hesabın var mı? giriş yap

  • dünyada eşi benzeri görülmemiş bir toplumsal deneyin ortasındayız. hakikaten üzerine hukuki tez yazılacak cinsten bir durum bu. ortada bir mevzuat yok (varsa söyleyin avukat olarak ben bulamadım) , yetkililerin "doğrudan" alkol yasağı olduğuna dair bir söylemi yok ; sadece toplumsal olarak böyle bir söylem var ve toplumun neredeyse tamamı bunu kabul ederek bu yasağa uyuyor ya da varlığını kabul ediyor. kitlesel histeri yoluyla kanun uydurup buna uyan dünyanın ilk toplumu olarak tarihe geçtik sanırım.

  • ateşin düşmediği ocaklar elbette bi şekilde normale dönecektir. hayat devam ediyor sonuçta. ya ateş düşen ocaklar? onların normali başkalarının normali gibi olmayacak hiç.

  • siyasal islam böyledir. ahlak dersi verir ahlaksızdır, din dersi verir dinsizdir, namus dersi verir namusuzdur, akıl verir akılsızdır
    bunların dini imanı para pardon dolar olmuş

  • - alo fatih
    - buyrun efendim.
    - sen beni seviyor musun?
    - çok seviyorum.
    - ben üzülsem?
    - ben de üzülürüm
    - tamam kapat
    - önce siz kapatın

  • bir şey icat etmesi an meselesi olan bir bilim insanı ya da müthiş bir sanatçıyım. twitter'dan bi' arkadaşıma ''naber lan yarrağım. yok mu akşama 3 banko'' yazsam 4 bin rt alıyor ve bunu aforizma zannedenler de her platformda altına ismimi yazıp paylaşmaktan imtina etmiyorlar. kişi başına 1.3 metre fular düşen ortamların vazgeçilmez tartışma konusuyum. arada sırada saçma sapan konuşuyorum ve ekşi sözlükte de ''x(298)'' şeklinde sol frame'den düşmüyorum. benim bir hıyar olduğumu düşünler de çok, müthiş bir herif olduğumu düşünenler de. yalnız otisabi beni çok seviyor. başlığıma gelip, ben dahil hiç kimsenin anlayamayacağı türden, 9 paragraflık bir yazı yazıp beni övüyor. bir yandan tezle falan da uğraşıyorum. konferanslara katılıyorum, söyleşilere katılıyorum, uzaklara bakmalı filmlerde 5 dakikalık yan rollerde oynuyorum, twitter'da zeki demirkubuz falan takip ediyor beni. acayip bir yaşam.

    sonra bir gün, annem arıyor:

    - oğlum hiç uğramıyorsun unuttun bizi.
    - anne vakit bulamıyorum. boynuma fular geçirdim geçireli ebem sikildi. o söyleşi senin, bu söyleşi benim, memlekette adam kalmamış gibi kolumdam tutan çekiyor.
    - yarın akşam gel bi görelim.
    - programa göre gelirim anne, programıma bakmam lazım.
    - gelirsin gelirsin..

    sonra gidiyorum eve. yemekte bulgur pilavı var.

    sanatmış, bilimmiş, aykırılık, farklılık, bienal, tez, kadife ceket, kirli sakal, aralara aklar serpiştirilmiş saçlar. hiçbirinin bir önemi kalmıyor o bulguru kaşıklarken. bariz olarak soğanla bulgur pilavi yiyorsun. 3 saat sonra habertürk'te murat bardakçı ve ilber ortaylı'nın karşısında bir sürü acayip şeyler anlatacak olmamın hiçbir değeri yok.

    bilmiyorum, kafam çok karışık. bulgur pilavı çok acayip bi yemek. insanın tüm sanat hayatını sikip atabilir gibime geliyor.

    bak oğlum, şimdi bienalde falan böyle ilginç insanlara denk geliyorsunuzdur. kadına bakıyorsun, melankolik, suskun ve hüzünlü. siyah giyinmiş, zarif bir yürüyüşü var. sanattan anlıyor. bu kadının bulgur pilavı yediğine kim inanır ya. hayal edemiyorum lan ben.

    hayallerimin sınırını bulgur pilavi çiziyor. inanılmaz bir olay.

  • çakı attık, meşale attık, kapıyı kırıp attık, direği söküp attık, bir büyük rakı attık, üstüne sabri'yi saldık, melo çükületosuyla gol attı, sneijder ile iki tarafa selam verdirdik. ne dedin de ayının zoruna gitti söyle bağıralım.

