• simyacılar önceleri, simya altını ile yaşam iksirini elde etmenin peşindeydiler. bu çabalarının sonucunda, bazı ampirik sonuçlar da elde ediyorlardı; ancak önceleri bunlar kendileri için pek önemli değildi. yüzyıllar geçtikçe “ölümsüzlük” düşleri azalıyor, ampirik sonuçlar daha fazla önem kazanıyor ve simya altını, sadece ölümsüzlük iksirini elde etmek için ihtiyaç duyulan bir madde olmanın ötesine geçiyordu. bilim ilerledikçe, simyanın gizemli yanları terk ediliyor ve sonunda, modern bilimin ortaya çıkışıyla simya, “eskiye ait öyküler” olarak tarihe karışıyordu.

    eski doğu kozmolojisinde maddenin, çeşitli oranlarda birleştirilmiş hava, su toprak, ateş ve uzay gibi beş elementten oluştuğu ve madde dünyasının sıcak ve soğuk, yaş ve kuru, pozitif ve negatif, dişi ve erkek gibi karşıt kuvvetlerin etkisinde olduğu kabul edilirdi. makrokozmos ile mikrokozmos arasında bir etkileşim olduğu inancına bağlı olarak, gezegenlerle metaller arasında bir ilişki olduğu kabul edilirdi. buna göre, gümüş, ayın etkisiyle, altın maden filizi güneşin etkisiyle oluşmuş; bakır, venüs’ ün etkisiyle döllenmiş; demir mars, kurşun da satürn tarafından yaratılmıştı. insanın ilk işlediği demirin, “gökten gelen” meteoritler olması ve bunların göğün kutsallığına ait olduğunun kabul edilmesi de, bu inançları destekliyordu.

    ayrıca, madenlerin dünyanın yaratılışı sırasında yaratıldıklarına değil de, yataklarında doğal biçimde büyümekte olduğuna inanılır ve madenler birer “embriyon” olarak görülürdü. eski doğu’ da, ceninin mitlerde ve büyüde önemli bir yeri vardı. vaktinden önce doğmuş olan bu “embriyonlar”ın, yani toprağın altındaki madenlerin tamamının, yeteri kadar beklenilmesi durumunda altına dönüşeceğine inanılırdı. kökeni mezopotamya’ da olan bu inanışlarda, insanın yaşamını önemli derecede etkileyen bir buluşun, tarımın büyük bir etkisi olsa gerek. toprağa ekilen tohumun büyümesi ve ürün vermesi süreçlerini gözlemleyen ve bunu bilimsel olarak açıklayamayan insanın, buna çeşitli anlamlar yüklemesi kaçınılmazdı. madenler de, tohumların ekildiği toprağın altında bulunuyordu ve aynı toprak, pekala bu madenleri de büyütebiliyordi.

    “simya” (alchemy, alchimie) kelimesinin kökeninin, arapça bir kelime olan ‘el-kimya’ya dayandığı, arapça’ya ise çin’den girdiği düşünülür. izlerine ilk olarak mezopotamya’ nın eski uygarlıklarında rastlanan simya, eski çin, hint, mısır, yunan, islam ve ortaçağ ile rönesans avrupası’ nın kültürlerinde önemli izler bırakmıştır.

    çağlar boyunca, simyanın izine rastlanılan tüm kültürlerde, simyanın, çin’ de taoculuk, hindistan’ da yoga ve tantracılık gibi, o kültürün gizemci gelenekleriyle ilişki içinde olduğu görülür. bunun yanında, doğu’ da simya, çileci ve tefekkürcü bir teknik olarak da karşımıza çıkar. bu kültürlerdeki eski simya metinlerinde, simyacının erdemleri vurgulanır. buna göre, simyacı sağlıklı, onurlu, sabırlı, namuslu olmalıdır; zeki ve alim olmalı, hem çalışmalı hem düşünmeli, hem dua etmelidir.

