• "alginin fenomenolojisi*¹nde algiyi ilk dönem düsüncesinin merkezi izlegi haline getiren merleau-ponty, husserl fenomenolojisi geleneginden yola çikarak deneyimi nesnel düsünceye varan bir belirsizlikten belirliye gidis süreci olarak tarif eder. klasik nesnellik-öznellik karsitligi, nesnel düsünceyi, tarafsiz, öznel olmayan, yani belli bir perspektiften bakmayan ve hatta kisinin dünyayla ve baskalariyla iliskisini belirleyen etkenlerden, örnegin cinsiyetinden, renginden, toplumsal statüsünden ve sinifindan dolayimlanmamis, bir gözün etkinligi gibi tasavvur eder. bir organ olarak göz ve bu organin etkinligi olan görme, anlama ve sezme yetisine çevrimlenmislerdir felsefede. bu çevrimleme hareketi içinde, gözün, mekânsal olarak bu dünyada konumlanmis, hatta ona angaje olmus bir bedenin organi oldugu ve baktigi seyi hep zorunlu olarak ‹ne kadar degisirse degissin‹ bir bakis açisindan gördügü olgusunun asilmaya çalisildigi görülmekte. bir seyi, örnegin bir kitabi, bir perspektiften görmek, onun arkasini, masaya bitisik duran yüzeyini görmemek demektir.konumumu degistirip masanin arka tarafina dolansam bu defa da kitabin demin gördügüm bazi yerlerini gözden kaybederim. söz konusu olan masamin üstünde ilk kez gördügüm bir kitapsa, bunun baska birisinin masamda unuttugu bir kitap ya da bana alinmis bir hediye, bir sürpriz oldugunu düsünebilirim. ama önden kitap gibi gördügüm seyin, arkadan bakinca ya da elime alinca içi bos bir karton kapak olmasi, yani yanilmis olmam da mümkündür. söylemek istedigim sey su: kitabi bir kitap olarak görmek, gördügümüzden fazlasini, bize verili olandan fazlasini görmektir aslinda. geçmis algilarimizin yardimiyla simdide yapilan algisal bir sentez, bize tümüyle zihinde olan biten bir etkinlik olarak görünse de, bu sentezin aslinda bedensel, bedenin hareketliligine dayali bir geçmisi oldugunu farketmek gerekir.

    neden, sagduyunun, bilimin bana içinde yasadigimi ögrettigi dünya bir nesneler dünyasidir? dünyayi baska türlü de göremez miydim? bilim, öznelligi yapay bir biçimde kurgular, duyumlari nesneler haline sokar ve görüngülerin, belirislerin dünyasini bilime uygun kategorilere sigdirmaya çalisir. deneyimin tamamen belirli, belirlenmis, belirlenebilir olmasini ister bilim. oysa ki algilanan dünya çift anlamli, muallak, kayip giden, baglam tarafindan belirlenmeye açik bir dünyadir. öte yandan, belirsiz alginin nesneye yönelmesi, nesne olarak belirlenmesi kaçinilmaz bir süreç gibi görünmektedir merleau-ponty¹e. bunun nedeni, algida ilksel ve ereksel bir inancin gizli olarak bulunmasidir: bu inanca göre, su an belirsiz ve muallak olarak algiladigimiz, kendini hep temsil edilebilir, mekânsal boyutlari kesin bir nesnede tamamlayacaktir. üstelik algimiz nesnelerde sonlanmakla kalmaz; algidaki ilksel inancin, dilsiz ya da sessiz tezi, "su anda yasadigim deneyimin bir önceki andakiyle ve bir sonraki andakiyle koordine edilecegini" ‹ ve bu ileriye götürülerek tüm anlarin koordine edilebilecegi dogrusal bir zamanda yasadigimiz hissine de yolaçar‹, "gerek monadik öznenin deneyiminin, gerekse inter-monadik özneler-arasi deneyimin, bosluk içermeyen bir bütün, tek bir metin oldugunu" ve buna bagli olarak "tüm çeliskilerin çözülebilecegini, daha tamamlanmis bir bilgiye dogru, su an benim için belirsiz olanin belirli hale getirilebilecegini, dogrunun kendisinin seylerde gerçeklestigini ve hatta seyin ta kendisi oldugunu öne sürer" . bilim ve felsefe sifirdan basladiklarini düsünseler de, onlari, farkinda olmadiklari halde, bilgi idealini algilanan seyle belirlemeye iten alginin bu kökensel inanci üstüne kurulmuslardir. bu inançtan, sagduyunun içinde yasadigi bir nesneler dünyasinin ve felsefenin algilanan seylerin insa etmeye yönelik egiliminin bir uzantisi sayilabilecek olan bilimsel davranisin gelismesi kaçinilmazdir merleau-ponty¹e göre . dogus halindeki ben-baskasi-seyler sisteminin üstünü örten ve bir o kadar da bu sistemin gizli bir ifadesi olan bu inanci, ya da descartes terminolojisiyle söylersek bu "dogal egilimi" , merleau-ponty¹nin özne-nesne karsitliginda takilip kalmayip karsitlarin kaynagini arastiran köktenci-düsüncesi kesfeder.