  • çok büyük bir olaydı bu...
    babam sirkeci'de bir atölyede çalışıyordu. annem kardeşimle beni alır, trene binerdik, tren cankurtaranla sirkeci arasından geçerken kız kulesini görmeye çalışırdım her defasında. sirkeci desen ana baba günü. kaybolacağım diye ödüm kopar annemin elini sıkıca tutardım. mısır çarşına uğrar, kuşlara yem atardık. babam bizi çakmakçılar yokuşunda karşılardı. atölyede çorap yapıyorlar. her yer kutular, ayak şablonları, çorap ütüleri, kumaşlarla kaplı. kendine has bir kokusu var hanın. çay içilen markalara bayılır, bir tanesini mutlaka cebime atıp eve getirirdim. mavi ya da kırmızı fark etmezdi. bizde iş yapacağız diye tuttururduk, çorapları kopçalama ya da kutuları sayma gibi görevler verirlerdi başlarından savmak için. sonra öğlen oldu mu, şimdilerde asla aynı tadı bulamadığım dönerlerimizi yerdik. uykumuz gelirdi bir vakit sonra. yere karton kutular serip üzerlerine örtücek yumuşak yastıklardan bulurdu hep babam. o makine seslerinin arasında uyumanın verdiği huzuru unutamam.uyandığımızda da atölyedeki ablalar bez bebek yapmış olurlardı bize.içi kırpık dolu renkli küçük bebekler, eve gidince düğmelerden göz ve yünden saç yapardı annem...

    güzeldi,çok güzeldi

  • çok kolay bir reçetesi var,

    öncelikle sülün osman’ın cümlesini hatırlayalım, ben beni dolandırmaya çalışanları dolandırdım, suçsuz insanları dolandırmadım der. adam köyden gelmiş, boğaz köprüsünü alabileceğini sanıyor, karşısındaki adam sülün osman, bir fiyat biçiyor, köylü karşısındakini tokatlamaya çalışırken tokatlanıyor. dürüst olacaksın, karşındakinin hakkını korumaya çalışırken (bu araba bu fiyat olmaması lazım diye düşünerek) duruma ayıkırsın.

    ucuz mal buldum gel, bana destek at yapalım, gömü buldum kimseye söyleme, biletimi al gelirim gibi saçma cümlelere hep soru soracaksın, neden ben? bu adam neden bana söylesin ki, para bulsam ben kime söylerdim. kısacası güvenmeyeceksin.

    şüphe insanı diri ve uyanık tutan en önemli duygulardan birisidir. şüpheci olmak ayarı kaçırmadığın müddetçe seni bütün musibetlerden uzak tutar.

  • anayasa mahkemesi’nin ulaştırma bakanı ve tib başkanı’na sakıncalı içeriği 4 saat içinde engelleme yetkisi tanıyan düzenlemeyi iptal etmesinin ardından başbakanlığa ve ilgili bakanlığa yetki verilmesi düşünülen yeni düzenleme.

    yeni düzenlemede, milli güvenlik ve kamu düzeninin korunmasının gerektiği hallerde erişimin başbakan veya ulaştırma bakanı’nın talimatıyla engellenebileceğinin yer alması bekleniyor.

    http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27839328.asp

    cumhurbaşkanına da kırmızı bir buton versinler, hani şu filmlerde olanlardan. canı sıkıldıkça bassın interneti kapatsın.

  • bu ikisi arasında kesinlikle doğru orantı vardır. farkındalığınız ne kadar artarsa o kadar yalnızlaşıyor ve kafa dengi insan bulmakta zorlanıyorsunuz. etrafınızdaki insanların yaptığı çoğu şey boş ve anlamsız gelmeye başlıyor. hatta dönüp geçmişinize baktığınız zaman kendinizin de ne kadar boş birisi olduğunuz yüzünüze tokat gibi çarpıyor ve zamanında ben de dışarıdan böyle mi gözüküyordum diye kendinizle ufak bir çatışma yaşıyorsunuz.

    fakat bu durumun en güzel yanı ise bu durumun farkına varmış olmanız. işte tam bu farkındalık noktası sizin yalnızlığınızın kesiştiği nokta oluyor. bundan sonra hayatınıza alacağınız insanları adeta bir elekten geçirir gibi sorgulamaya başlıyorsunuz.

    sizi mutlu ve mutsuz eden şeyleri daha net ayırt edebiliyor, hangi tarzda insanların size iyi hissettireceğinin ayrımını daha iyi yapabiliyorsunuz.

    insanın kendisine yapabileceği en iyi şeylerden birisi budur. farkındalığınız arttıkça kendinizi daha iyi tanıyor ve aslında etrafınızdaki insanlarla çok yüzeysel ve saçma ilişkiler kurduğunuzun farkına varıp kendinizin kıymetini daha iyi biliyorsunuz. bu durum da beraberinde güçlü olmayı getiriyor.

    çünkü sahte ilişkiler yerine kaliteli ve bilinçli bir yalnızlık her zaman daha iyidir.

  • ''kütüphane gittiğim en kasvetli yerdi. bir süre sonra okuyacak kitap bulamaz olmuştum. kalın bir kitap çekip güzel bir kız bulana dek dolanırdım. her zaman bir-iki tane güzel kız bulunurdu. üç-dört iskemle öteye oturup bana asılacağını umardım. çirkin olduğumu biliyorum ama yeterince entelektüel görünmeyi başarırsam bir şansım olacağını düşünürdüm.
    bir kez bile işe yaramadı...''
    -charles bukowski

    başka söze ne hacet!

    edit: bahsettiğim yazı, ekmek arası kitabında geçiyor.