduğu gibi % 20 civarına düştü ve bu da günümüz yaşamını şekillendirdi.
fungus takımı lignin i yıkabilme yeteneklerini geliştirmeselerdi şu an nasıl bir dünya olurdu ya da insan ırkı varolabilir miydi hayal etmek pek kolay değil.
iyi olmuş yalnız gafam gadar örümcekle uğraşılmazdı, gelişmesin o kadar pezevenkler.
kaşarlı mantarı zaten çok severdim artık daha bir saygı duyuyorum. bu bilgilerin kaynağı yaklaşık 4 yıldır yürüttüğüm araştırmalardır.
şaka lan şaka aha kaynak
edi: kaldırmışlar yutubdan da aransa bulunu. adı. after life - the science of decay
not: belgeselin konusu, bir mutfakta olabilecek besinleri 2 ay boyunca açıkta bırakıp çürümelerine izin verip döngüyü gözlemliyorlar. çok harika bir şey mutlaka izleyin.
öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler
-
jarbas agnelli isimli bir müzisyen, bir gün elektrik telleri üzerindeki kuşların diziliminin fotoğrafını çekiyor.
işte fotoğraf burada.
daha sonra bu kuşlardan ilham alıyor ve "bu kuşları bir notaya dökseydim nasıl bir melodi ortaya çıkardı?" diye kendisine soruyor.
kuşları notaya döküyor. ilgili fotoğraf burada.
en sonunda da kuşların diziliminden böyle bir melodi üretiyor.
buradan çıkartmamız gereken sonuç: elektrik telleri üzerindeki kuşların notaya dökülmüş hali bile türk pop müziğinin %90'ından daha iyi.
ayrıca yaratıcı olmak harika bir şey.
öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler
-
-bir şeyin imkânsız olduğuna inanırsanız, aklınız bunun neden imkânsız olduğunu ispatlamak üzere çalışmaya başlar. ama bir şeyi yapabileceğinize inandığınızda, gerçekten inandığınızda, aklınız onu yapmak üzere çözümü bulmanıza yardım etmek için çalışmaya başlar.
dr. david j. schwartz
giuliano terraneo
-
kanlı irinli şu son türkiye gündeminde fotoğraflarına baktıkça istem dışı güldürüyor reis.
reisin her an yeni sekme açıp 2.el doblo fiyatlarına bakabilirim bakışını hepinizin yakaladığını biliyorum.
fikret orman
-
fikret orman önce çinlileri kazıkladı,
çinli değilim diye ses çıkarmadım.
sonra italyanlardan 1000 euro'ya dünya çapında golcü aldı
"italyan değilim ki" dedim, sesimi çıkarmadım.
almanlara yedek oyuncuyu 5 milyona sattı,
"almanları düşünmek bana mı kaldı" dedim sesimi çıkartmadım.
en sonunda gözünü biz taraftarların cebindeki paraya dikti
etrafta beni kazıklamasına ses çıkartacak kimse kalmamıştı.
(bkz: ulan fiko tek maçtan yatırdın bizi kombineye)
12 haziran 2016 türkiye hırvatistan maçı
-
reklamlar başlasa da arda turan'ı oynarken izlesek dediğim maç.
the thing
-
yine john carpenter, yine aşmış bir film. inanılmaz. en başarılı bilim kurgu filmleri arasında önemli bir noktada bulunması gerektiğini düşünüyorum. çok iyi oyunculuklar sergilenmiş. özellikle kurt russell, rasim ozan'ı andıran imajıyla almış başını gidiyor. atası "the thing from another world" isimli bir başka başyapıt ve iki film de "who goes there?" isimli mükemmel romandan uyarlama. klostrofobiyi baştan yaratacak bir film. alien sevenler mutlaka izlemeli. 10/10'u hakediyor.
dogma95
-
sinemanın en eğlenceli akımıdır.
hazırsanız biraz daha detaya giriyorum.
akımın kurucularından thomas vinterberg'in deyimi ile, dogma kuralları bir oyundur. ideolojiktir, politiktir, uzmanlık ister, küstah ve kendini beğenmiştir ama aynı zamanda eğlencelidir.