    çin’ de simyanın temel hedefi, ölümsüzlük iksirini keşfetmekti. çin’ de taocular, bireyin ölümsüzlüğüne inanıyorlardı. bu inançları doğrultusunda, özel beden hareketleri gibi uygulamaları teşvik ettikleri gibi, ilaç da kullanıyorlardı. bu ilaçların içinde, altının özel etkilerinin olduğu mineraller bulunuyordu.

    doğası nedeniyle kesinlikle bozulmaması, simyacı tarafından beslenme diyetine eklendiğinde ölümsüzlüğü getirmesi, beyaz saçları siyahlaştırması, düşen dişleri yeniden çıkarması, ihtiyarları gençleştirmesi, eski çin’ de, altının sağlayacağına inanılan yararlardan bazılarıydı. benzer inanışlara, eski doğu’ nun çeşitli kültürlerinde de rastlanır.

    hint simyası da çin simyası gibi büyüye ve dine bağlıydı. hint mistizmi, insanoğlunun kendi merkezinde yeniden inşası üzerine temellenmişti. bazı çileci ve yogiler, ömrü uzatmak amacıyla bazı simya reçeteleri hazırlayıp bunları kullanıyorlardı. marco polo, bu reçetelerden şu şekilde söz ediyordu : “çok ilginç bir içecek içiyorlar; bu içeceği bir karışık kükürt ve cıvayı karıştırtarak elde ediyorlar ve bunu ayda iki kez içiyorlar. bu içeceğin onlara uzun bir ömür verdiğini ve bunu çocukluklarından beri içtiklerini söylüyorlar.”

    hint simyasının bir ön kimya olmadığı, ampirik tekniklerle pek ilgilenmediği ortadadır. ancak, simyanın dindışı, pragmatik yanıyla, hint tıp biliminde karşılaşırız. hint tıbbında, hastaları iyileştirmek için çeşitli madeni ve mineral ilaçların kullanıldığı biliniyor. tabi ki, bu dönemlerde, tıp uygulamalarının henüz büyüden ayrılmadığını da hatırlatmak gerekir.

    hint simyasının kökenleri konusunda, tarihçiler arasında çeşitli görüş ayrılıkları bulunmaktadır. kimi tarihçiler, simyanın hindistan’ a kadar araplar tarafından getirildiğini savunurken, kimileri de bu görüşe karşı çıkmaktadır. hint simyası, arap simyasından etkilenmiş olsa da, insan yaşamını sonsuza kadar uzatabilme ve dönüşüm gibi inançlar, hindistan’ da, arap simyacılarından önce de bulunuyordu.

    arap dünyasında da, pek çok bilim insanı simya ile ilgilenmişti. bunların başında, “kıymetli taşlar hakkında sayısız bilgiler kitabı” adlı bir kitabı olan el-biruni ve “şifa ve kanun” adlı kitabında, metalleri ve mineralleri sınıflandırarak, meydana geliş şekillerini tanımlayan ibni sina geliyordu.

    arap simyasının içeriği, antik çağ simya bilgilerine dayanıyordu. arap simyacılar içinde, çalışmalarına 8.yüzyılın sonlarında başlayan cabir bin hayan ön plana çıkar. cabir bin hayyan’ a göre, metallerin birbirinden farklı olması, dişi ve erkek unsurlar ya da çinlilerin ‘yin ve yang’ı gibi etki unsurları olan cıva ve kükürt oranına ve birleşme sırasında gökten gelen etkilere bağlıydı.

    arap simyacılar arasında ilgi çekici bir isim de, batıda “rhazes” olarak tanınan el-razi’ydi. akılcı düşünen bir kişi olarak tanınan el-razi, arap simyasının, kimya bilimine dönüşmesi sürecini başlatmıştı. simyanın mistik tarafının büyük bir kısmını redderek simyacıların, deneylerle elde ettikleri sonuçlar üzerinde duran el-razi; ‘sırların kitabı’ ve ‘sırların ve sırların sırlarının kitabı’ adlı eserlerinde, pek çok kimya işlemini, açık bir şekilde tanımlamıştı.