    duyularin dünyadan gelen mesajlari almaya yarayan araçlar oldugu, basit alginin etki ile tepki arasindaki bire-bir sürekli bir baglanma iliskisinden dogdugu varsayimi hem öznelciligin hem de nesnelciligin dayandigi davranisçi bir varsayimdir aslinda. merleau-ponty, algiyi duyumdan yola çikarak insa etmeye çalisan; duyumu benim distan etkilenis biçimim, noktasal, anlik bir etki, saf bir izlenim, duyan ile duyumlanan arasinda bir çakisma olarak gören öznelci yaklasima karsi çiktigi gibi, duyumu nesnenin belirli özelliklerine indirgeyerek deneyimin bize belirsizligi, yani çift ya da çok anlamliligi da verdigi gerçeginin üstünü örten nesnelci duyumculuga da karsidir. algida "saf izlenimler" ya da "nesnel özellikler" gibi mutlak terimler degil, öncelikle içerdikleri parçalardan çok daha fazla anlami ilân eden iliskiler vardir. "salt nitelik" ya da özellik, dünyanin anlam yüklü gösterisi içinde bize verilir ancak. baska bir deyisle, algidaki anlam, mutlak terimlerin birestirilmesiyle temelci bir biçimde insa edilmez, "izlenimler" ya da "özellikler" alginin bize verilis anindan beri anlam yüklü olan iliskiler sayesinde anlam kazanirlar. bu iliskilerden en önemlisinin, gestalt psikolojisine dayanarak, "figür zemin" iliskisi oldugunu öne sürer merleau-ponty. bu anlam yüklü iliskileri biraz açmak gerekirse, onlari, klasik epistemolojisinin öznesi olmayan, vücuda gelmis, tene bürünmüs özneyle bir alanin ya da bir manzaranin parçalari arasinda örülmekte olan dokuyu olusturan tekil iliskiler gibi ele almak gerekecektir. bu tekil iliskiler sayesinde, tüm yönelimlerimizden dokunmus olan dünyayla "yasamsal bir iletisim" halinde bulunuruz. duyum da bu yasamsal iletisimden baska bir sey degildir. merleau-ponty¹nin "dünyanin gösterisi" ya da dünyanin olus içindeligi dedigi sey, özne-nesne kavramlari öncesi bir doku içinde bir nesnenin nesne olarak algilanirken, bir yasam parçasini da kendinde yogunlastirmakta olusudur. geleneksel epistemoloji, öznenin nasil kendinden disari çikip nesneye ulasacagi ve o nesneyi kendi gerçekliginde bilebilecegi sorunuyla mesgul olmustur, ancak bilme çabasinin asil meselesinin, "tüm yönelimlerimizden dokunmus olan dünya" oldugunu gözden kaçirmistir. dünyayla kurdugumuz yasamsal iletisim, yogun bir baglanmisligi ima eder; duyumun öznesi bir düsünür degil, belli bir varolussal ortama o ortamla eszamanli olarak dogmus bir öznedir. merleau-ponty bunu bize söyle izah eder: hissedenin hissettigi ile iliskisi uykuya yatmis bir kisinin uykusuyla iliskisi gibidir. uyuma istegi ile gözlerimi kapatip yavas ve derin soluk alip verirken uykuyu çagirir sanki ondan bir onay beklerim. aniden nefesim disaridan bekledigi