hesabın var mı? giriş yap

  • var mısın yok musun izlerken "lan niye hep en alttaki 500.000'ler önce açılıyo, bi gün de aradaki bi 500.000'in açıldığını görmedim, vay canına lan" diye şaşırmak. saniyelik lan ama, alo saniyelik olm, olur öyle yani bence.

    edit: guijarra uyardı 500.000ler en alttan diil en üstten başlıyomuş açılmaya. ne desem bilemedim. çok komplike bi yarışma heralde bana göre.

  • sene 2008, uluslararası bir bankada çalışıyorum. bizim bölümde kullanmak için küçük bir programa ihtiyaç oldu. bu gibi durumlarda bt'ye talep açıyoruz, projelendiriliyor, bütçe çıkıyor ve onaylanırsa sıraya alınıp bir kaç sene içinde yapılıyor.

    basit bir db uygulaması için 450 bin dolar maliyet çektiler. elbette bütçe olmadığı için gmy de projeyi onaylamadı. ama programa deli gibi ihtiyacımız var.

    birkaç saat oturup programı visual basic'de yaptım. çok da güzel oldu. bölüme dağıtıldı. herkes manyaklar gibi benim programı kullanıyor. her şey çok güzel gidiyordu ki, bilgi güvenliği departmanında aradılar...

    burası gidenin gelmediği, yemen'deki muş gibi bir yer. daha da işe yeni girmiştim, herhalde dedim şimdi kovacaklar. neyse kovmadılar ama bayağı bir fırça kaydıktan sonra dediler ki bölümlerin kendi programlarını yazmaları yasak, ancak excel makroları yapabilirsiniz ona izin var. ben de bari program işe yarıyor şunu excel makrosu olarak yapayım dedim. makroları da pek bilmiyorum ama biraz karıştırır bulurum diye düşündüm.

    o gün, excel açıkken alt+ f11'e ilk defa bastım. karşıma visual basic ana ekranı çıkınca o kadar şaşırdım ki anlatamam. yani visual basic'in arayüzünü neredeyse birebir excel'in içine koymak nedir arkadaş? kodları diğer projeden excel'e yapıştırdım, referansları falan ekledim, 1 dakika'da işim bitti.

    sonuç: excel sadece bir ofis programı değildir. kendi içinde bir programlama platformu da barındırır. excel ile yapılamayacak şey sınırlıdır.

  • --- spoiler ---

    kasaba filminin çekildiği dönemler...tatil için yola çıkmıştım. filmi epey merak ediyordum.''bakayım, ne yapılıyor?'' diye içimden geçirerek sete uğradım. üç beş gün kalır, yola devam ederim diyordum ama epey zaman sette kaldım. ilk kez o zaman tanıştık mehmet emin'le.

    çok neşeli, çok heyecanlı bir adamdı. aklındakileri coşkuyla bağırarak anlatırdı. sürekli etrafını gözlemleyen, gözlemlerinden komik enstantaneler çıkaran, bunları da anlatıp kahkahalar patlatan bir adam... neşesiz olduğunu çok az gördüm. sıkıntılı zamanlarında bir köşeye çekilir, kendini göstermez, konuşmaz ve suratını asardı. bana biçtiği rol de abilik rolüydü bir nevi. filmlerdeki çalışmalar esnasında beni sevip sayar, sözüme kıymet verirdi.

    ankara film festivali'nde seçici kurul ikimize birden özel ödül verecekti. ben zaten ankara'da yaşıyordum, ama tantanadan çok hoşlanmadığım için festivale pek takılmıyordum.

    mehmet emin'in ankara'ya geldiğini biliyordum. festivalin son günlerinde, ölümünden iki gün önce, eşiyle birlikte bize oturmaya geldiler. o akşam her zamankinden daha neşeliydi. festivalle ilgili komik şeyler anlatıyor, ardı ardına komik şeyler patlatıyordu. biraz takılayım dedim mehmet'e. daha önce antalya film festivali'nden bir ödül almıştı, o ödülün de desteğiyle mehmet'i biraz rahatsız etmek istedim. ''nedir bu halin? bu ödüller seni uçurdu be mehmet!'' dedim. ''abi'' dedi: ''sabahtan beri ben ne anlatıyorum, dalga geçiyorum bu festivallerle, bu komedilerle, duymuyor musun?'' mahsustan açtığım bir konuydu ama çok güzel savunmuştu kendisini. mehmet ödüllerin büyüsüne kapılıp, havalara girecek bir adam değildi. o gece de bana bu durumu çok güzel izah etti. ödüllerin gelip geçici olduğunu biliyordu. memleketinde bir işi vardı, seramik fabrikasında çalışıyordu ve yaşadığı kasabayı da seviyordu. kasaba filmindeki kahraman gibi ''ben çıkayım, büyük şehre gideyim'' gibi bir derdi de yoktu.