    aynı zamanda başarılı bir hekim ve tıp yazarı da olan el-razi, alışılmışın dışında felsefi görüşlere sahipti. siyasi ve sosyal eşitliğe inanıyordu. dini eleştirerek, insanların, dini liderler tarafından zorla kabul ettirilen bir düzene ihtiyaçları olmadığını savunuyordu. hippokrates, öklides gibi bilim insanlarının, dini liderlerden daha önemli olduklarını düşünüyordu. mucizelere inanmıyordu; bu konuda, ‘peygamberlerin hileleri’başlıklı bir kitap dahi yazmıştı.

    avrupa’ da 13. yüzyılda, el-razi’ nin çevirileriyle, eski yunan ve bizans’ tan sonra, simya yeniden doğdu. batı simyasında, doğu’da görülen mistik öğeler azalıyor, değersiz metallerin altına dönüştürülmesi amacı, nispeten ön plana çıkıyordu. buna karşın, maden filizlerinin büyümesi, metallerin dönüştürülmesi gibi geleneksel simya ilkelerinin rönesans boyunca, hatta 18.yüzyılda bile sorgulanmadığı; newton’ un bile, sonuçlarını yayınlamasa da, bazı simya deneyleri yaptığını görüyoruz.

    bu dönemde, simya çalışmaları bir yandan ölümsüzlük iksiri, diğer yandan metallerin altına dönüştürülmesi yönünde ilerlerken, önemli bir alanın gelişmesine yardım ediyordu : daha önce, eski hint toplumunda çeşitli uygulamalarının olduğu ve önemi daha sonraki yıllarda daha da çok anlaşılacak, kimyasal maddelerle tedaviyi inceleyen ‘iyatrokimya’.

    ölümsüzlük ve sonraları zenginlik düşleri; modern bilim, simya tekniklerini çürütene kadar devam etti. avrupa’ da, modern kimyanın ortaya çıkışıyla, gizemli dünyayla beraber simya, tarihe karıştı.

    *
  • çin'de doğmuş olan ve asıl amacı ölümsüzlüğün keşfi olan uğraş. çin mitolojisine göre altın bozulmaz, yani süreklidir. dolayısıyla simya altınıyla yapılmış bir kaptan yemek yiyen ve öğünlerine belli bir miktar altın karıştıran kişi de ölümsüz olacaktır. bu açıdan simyanın amacı para kazanmak değil ölümsüzlüğe ulaşmaktır.

    günümüz bilimine göre altın yiyen birisi de en iyi ihtimalle zehirlenecektir. zaten çinlilerin barutu da ölümsüzlük ilacını ararken bulmuş olmaları düşündürücüdür.

    (bkz: kaş yapayım derken göz çıkarmak)

    edit: altın kararlı bir element olduğundan yiyen kişinin vücudunda bir bileşik yapması ve zehirlemesi pek mümkün olmayacaktır. bir hevesle girdiğimiz entry'den ötürü özür diler, (ismini hatırlayamadığımız) bizi uyaran yazara buradan teşekkür ederiz.
  • dogadaki dört ana elementi kullanarak -ates,toprak,hava,su- besinci elemente yani saf ve katıksız altını elde etmeyi amaclayan ve bilimsel kabul edilmeyen calısma alanı.ayrıca simyanın isaret ettigi diger bir yön ise maddesel olarak saf altını bulma yolunda olan kisinin ruhunun da bütün dünyevi özelliklerden arınması gerektiği. bu arınma olduğu takdirde kişi ruhen aydınlanma yaşama şansını elde eder.konuyla direk bağlantılı filozof tası ise bu yolda bir araçtır ama akla geldiği gibi bir tas siluetinde gözükmez, ruhun ve iradenin gücünü sembolize eder.simya gizli ilimler baslıgı altında her zaman ilk sıralardadır.

