hesabın var mı? giriş yap

  • bence zordur ya. vallahi bak. var benim böyle bi tanıdığım. evlendi sonra bir de aşık olmadığıyla. aşık olduğu ona yar olmamıştı çünkü. sanırım o da "benim sevdiğim beni sevmiyorsa ben de beni sevenle beraber olurum"* diye düşündü.

    mesela hayal kuracaksın. insan kendiyle ilgili hayaller de kuruyor elbet ama 2 kişilik hayaller daha bi tadından yenmiyo. sevdiğin biriyle olursa tabi. ama aşık değilsin işte. ne zevk alıcaksın ki o hayalden? insan kurmaya üşenir.

    mesela bişeyine sinirlendin diyelim ki. seven insan görmezden gelir, kabullenir, geçiştirir falan. sen hem sinir olmuşsun hem de aşık değilsin, napcan? insan sevdiği kişiye daha fazla tolerans gösterir. peki ya sevmediğine?

    ailesiyle oturup kalkman lazım. ben sevmediğim adamın annesine "annem" babasına "babam" gözüyle bakamam heralde. kendi annem-babamla aynı evde yaşadığım halde gün içinde illa ki ararım naptınız ne ettiniz diye, onları aramak istemem ki? ailesini benimseyebilmek için adamı sevip benimsemek lazım önce.

    arkadaşları var bir de. arkadaşlarıyla takılmaktan hoşlanmıyosam sırf onun hatrı için katlanabilirim. ama işte sevmediğim bi insan için hatır gönül falan bana biraz yalan geliyo.

    zaten bir defa geliyoruz bu dünyaya. bu eziyeti çekmeye değmez. ömür boyu yalandan mutluluk sahneleri pozlamanın manası yok. feysbuka boy boy gelin-damat fotoğrafı koyunca mutlu olunmuyo. -muş gibi oluyo.

  • bazen yardığı kadar dumur eden de diyaloglardır.

    kahramanlarımız kreş öğrencileri olan erkan*, sinem* ve gökhan dır. erkan sinem i sevmekte yalnız sinem hanım hem erkan a hem de gökhan a pas atmaktadır. bir gün erkan ın kafası atar ve sinem i bir köşeye çekip konuşmaya başlar:

    e: sinem! ben seni seviyorum. o yüzden bi karar ver artık beni mi seviyorsun yoksa gökhan ı mı?
    s: ben seni seviyorum ama gökhan da beni çok güldürüyor. sen de beni gökhan kadar güldürsen seni daha çok severim.
    e: sineeem! ben sana aşığım diyorum, soytarıyım demiyorum!?..

    (bkz: mavi ekran)

  • tanrının varlığına akıl yoluyla ulaşılamayacağına, bu nedenle "tanrı var mıdır" sorusunun mantıksız değil, sorulması ve cevaplanması mümkün bir soru olmadığına inanan kişi.
    (bkz: mete tuncay)

  • o askerin orda durma amacı bu zaten. yoksa o sıcakta tüm gün niye dikilsin? onun girip girmeyeceğine o asker karar vermez. karar zaten verilmiştir, o asker de uygular.

    edit : ya sevgili hümanist ve anti-militarist arkadaşlar. o silah kuş vursun diye verilmiyor o askere. ayrıca o bir asker, hoşgeldiniz demek için orada değil. orası da avm girişi değil. dünyaya dün gelmiş gibi davranmayın.

  • kimse sınanmadığı günahın masumu değildir. genelde muhafazakar cenahla özdeşleştirilse de bu sözü çok severim. tarikatların bugün taşra ve şehir olmak üzere aslında iki farklı grubu olsa da, bir insanı bir tarikata yöneltebilecek onlarca sebep bulunabilir.

    aslında konu taşra ve şehir olmanın ötesinde, bilgi ve paranın mebzul miktarda bulunduğu merkezlere yakınlık ve uzaklıkla da alakalıdır. taşrada hiyerarşik yapılanma daha kolay kurulur, çünkü taşrada bilgiye erişim ve refaha maruziyet çok sınırlıdır. hiyerarşinin kolay kurulduğu ortamların belirgin bir özelliği ise yasakların bireylerin davranış profillerinde belirleyiciliğinin daha fazla olmasıdır.

    tabii ki olayın genetik profili de var. taşrada yaşamasına rağmen hiyerarşiye gelemeyen onlarca örnek bulunabilir. toplumla genel anlamda yaşanan uyumsuzluk da siz merkeze uzak oldukça yaşam alanınızı daraltır. bu nedenle de taşrada hiyerarşi kurulurken uyumsuz görünen tipler kolaylıkla aforoz edilebilir. orta çağ avrupası bunun örnekleriyle doludur.