    epey oturduk o akşam evde, üç beş saate kadar... kalkmaya yakın ''ne zaman dönüyorsunuz?'' diye sordum. yarın bütün gün festivalde olduklarını, gece de yola çıkacaklarını söyledi. '' sabaha da eve varırız abi '' dedi. o an içim cızz etti, içimde tuhaf bir korku ve ürperti hissettim. kasaba ve mayıs sıkıntısı'nın çekimlerinde fark etmiştim; mehmet'in arabalara karşı büyük merakı vardı. araba kullanmayı çok seviyordu. fakat bana göre; son derece atak ve kötü araba kullanıyordu. zaman zaman benden araba istediğinde, isteksizce verirdim arabamı ve uyarırdım mehmet'i: ''mehmet sen hiç hoş araba kullanmıyorsun, dikkatsiz kullanıyorsun, lütfen daha dikkatli ol! diyerek. içimde her zaman bir korku vardı. o akşam da ''gece araç kullanacağım'' deyince yeni de araba almıştı, sanki içime doğmuş gibi ''yapma, uykusuz uykusuz bu kadar yol gidilir mi? bütün gün yorgun olacaksın, gitme!'' deyivermiştim.

    aradan iki gün geçmişti ki, öğlen vakti telefonum çaldı. sadık incesu arıyordu: ''haberin var mı?'' dedi, ''yok'' dedim. sesi çok kötüydü. kötü bir haber vereceği içime doğmuştu: ''ne oldu?'' diye sordum ''mehmet emin'' dedi, başka da bir şey demedi. ''trafik kazası mı yaptı?'' ,''evet'' , ''yaşıyor mu?'', hayır dedi, sadık.

    o an iki gün önce evimizde yaptığım konuşma aklıma geldi: mehmet'e gösterdiğim tepkiyi düşündüm. malum keza gerçekleştikten sonra yıllar geçse de, o an hep aklımda kaldı. kendime sorup durdum: '' neden mehmet'i vazgeçirmek için daha fazla çaba göstermedim?'' diye... cenazesi için yenice'ye gittik. epey bir kalabalık vardı. defnedildikten sonra herkes dağıldı. sonra başkalarından duydum, mezarının başında genç bir arkadaş; başını ellerinin arasına almış, çömelmiş, uzun süre de kalkamamış mezarı başından. o kişi mehmet emin'in ankara'dan dönüşte arabada birlikte seyahat ettiği çocukluk arkadaşıymış. o da o sırada ankara'daymış, çan'a dönmek için birlikte yola çıkmışlar. mehmet dönüşte eşini eve bırakmış. arkadaşı ''ben giderim'' diye ısrar etmesine rağmen, mehmet onu yenice'deki evine bırakmak istemiş: ''buraya kadar beraber geldik, seni evine ben bırakacağım'' demiş.

    mehmet emin çok dost canlısı, arkadaşları için fedakarlık yapmayı seven bir çocuktu. o gece de ''yorgunsun, eve git'' ısrarlarına rağmen, arkadaşını yenice'deki evine bırakmış. dönüşte de yorgunluktan uyuyakalmış ve malum kaza işte böyle gerçekleşmiş.

    mehmet emin dostları için yaşayan, cesur ve gözü pek bir çocuktu. küçüklüğünde de mahallede kendisinden yaşça küçük olanların hamiliğini yapar, onları koruyup kollarmış. bana hep anlatırdı; balıkesir'de iki yıllık pazarlama bölümünde okurken en büyük derdi arkadaşları için girdiği kavgalarmış, daha çok da kız arkadaşlarını korumak için kavgalara girermiş. silah ve bıçakların çekildiği kavgalar anlatmıştı bana, ciddi ciddi başını belaya soktuğunu da söylüyordu. anlattığına göre bütün bu kavgalara da çevresine abilik yaptığı için giriyordu.