[vinterberg'in konu hakkındaki fikirlerini https://www.youtube.com/watch?v=qcvew3hh7gq buradan] izleyebilirsiniz.
her şey, 1995'in ilkbaharında danimarkalı yönetmenler lars von trier ve thomas vinterberg'in 45 dakika içinde yazdıkları bir kurallar silsilesi ile başlar. bu yeni akıma dogma 95 ismini koyarlar ve akabinde kendilerinden beklenecek şekilde bu kuralları, 'şeref, namus, erdem yemini' benzeri anlamında vow of chastity ismi ile yayınlarlar. (buradan okunabilir.)
hemen peşine harika ve bir o kadar da sert bir manifesto yazıp dogma 95'in bir şaka olmadığını, son derece ciddi olduklarını anlatırlar. (buradan okunabilir)
bu manifestonun bir özetini verecek olursak... hazırsanız başlıyorum.
öncelikle 1960 sonrası yeni dalga sinema için, 'sinema ölmüştü ve tekrar diriliş çağrısı yapıyordu', 'amaçları doğruydu ama araçları yanlıştı'. 'dalga kıyıya vurdu ve berbat oldu' gibi oldukça sert ifadeler yer alıyor ve şöyle devam ediyor,
'bireycilik ve özgürlük sloganları bir süre işe yaradı, ama bir fark yaratmadı. dalga, yönetmenlerin kendilerini de kapmak için yükseldi. dalga hiçbir zaman arkasındaki adamlardan daha güçlü olmadı. anti-burjuva sinemanın kendisi burjuva oldu, çünkü teorilerinin dayandığı temeller, burjuvanın sanat anlayışını ta kendisiydi. auteur kavramı, en başından beri burjuva romantizmiydi ve bu nedenle… yanlıştı! dogma 95'e göre sinema bireysel değildir!'
geçmişi kritik ettikten sonra daha da sertleşen manifesto, günümüz sineması ve yapılması gerekenler kısmına da değiniyor,
'bugün, teknolojik bir fırtına şiddetini arttırıyor ve bunun sonucu sinemanın nihayet demokratikleşmesi olacaktır. ilk defa, herkes film yapabilir hale geldi. ancak ortam ne kadar erişilebilir hale gelirse, avangart o kadar önemli olur. “avangart” ifadesinin askeri çağrışımlara sahip olması tesadüf değildir. cevap disiplindir...
filmlerimizi tek tip hale getirmeliyiz. çünkü bireysel sinema, tanımı gereği çökecek!'
vitesi daha da yükseltip, nihat genç ile veryansın formatına bağlayan dogmacılar şöyle devam ediyorlar,
'çökmekte olan sinemanın şu yapımcılarının "yüce" görevi izleyiciyi kandırmak mıdır? gurur duyduğumuz şey bu mu? "100 yılın" bize kazandırdığı şey bu mu? bütün bu illüzyonlar hangi duygular aracılığıyla iletilebilir? bireysel sinema yapanların hile yapma özgürlüğü mü?
dramaturji, etrafında dans ettiğimiz bir altın buzağı(put) haline geldi. karakterlerin iç yaşamları hakkında olay bir örgüsü çok karmaşıktır ve bu "yüksek sanat" değildir. yüzeysel aksiyon ve yüzeysel sinema daha önce hiç olmadığı kadar, tüm övgüleri toplar oldu.
sonuç anlamsız ve faydasızdır. bu bir dokunaklılık ve duygu sömürme ilüzyonudur. bu bir aşk hikayesi ilüzyonudur.
dogma 95'e göre, sinema bir ilüzyon değildir!'
bu dokunaklı, iddialı ve sert açıklamadan sonra 'dogma 95, vow of chastity isimli değiştirilemez kurallar ile, ilüzyon sinemasınına karşı gelir!' cümlesi ile biter manifesto.
peki bu değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez, adeta musa'nın 10 emiri olan dogma kuralları nelerdir?
1- çekimler stüdyo dışında yapılmalıdır. sahne donanımı ve setler içeri taşınmamalıdır. (hikaye özel bir sahne donanımı gerektiriyorsa, stüdyo dışında bu donanıma uygun bir mekan seçilmelidir.)
2- ses, kesinlikle görüntülerden ayrı olarak üretilmemelidir ya da tersi yapılmalıdır. (sahne içinde üretiliyor olmadığı sürece müzik kullanılmamalıdır.)
3- kamera, elde taşınıyor olmalıdır. elde taşınan kamera ile elde edilecek hareketlilik ya da hareketsizlikler serbesttir. (film, kameranın durduğu yerde çekilmemeli; kamera filmin olduğu yerde olmalıdır.)