kabulü bulur, bilincim kendi üstündeki hakimiyetimi yitirir ve uykuya dalarim. sanki dudaklarim distan nefesimi içine çeken ve bana geri üfleyen büyük bir cigerle baglanmis gibi nefes alip veririm uykuda. az evvel arzuladigim ritim simdi benim varligim olmus, bir anlam olarak hedefledigim uyku, bir durum haline getirmistir kendini. duyumsadigimda da, benzer bir biçimde, gözümü ve kulagimi ele geçirir duyumsanir olan; duyu organlarimi devralir ve kendine baglar. gökyüzüne bakmak deneyimini ele alir merleau-ponty: "seyrettigim gökyüzünün karsisinda evren disi bir özne, bir bilinç gibi varolmam; gökyüzüne düsüncemde ele geçirmem; bana onun sirrini bahsedecek bir mavi fikrini açimlamam; kendimi ona birakirim, bu gizeme batarim, o "bende düsünür", bende toparlanan, biraraya gelen ve kendi için varolan gökyüzüyümdür artik, bilincim bu sinirsiz mavilikte bogulur." duyumun derinliginde, gören gözüm, duyan kulagim, tadan dilim, duyumsanir dünyadan ayrik bir öznenin o dünyayi algilamaya yarayan organlari degildir artik; öyle ki algiliyorum bile diyemem "bende algilaniyor" demek gerekir. duyumsayanla duyumsananin iliskisi, birbirinden yalitilmis, bagimsizlastirilmis ve koparilmis iki seyin iliskisi gibi kurgulanamaz. spinoza¹nin diliyle söylersek özne ve nesne, aslinda ayni seyin, doga olan tanri¹nin düsünce ve uzam gibi iki sonsuz sifatinin sonlu biçimleridir. ama gören gözün görülenle birlesmesinin, hemhâl olmasinin, dünyadan koparilamayacak bir hale gelmesinin sonucu gözün nesnenin tarafina geçmesi, alginin algilananda bulunmaya dogru kaymasidir. tek tarafli bir sey degildir bu kayma. aksi yöne dogru da kaymadan söz etmek gerekir zira algilanan gösteri saf varlik degildir, o, algiladigim kadariyla benim kisisel tarihimin bir parçasi da olur. biraz da bu yüzden, merleau-ponty¹nin bir tür dogalcilik yaptigini ve doga kültür karsitligi içine düstügünü iddia etmek ilk bakista sanildigi kadar kolay olmaz, çünkü o algida algilanana baglanan "ben"i, hegel gibi bir oyuk olarak degil, kisisel tarihe katlanan ve açilabilir katlardan menkul bir sey gibi düsünür. öznenin açilabilirligi onun ilk halinin bir tabula rasa oldugunu fikrini çagristirsa da, bu ilk hal hiçbir zaman simdi olmamis bir geçmise ait olacak, hiçbir zaman düsünceye açik hale gelemeyecektir. hiçbir zaman simdi olmamis olan geçmis, simdi gördügümün içinde açilmaz bir kattir aslinda. bu kat, görenin görmesini yakalamasini, kendi kendisiyle çakismasini da engeller; görmeyi yakalamaya kalkistigimiz anda bu kez dogal görmeyi, görülenle birlesen görmeyi yitiririz. bu yüzden gören gözümü aynada görmeye çalissam, dogal olarak gören kendimi degil, seyreden kendimi yakalarim hep.