    (bkz: nicolas flamel)
    (bkz: paracelsus)
  • yüzyıllardır sadece "birtakım insanların maddeleri altına çevirme çabası" olarak görülüp sadece bu haliyle bile değer bulamamış ilim. oysa simya, iç değeri, anlamı olarak aslında o kadar büyük bir öneme sahip ki...

    simya, maddenin bütün kir ve paslarından arınması ve en mükemmel haline yani altına dönmesini amaçlar. bir de felsefe taşı olayı var ki bu taş da maddeyi altına çevirebilecek bi taş. bu nedenle de simyanın en önemli unsuru haline geliyor.

    "peki neden simya sadece felsefe taşı ve maddeyi arıtarak altına çevirme işi ile ilgileniyor?" derseniz size buruk fakat bi o kadar da sert bakışlarımı atar ve derim ki "maddenin altına dönüşmesini bir nevi sembol olarak değerlendirebilirsiniz. maddenin arıtılması işlemini insana uyarlarasak eğer insan ruhu ve bedeni hastalıklarından, tüm kiri ve pasından arınır. bakın, felsefe taşı maddeyi altına çevirecek öze sahip ve bu öz, bu iksir insanı ölümsüzleştirir. tamamen arınmış bir ruhla ölümsüzleşmek demek, tanrı'ya ulaşmak demektir. bakın, işte bu anda simya çok önemli oluyor zira gelmiş geçmiş tüm din ve öğretilerin temelindeki amaca ulaşıyoruz; tanrı'ya ulaşmak! insan ruhunun içindeki tanrısal töze kavuşmak!"
    çok basit aslında. madde, insanı; altın, arınmış ruh ve bedeni; felsefe taşı da arınmaya giden süreci, arınma bilgisini temsil ediyor.

    sonuç olarak simya, sadece içinde barındırdığı anlamı itibariyle bile değer görmesi gerekiyorken, umursanmıyor. 21. yüzyılda hala muskalara, fallara, yükselen burcun etkilerine inanan insanlar simyayı görmezden geliyorlar ve onlarla oyalanıyorlar. bırakın elinizdeki bu oyuncakları diye bağırıp hepsine tekme atmak istiyorum.

    "visita interiora terræ rectificando invenies occultum lapidem." *
  • ah şu batılılar yok mu şu batılılaaaar. her şeyin içine ettiler ya. ya yeter artık! bu mis gibi ilmi aldılar bu densizler, ne yaptılar biliyor musun?

    güneş pili diye bir şey icat ettiler amk ya! vay efendim neymiş, güneş enerjisini elektrik enerjisine dönüştürüyormuş da, böylelikle yenilenebilir bir enerji sahası ortaya çıkmış da, bilmem ne de... simya gibi ulvi bir bilimi eğip büküp kimya diye bir saçmalık ortaya çıkardılar, o da bize böyle bir enerji kaynağından yararlanma imkanı sağladı. yeter ya!

    ha orada durdular mı, hayıııır. sensör geliştirdi bir de bu hiçbir ilmin ruhani hakikat'ini anlamayan tipler. öyle bir sensör ki ortamdaki karbonmonoksit seviyesi belli bir eşiği aştığında sinyal veriyormuş, uyuyorsan uyandırıyor seni falan. boş iş ya. buna kaynak aktaran zihniyete tüküreyim.

    mallıkta sınır yok ya, işte bu batılılar da bu kimya denen zımbırtıyla temizlik malzemeleri, ilaçlar, boyalar, yalıtım malzemeleri, makinelerin dayanıklılığını arttıran malzemeler, yüzey aktif maddeler, kullandığımız her elektronik cihaz için farklı bileşimlerde optik ve elektronik materyaller ürettiler. şu batıda sike sürülecek akıl yok yemin ediyorum. sinirden kendimi sikecem.

    sarcasm off.