4- film, renkli olmalıdır. özel ışıklandırma kullanılamaz. (eğer çekilecek olan sahnede filmin pozlandırması için çok az bir ışık söz konusuysa, sahne kesilmeli ya da tek bir lamba kameraya iliştirilmelidir.)
5- optik numaralar ve filtreler kesinlikle yasaktır.
6- film, gelişigüzel aksiyon içermemelidir. (öldürme, silahlar, vs. bulunmamalıdır.)
7- zamansal ve coğrafi yabancılaştırmalar yasaktır. (kısaca film, şimdi ve burada geçmelidir.)
8- tür filmleri kabul edilemez.
9- film formatı 35 mm olmalıdır.
10- yönetmen, jenerikte belirtilmemelidir.
ek madde- ayrıca yönetmen olarak, kişisel üsluptan kaçınacağıma and içerim. ben artık bir sanatçı değilim. anları bütünden daha önemli gördüğüm gibi, bir ‘eser’ yaratmaktan kaçınacağıma and içerim. en büyük hedefim karakterlerimden ve ortamdan gerçeği açıkça çıkarmak olacaktır. tüm bunları elimden geldiğince, iyi uslup ve estetik kaygılar pahasına yapacağıma and içerim.
böylelikle, namus ve şeref yeminimi ederim!”
gelin görün ki, bu yemini yazanlar, yemini ilk bozanlar olacaktır. çünkü bu kural tanımaz, provakatif yönetmenlerden böyle bir yemine kariyerleri boyunca sadık kalmaları zaten beklenemezdi.
hatta 1998 yılında, dogma akımının ilk örneği olarak çekilen festen'de bile yıllar sonra vinterberg, kuralı 'çaktırmadan' bozduğunu itiraf etmiştir.
yetmezmiş gibi, akımın çekilen ikinci filmi olan ıdioterne'de lars von trier arka plan müziği kullanıp ikinci kuralı çiğnemiştir.
fakat aradan 26 yıl geçmiş olmasına rağmen, hala etkisi devam eden dogma95 efsanesi hakkında kimsenin emin olamadığı tek şey şu,
dogma, iki sarhoş danimarkalının kafası güzelken eğlenmek için uydurduğu bir şey mi?
yoksa hakkında tezler yazılacak kadar ciddi bir sinema akımı mı?
whitewashing
-
sinema, tiyatro ve dizilerde, beyaz olmayanların beyazlar tarafından canlandırmasını ifade eden whitewashing kavramını türkçeye beyazlılaştırma şeklinde çevirebiliriz. sıradan, masum ve hatta komik gibi dursa da altan alta beyazın, beyaz olmayanlara üstün olduğunu vurgulaması ve beyaz olmayanları, dilleri ve fiziksel özellikleri üzerinden abartarak stereotipleştirmesi nedeniyle buram buram ırkçılık kokar.
whitewashingin farklı türleri var. örneğin, yüzü siyaha boyamak suretiyle yapılan blackface bunlardan en barizi. bir diğer türü ise basitçe gözleri çekik hale getirerek yapılan yellowface; türkçedeki ifadesiyle çançinçonluk.
türkiye dizi, sinema ve tiyatro sektöründe pek çok whitewashing örnekleri bulunuyor. örneğin yüzü siyaha boyayarak yapılan blackface'in en bilineni, arap bacı/bacı kalfa tiplemeleri ve bunun en güzide temsilcisi de malum tevfik gelenbeydi. yellowface'i ise tokatçı filminde, şevket altuğ'un canlandırdığı çinli şogon karakteriyle hatırlayacaksınız.
türklerin, abartılı şiveler ve türlü ırkçı klişeler* yoluyla etnik olarak türk olmayanları, bilhassa da kürt, laz, ermeni, rum, arap ve yahudi karakterleri canlandırması ise whitewashing'in türkiye'ye özgü türlerini oluşturmakta ki bunlar örnek verilemeyecek kadar çok sayıda.