    şehirlerde ise dinamik farklıdır. hayat şehirlerde daha hızlı akar. kamusal alan diyebileceğiniz şehrin geneline atfedilen meydanlar vardır mesela taşrada olmayan. gelir düzeyi farklı insanların bir arada yaşadığı ortamlardır şehirler aynı zamanda. bu nedenle şehirde kurulacak herhangi bir tarikatın, ya da şehirde kolunun olması beklenen herhangi bir tarikatın sadece söylem geliştirerek baskın bir hiyerarşi ağı kurması imkansıza yakındır. çünkü aynı şehirde yaşayan insanlar ama toplu taşımada, ama meydanlarda farklı hayatları görürler.

    bu durum sadece, fikren seküler kesimi görmesi değildir. insanlar lüksü de görür aynı zamanda. bu lüksü görmek demek, aynı zamanda paranın daha çok şey yapabileceğini görmek demektir. taşrada çok aşırı miktarda paranız olsa dahi yapabilecek şeyleriniz sınırlıdır. şehir ise parayla yapılabilecek daha çok şeyin olduğunu gösterir.

    bu nedenle, taşrada tarikata katılan profil ile bunu şehirde yapan profil aslında birbirinden ayrılır. içine doğduğu sosyoekonomik katmandan münezzeh bir şekilde, içinde yetiştiği alt kültürde din baskın olsa dahi maruz kaldığı refah ve lüks nedeniyle bireysel çıkarın şehirli mürit üzerinde taşraya nazaran daha keskin bir rolü vardır.

    aynı durum konu ahlak olduğunda da karşımıza çıkar. dinin ne olduğunun önemi yok. herhangi bir tarikat yapılanması ayakta kalabilmek kendi içinde bir hiyerarşi ve otorite ağı kurmaya mecburdur. bunların mensubu olduklarını iddia ettikleri dinle muhteşem bir uyum içermeleri de bir şart değildir. bu hiyerarşi ağını kurduğunuzda ağa karşı çıkanları şiddetle bastırabilirsiniz ama ağı kurmak için insanların gönüllüğüne mecbursunuzdur.

    bu gönüllülüğü elde edebilmek için de, hem bilgiye hem de refaha uzak kitleler bulmak zorundasınızdır, taşra modelli tarikat için. şehir modelli tarikat içinse bilgiye uzak olmaları kafidir ama refaha uzak olamadıklarından dolayı bu kitlelere bir tüketim gücü kazandırmak zorundasınızdır. burası ahlakın çöktüğü zemindir.

    üretime katılmayıp, tüketime katılan kitleler yaratmaya başladığınızda aslında ilk bakışta gördüğünüz ahlakla arasında uçurum olan insanların mürit haline gelmesidir ama gerçekte olan bilgiye uzak olan kitlelerin refah ile olan mesafeleri dolayısıyla ahlaksızlıklarını kafalarında meşrulaştırma sürecinden geçmesidir.

    bu süreç tarikatlara siyasi pazarlık yapma şansı verecek bir siyasi güç kazandırabilir ama bu durumun sonucunda parasal döngünün verimini aşağı yönde baskılayacağı ise kesindir çünkü ahlaki açıdan doğru olmayan eylemin iktisadi açıdan artı değer yaratma potansiyeli yüzde sıfırdır.

    ahlak özelindeki sıkıntı ise dışarıdan gelen bir otorite üzerinden ahlak güzellemesi yapılarak insanların ahlaki olmayan davranışlara meyletmeyeceğine olan saçma inançtır. bu durumu biraz tarihi perspektiften ele almak gerekir. ağırlıkla müslümanların yaşadığı bir ülkede yaşadığımıza göre islam üzerinden ilerleyelim.

    kuran'ın hiç değişmediğini varsayarak yedinci yüzyılda dünya'nın hakim iktisadi yapısını ele alalım. sanayi devrimine en az 1000 yıl mesafedeyiz. hakim ekosistem tarım, kumaş ve ticarettir. yedinci yüzyılda mekke'nin ciddi bir ticaret merkezi olduğu gerçeğinden hareketle daha çok insanın yaşadığı bir şehir olduğunu varsayabiliriz.

    kitlelerin mobilizasyonu ve birbirleriyle olan etkileşimleri zayıf olsa da, hakim dünya ekosisteminin kalbi ticaret yollarından ve özellikle avrupa-çin arası kurulan ticaret sisteminden oluşmaktadır. buna rağmen, eğer o yıllarda dünya'da gini katsayısını hesaplamak mümkün olsaydı, muhtemelen gelir adaletsizliği namına ciddi bir uçurum söz konusu olmayacaktı.

    buna ek olarak verimli tarım arazilerinin olduğu bölgeler daha kıymetli olsa da, farklı toplumlar arasında ciddi bir gelir dağılımı bozukluğu da olmayacaktı. bu önemli durum, bir hiyerarşi figürü üzerinden ahlaksız davranışların yapılmamasını emreden bir ekosistem üzerinden bir toplumsal düzen inşa edebilirdi, bugün edemez. çünkü bugün zenginliğin ne olduğunun ayırdında olan milyonlarca insan var.