    uzak filminin çekimleri sırasında, sahnemin olmadığı bir akşam yanıma geldi.hafif buruk ve sıkılmış bir hali vardı. ''ne oldu mehmet?'' dedim. ''abi sorma, öyle bir sahneydi ki altından kalkamadım.'' dedi. bahsettiği sahne tramvaydaki taciz sahnesiydi; tramvayda yan yana oturduğu kıza bacağıyla sürtünmesi gerekiyordu. çekimler esnasında çok rahatsız olduğunu, sürekli terlediğini söyledi ve: ''bugüne kadar rol aldığım en zor sahneydi.'' dedi. çünkü mehmet emin'e çok tersti bu tip şeyler...

    mehmet emin söz konusu olunca ''neden o gece tembellik yaptım da mehmet emin'i caydıramadım?'' diye düşünürüm. yıllar geçse de, o an içimde hep acı bir keşke olarak durur.

    --- spoiler ---

    muzaffer özdemir'in iç burkan yazısı.

  • 5 yaşındaki kızım okulda ağlamıştır:

    b: sen bugün okulda ağladın mı güzel kızım?

    k: evet, nerden biliyorsun?

    b: kuşlar söyledi.

    k: yaaa!

    b: peki neden ağladığın yavrum?

    k: kuşlara sor!

  • mp3'ün müzik piyasasını öldürmediğini, aksine canlandırdığını düşünen zihniyettir.

    aslında sanatçıların ticaretten pek anlamadığının ilk göstergesi 1990'lı yılların başlarında yaşanmıştı. başta orhan gencebay üzere birçok müzisyen, kravat takıp, takım elbise giyip koltukaltlarında klasörlerle özel radyolara savaş açtılar. oysa özel radyo televizyonlar sayesinde pazar büyüdü ve beylerin (çok özür dilerim ama) biti kanlandı. talk show'lar, özel programlar, diziler falan. özel radyo ve televizyonlara açılan aptalca savaşın bir benzeridir mp3'e açılan savaş. mp3 müzik pazarını büyütür ve sanatçıların doğrudan albüm gelirlerini azaltsa bile medya endüstrisinden aldıkları parayı artırır.

    aslında gelişen teknolojinin kişilerin ekmeğini böleceği fikri yeni değildir. kökeni matbaa'ya karşı çıkan hattatlara, hezarfen ahmet çelebi'yi öldürmeye çalışan kayıkçılara, bir de metro yapılmasına karşı çıkan taksici dolmuşçulara kadar dayanır. "mevcut teknoloji ile nasıl para kazanırım" ın değil, "eskisi gibi nasıl para kazanırım" ın dışavurumudur.

    ben 1 günde 10 cd'de alsam 10 yılda 1 cd'de alsam aynı fiyat tarifesini uygulayan ve bana herhangi bir sadakat veya saygı göstermeyen satıcıya ben neden karşılıksız sadakat göstereyim? hem pazarlama adına hiçbir girişimin olmasın, 50 sene önceki plak satış yöntemlerine aynen devam et, rafa cd'leri dizip manav gibi müşteri bekle, ondan sonra teknolojiye savaş aç. değirmenle kavga etmenin 2000 yılı versiyonu. (bkz: don quijote) daha önce radyoyla, televizyonla yapılan kavga şimdi de bilgisayarla yapılıyor.

    bugün dünyanın en çok kopyalanan ürünleri microsoft ürünleridir ve ne ilginçtir ki dünyanın en zengin adamlarından biri bill gates'dir. biz kopyaladıkça adam zengin oluyor. çünkü dünyayı kendi ürününün bağımlısı yapıyor. o zengin olduğu için intikam duygusuyla kopyalamıyoruz. tam tersi biz kopyaladıkça adam zengin oluyor. yani beatles'ın mp3'ünü indirmeyen adam ertesi gün gidip beatles cd'simi alacaktır? tabii ki hayır. tam tersi mp3'ünü dinledikten sonra birçok albümün orijinal cd'sini aldığımı bilirim.

    son bir soru : futbolcular ile hentbolcuların kazandıkları paralar arasındaki uçurumun nedeni nedir? eğer cevabınız "stadların büyük, kapalı spor salonların küçük" olması ise zaten anlaşamayız. ancak cevabınız "ürün bağımlılığı" ise ortak bir zemine yaklaşıyoruz demektir. bu ürün bağımlılığını yaratmanın en kolay yolu ise bedava kullanımdır. insanlar futbola para vererek değil mahallede bedavaya oynarak, televizyonda bedavaya seyrederek alıştı çünkü. tıpkı kopya microsoft ürünlerine bedavaya alıştığı gibi.