ayrıca;
(bkz: yeşilçam'da ırkçılık içeren filmler)
(bkz: yeşilçam'ın yabancılara bakış açısı)
mauro icardi
-
bazı serseri ruhlu futbolcular vardır ki iyi oynarlar, yetenekleri yüksektir, değişik kabiliyetleri vardır, stardırlar, piçlik yaparlar, taraftar bu adamları çok sever ama böyle adamlar genelde sorunlu olurlar, kırmızı kart görürler, hocaya posta koyarlar, rakiple dalaşırlar, takım arkadaşlarıyla kavga ederler, özel hayatları yüzünden formlarında iniş çıkışları çok olur, iki güldürür, bir ağlatırlar taraftarı. her şeyin güzel gittiği bir maçta gider kırmızı kart görürler. günün sonunda kârda mıyız zararda mıyız anlamazsın. misal quaresma böyle bir adamdı.
drogba'yı hatırlayın. büyüklüğü ve katkısı tartışılmaz bir figürdü. ama ucl de chelsea maçlarında frikikte 45 metreden kaleye şut atacak kadar kendine oynardı. egosunu tatmin ederdi.
icardi, pic mi, evet pic. ırz düşmanı mı, ırz düşmanı.
ama adama bakıyorsun adam tepeden tırnağa safi efendi takım oyuncusu. sanırsın ergün penbe amk. takım arkadaşlarına çok saygılı, rakibe ve hakemlere karşı zarif, ince. takım şampiyon olmuş, bu gitmiş ankaragucu oyuncularını tek tek tebrik ediyor. okan'ı, okan'ın oğlunu sırtlıyor. bunun çeyreği kadar kariyeri olmayan adamların havasından yanına yaklaşılmaz. en küçük bir kibrini görmedim, sıfır efo, adam dogru dürüst sarı kart bile görmedi. kral top oynadı, örnek sporcu gibi davrandı. güzel izler bıraktı. büyük yetenek, devasa bir karaktermiş hakikaten, üstelik bu adam kiralık olarak bizde, sanırsın metin oktay. öylesine bir aidiyet. dünkü kutlamalara bakın, koca koca adamlar "aşkın olayıım" diye bağırıyor.
açın maç videolarını durdura durdura futbol uzmanlarına izletin, adam her pozisyonda en doğru kararı veriyor. yüzdeye vursan, 100 pozisyonun 98 inde doğru olanı yapmıştır, o derece rasyonel. pas verilecekse pas verir, şut cekilecekse şut çeker, doğru tercihi hep yapabilen birisi. bu kadar efektif oynayan adam görmedim ben. her hareketi buram buram kalite kokuyor. adamı karısı seviyor, çocukları seviyor, sevgilileri seviyor, milyonlarca taraftar seviyor, rakipler bile seviyor. bir messi sevmiyor. o da karısını kapar diyor korkuyor zahir. neyse dağıtmayalım. buralara gelir, iki gol atar, 3 maç sakatlanır, 5 maç kırmızı görür, rakiple dalaşır, arkadaşlarıyla kavga eder sonra çeker gider diye düşünüyordum, adam korkunç disiplinli ve tutarlı oynadı. bir penaltıda laubalilik yaptı diye hemen yanlışını anladı ve sonraki penaltılarda ağları yırttı.
neticeten 120 yıllık kulüpte, kusursuz bir performans sergileyip, güzel hatıralar bırakan ender futbolculardan biri oldu.
abartmıyorum, bugün bile takımdan ayrılsa kendisinin ismini gs tarihinin ilk 10 ismi arasına tereddütsüz yazarım.
edit: aa debe olmuş aşk adam.
her şeyin yeterince kötü olduğu ülkede yüz güldüren ender kişi ya da şeylerden biri.
tekrar edeyim;
"aşk adam"
ludogorets'in fenerbahçe'ye oynadığı ilk 43 dakika
-
bir bulgar olarak (bu kadar iyi türkçe konuştuğuma bakmayin, busbulgarım) alnim acik başım dik bir şekilde kalan hayatıma devam etmemi sağlayan 43 dakikadır. yeni sezona 17 galibiyet ile başlayan fenerbahçe karşısında ilk 43 dakika oynadığımız oyun ve maçı beraberlikte tutmamız dunya ve bulgar futbolu adına tarifi imkansız bir haz. ha biz bu 43 dakikayı yaşamısiz ha muhammed yollanmış miraca. bugün itibari ile futbol izlemeyi zirvede bırakıyorum. takimimla gurur duyuyorum.
3 mart 2024 beşiktaş'ın verilmeyen penaltısı
-
cenk tosun birkaç kere daha dönseydi daha inandırıcı olabilirdi.