    istisnai derecede akli düşünme kaidesini bozmuş arkadaş, bugün bir taş bile pozitif ya da negatif anlamda kullanılabilecek bir araçtır. açken sert bir meyve kabuğunu taşla kırar karnını doyurursun ya da kızdığın bir adamın kafasını patlatmak için kullanırsın. iyi amuğa goyim ya, taşları da eleştirelim o zaman. "çok tehlikeli birer imha silahıdır taşlar." sen kimyanın sadece kitle imha silahı yapmak için kullanıldığını zannediyorsan, çok mutlu bir insan olmalısın. ignorance is bliss amk.

    edit: imla
  • metallerin altına dönüştürülmesi, yaşamın uzatılması ve ölümsüzlük sırlarının çözülmesi gibi amaçları olan felsefenin, mistisizmin ve kimyasal teknolojinin bir karışımı sayılabilecek uğraşı
  • sanal kimya'nin kisaltilmisidir.
  • simyacilarin sadece altini bulmak icin ugra$tiklarini sanmiyorum, daha cok bir transmutation arayi$inda ve maddelerin ileti$iim ve degi$imlerini incelemeye cali$n ama nereye kadar ba$arili olduklari tarti$mali adamlar olsa gerek bunlar. altin nedir ki yani , ben atom bombasi yapsam simyaci olup milleti tehdit eder gene alirim o altini arkada$im.
  • kavramlara dair zaman içinde ortaya çıkan kullanım farklılıkları nedense çok ilgimi çekiyor ama türkçe'nin farklı yüzyıllarına dair elimizde öyle detaylı tarihi-etimolojik sözlükler, iyi dizinli sürüsüne bereket birincil kaynaklar pek olmadığından reinhart koselleck tarzı bir kavramlar tarihi yapmak pek mümkün değil. bu simya-kimya meselesinde mesela tuhaf bir durum var. bugün ingilizce'deki alchemy kavramını karşılamak ve onun chemistry'den farkını vurgulamak için simya kelimesini kullanıyoruz. lakin alchemy, malum arapça "el-kimya"dan mülhem bir kelime ("el" arapça'daki 'the' takısı malum, fazla kafa karıştırmaya gerek yok, bildiğiniz 'kimya' yani) ve (el-)kimya da, en azından 19. yüzyıl öncesine kadarr islam dünyasında değersiz madenleri altına çevirmek için çalışmalar yürütülen disiplinin adı. bu arada yine klasik islam ve osmanlı dünyasında "simya" denen bir ilm-sanat da var, ki hile, gözboyacılık, sihir anlamlarını ihtiva edecek şekilde kullanılıyor.

    anladığım kadarıyla, içerik ve kavram olarak alchemy'den chemistry'ye benzer bir dönüşüm bizim kültür ve lügatte de oldu. ancak bugün kullandığımız kimya kavramı ile eskilerin kimya dediği (yani değersiz madenleri altına dönüştürme sanatı olarak bilinen zanaat) aynı olmadığından, eskiden gözboyamacılık, sihir vb anlamlarda kullanılmış simya kelimesi zaman içerisinde geçmişteki bu tür faaliyetleri tanımlamak için kullanılmaya başlandı. velhasıl hem kimya hem de simya kelimeleri baya bir dönüşüme uğrayıp baştaki kavramsal karşılıklarının epey dışında kullanılır oldu. bu dönüşüm gerçekten böyle mi oldu, olduysa tam olarak ne zaman oldu, çık çıkabilirsen içinden.
  • simya sözcüğü arapça alkimya’dan gelmektedir. bunun iki anlamı olabilir. ilki al kem veya al şem eski mısırlıların ülkelerine verdikleri addır. bu kara toprak anlamına gelmektedir. (kurak çöle karşılık verimli veya kara toprak). bu durumda arapları bu bilime “mısır sanatı” dedikleri sonucu çıkarmaktadır. ikinci olasılık da al kimyanın yunanca bir keşime olan “cyma’dan gelmiş olmasıdır. bu da madeni yapıştırmak, dökmek anlamına gelmektedir.
hesabın var mı? giriş yap