    herhangi bir ahlaksız davranışı kafasında kolaylıkla rasyonalize edebilecek kadar çok fazla sebebi olacak yığınla insan var. hele hele, ne söz gelimi bir isviçre kadar müreffeh ne de aborjinler kadar izole yaşıyor olmayan gelişmekte olan bütün ülkelerde uçurum haline gelmiş gelir dağılımı nedeniyle çok daha kolay yapılabilir bu rasyonalizasyon.

    bu da temelinde bir sistemsel sıkıntıyı işaret eder. bir otorite figürü üzerinden yasaklanan eylemler silsilesinin hiç kimse tarafından yapılmaması için o hiç kimseyi oluşturan insanların birbirine denk hayatlar yaşıyor olması gerekir, ki bu durum dahi maksadın hasıl olacağını garanti edemez ama aksi olmayacağını garanti eder.

    bu nedenle, aslında uhrevi olduğu düşünülen dinlerin uygulayıcısı olduğunu savunan muhtelif tarikata, ahlaki olmayan ama bu ahlak dışılığı kolaylıkla rasyonalize edebilen bireyler tarafından, dünyevi bir çıkar uğruna kolaylıkla katılım sağlanabilir.

    bu işlemde katalizör görevi üstlenen gelir dağılımı bozukluğu bir yana, otorite figürü üzerinden kurulmuş olan ahlak anlayışının terk edilmesi gerekir. tarım toplumlarında ve gelir dağılımı uçurumu olmayan zamanlarda işe yarayan bu yöntem, günümüzde yerini tamamen seküler/dünyevi saiklerle nedenselleştirilmiş ve bireyin rızasını bununla kazanabilmiş bir ahlak anlayışına bırakmak zorundadır.

    bu sadece din özelinde de değildir. beni karşımdaki insanı dolandırmaktan/öldürmekten alıkoyacak olan şeyin türk ceza kanununun bilmem kaçıncı maddeleri değil, kendi vicdanım olması gerekir. bütün eylemlerimiz bu saiklerle yapıldığında ise zaten dinler doğası gereği bireyselleşecek ve zamanla da etkisi azalacaktır. refah düzeyi yükselmiş ülkelerde dinin giderek görünmez hale gelmesinin temel sebeplerinden biri de budur.

    bu durumun o bireye ya da topluma mutluluk getirmesi ise pek mümkün olmamakla beraber bu başka bir yazının konusudur.

  • temelinde küçük teknik-taktik hareketler bulunan yöntemlerdir.

    termostat şart bebeyim. ayarlıyosun istediğin sıcaklığa, altına düşünce yanmaya başlıyor. kombiyi her defasında açıp kapatmaktan çok daha mantıklı/hesaplı. tabi termostatı gidip de evin en soğuk odasına koyma. ha bi de evin içi 100 derece olsun diye de yardırma.

    evlenmeden önce en elzem şey diye koştura koştura aldığın klimanın sadece soğutma işlevi yok canım. aynı zamanda ısıtabiliyor da!evet! evde çoluk çocuk yok, bir edi bir büdü isen, işten eve 8de gelip yatacağın saate kadar geçen iki üç saatlik sürede çalıştır klimanı, seyret televizyonunu. zaten termostatın var, ev tamamen de soğumuyor. git kendine kaz tüyü bir de yorgan al, gece de sıcacık uyu.

    zannettiğin gibi sadece oturduğun odadaki petekleri açıp, diğer odalardaki petekleri kapatmak karlı değil. hem suyun sirkülasyonunu bozar hem de ısınan tek oda bütün evin soğukluğunu gidermeye çalıştıkça kombi daha çok çalışır. dünya para verip aldığın pres kapının altına sünger yapıştırırsın soğuk üfürüyo diye.

    tekzende, koçtaşta filan üzeri alüminyum folyoya benzeyen tabaka yalıtım süngerleri var, alıyorsun, kesip petekle duvar arasına yerleştiriyorsun, hop sana yalıtım.

    mal gibi evde yazlık pijamalarla, kısa kolluyla, şortla dolaşma. adam gibi uzun uzun kışlık kıyafetler/pijamalar giy. sen tut evde gecelikle dolaş, üşüyorum diye kombiye aban, sonra vay efendim faturam kol gibi.

    kombinin yıllık bakımını ihmal etme. tozunu toprağını temizlesinler, ayarlarını yapsınlar, suyunu bassınlar. 4-5 senede bir peteklerin içlerini temizlet. o su dolaşa dolaşa parmak kadar kireç biriktiriyor peteklerin içinde, sonra bekle ki petekler ısınacak, sonra da seni ısıtacak.

    odayı büyütmek içeri aldığın balkonun duvarları ve tabanında yalıtım yok şekerim, onlar iç mekana göre inşa edilmedi, sonra "şurdan şurdan bi soğukluk geliyo sanki" der bakarsın. yalıtımını tamamla.

    (eğer imkan varsa) ısıcam ve bina yalıtımı, sıcaklığı içeride tutmada çok büyük pay sahibi.

    not: işbu entrydeki bazı maddeler çocuklu aileler için geçerli olmayabilir.