    sözün kısası: birkaç sözlük yazarının fikriyle bu iş değişmez. daha geniş vizyonlu, global ve teknolojiyi kabullenen çözümler üretilmeli.

    hal böyleyken böyle..

    not : "filanca suser şarkı söylüyor, nefis de saz çalıyor. ondan iyi mi bileceksin" tarzı eleştiriler var. söylemek istediğim şey tam da budur. para kavgası sanatçıyı küçültür ve toplumdan uzaklaştırır. metallica mp3 ile mücadeleyi abarttığında bir toplantı çıkışında eski bir metallica hayranı "hey james, here is a dollar, sing me a song" diyerek suratına para fırlatmıştır. ne oldu şimdi? metallica mı kazandı?

  • 61 anayasasında özgürlükler asıl,yasaklar istisna
    82 anayasasında yasaklar asıl ,özgürlükler istisna haline gelmiştir. (82 anayasası için "ancak anayasası" da denilmektedir)

  • avukatlık da bir meslek neticede ve bütün meslekler gibi bir karşılığı olmalı. ancak bu karşılık yapılan iş ve sarf edilen emekle orantılı olmalı, işin neticesinde elde edilecek pahaya göre değil.

    o zaman doktorlar da yapsın bunu. oo açık kalp ameliyatı mı, cerrah hemen yapışsın "bu ameliyattan sonra kazanacağın bütün paraların %10'u benimdir hacı, ben olmasam değil parayı kazanmak yaşayamayacaksın bile"*. bence daha iyi bir argüman bu. öbür tarafta avukatın hiçbir hakkı olmayan bir tazminatın kafadan yüzde bilmemkaçına göz dikmesi var.

    veya bir mühendis tıpta çığır açacak bir cihaz geliştirdi diyelim, bu cihazla yapılan tüm tıbbi işlemlerden komisyon istesin o zaman? hepimiz komisyonlarla çalışalım.

    bir avukat 1 milyon liralık bir tazminat davasının %20 'sini komisyon olarak alıyor. avukatın aldığı 200 bin liralık komisyonun %30'unu avukatı ameliyat eden doktor alıyor. doktorun aldığı 60 bin liralık komisyonun da %25'ini, doktorun ameliyatının başarılı geçmesinde önemli bir payı olan cihazı yapan mühendis alıyor. hop mühendisin eline de 15 bin lira geçti. hatta mühendisin cihazı yapabilmesinde payı olan teknolojiyi geliştiren bilim insanı da %50 komisyon koparsın, 7.500 lira da bilim adamına gitti.

    nede olsa bilim insanı olmasaydı o teknoloji olmayacaktı, o teknoloji olmasaydı o cihaz olmayacaktı, o cihaz olmasaydı o ameliyat başarıyla gerçekleşemeyecekti, o ameliyat başarılı olamasaydı 1 milyon liralık dava kazanılamayacaktı.

    bu dediğim ne kadar mantıklıysa, avukatın davada kazanılabilinecek paradan yüzde ile komisyon kesmesi de aynı derecede mantıklı bir sav. avukat dava karşılığında para kazanmasın demiyorum, ama bunu ortadaki paradan pay kopararak yapması fikri bence de yanlış.

    mesela güzide ülkemizde otomobil satın alırken otomobilin üreticisinden daha çok para kazanabilen bir devlet yapısına sahibiniz. %100'ün üzerinde vergi veriyoruz yeri geldiğinde. neden çünkü legal mafya devletlerin vergi almaya hakları var. o otomobilin ar-gesini, üretimini, tasarımını, testini yapan kurum devletimiz değil. ama basit bir "kural böyle işine gelirse" savı ile emeği geçen insanlardan daha çok pay almayı kendine hak görebiliyor sistem. işte bu sistem ne kadar doğruysa, insanların yıllarını verdikleri emeklerinin karşılığı olan tazminatı alamadıkları durumda, dava açtığında avukatın, senin emeğinin karşılığı olan tazminat üzerinden yüzde ile pay iddia edebilmesi aynı derecede doğru.