    merleau-ponty¹nin "ona ödünç verdigimi bana geri verir duyumsanir olan, ama ona ödünç verdigimi de ondan almisimdir" demesi, dogal görmede dünyayla kurulan yasamsal iletisimin, alis verisin, çift yönlü bir salinim hareketine bagli oldugunu gösterir. bu hareketin kendisinin kökensel oldugunu ve bu kökenin içinde bir kökenin, bir ilkin bulunamayacagi söylenmektedir aslinda. duyumun yönlenimsel oldugunu dile getirirken, merleau-ponty bu yönlenimi entellektüalizmin kurgusu olan bir bilince degil bedene atfeder. duyumsayan beden duyumsanan dünyayla bir oldugundan, yönlenim duyumsanir olandaki bir varolus ritminde aranacaktir. bu ritim, nefes alis veris, çekme-itme ya da gel-git ritmidir, yani ancak nefes alis verisimi idare eden o büyük ciger kadar bana dissal olan bir varlikla kurdugum iliskinin ritmidir. hem özne ve nesne gibi karsitlarin gerisinde ve gizli, hem de bu karsitligin ortasindaki bir kesisim alanidir dünyayla kurdugumuz yasamsal iletisim. bu iletisimde kendimi ya varliga açarim ya da kendi içime kapanirim. akilciligin da deneyciligin de dayandigi "duyum" kavrami, yasamsal iletisim olarak duyumun içindeki kutsal anlami igdis etmistir. duyumun kutsal bir anlaminin olmasi, seyin gerçek mevcudiyetine sahip olmasi demektir. duyu organlarinin kutsal güçleri, onlarin duyumlananla iletisim halinde bulunmasindan kaynaklanir. merleau-ponty¹nin, duyumun yöneldigi seyin beden tarafindan körce tanindigi büyülü, kutsal dünyasina girmis oluruz böylece.

    bir nesneyi görmek, onu görme alani içinden çikarip sabitlemektir. bu sabitleme ilkin bir figür-zemin yapisinin kurulmasina dayanir. seklin bir zeminde öne çikmasi ve nesnelesmesi, seklin belirlenim kazandigi, zeminin belirsizlestigi bir odaklanma edimine isaret eder. nesneye bir perspektiften bakiyor olmam hesaba katildiginda, "figür-zemin" yapisi, "nesne-ufuk" yapisi gibi ele alinabilir: nesneyi daha iyi görmek için zeminde içerilen çevredekilerin bir kenara birakilmasi, yalnizca dis ufkun bir tezahür alani olarak siliklesmesi anlamina gelir. merkezdeki nesnede yogunlasmam periferideki seyleri siliklestirir ya da saklar ama "dis ufuk" deyimi bunlarin tamamen tezahür alanindan çiktiklarini degil, kendilerini daha iyi gösterebileceklerini ima eder. ama görülen seyin tek ufku disindaki degildir. bakisin görme alaninin periferisinden merkeze koydugu nesneye dogru hareketiyle seyin iç ufku da açilir ve göz nesnenin farkli perspektiflerden kendisini nasil sundugunu kesfetmeye girisir. görmenin iki ufku, iki yüzü birbirinden ayrilabilselerdi, nesne, benim kesfim boyunca özdesligini koruyamazdi. dis ufuk, yani alanin periferisinde kalan seylerle merkeze koyulmus olan seyden ayrilmasi, merkezdeki nesne üzerinde odaklanabilmemin de kosuludur. ancak seyi görmenin tek öznesi ben degilimdir aslinda, periferide kalan her sey de, benim gibi bakisimin merkeze aldigi seyin seyircileri gibidir çünkü bedenim onlarin bulundugu noktaya gidebilecegini, onlarin bakis açisindan bakabilecegini bilir. bedenin bu varsayimi, nesneleri ona tanidik hale getiren iliskisinin geçmisteki, artik hiç düsünülmeyen ve hiç önemi kalmamis bir sirri gibidir. aslinda hiçbir yerden görünmeyen seyin (nesnel dogru) her yerden sonsuz sayida bakisla görülen sey olmasi, merleau-ponty¹nin kant¹in sematizmine gönderen bir terminoloji kullanarak "bedensel sema" adini verdigi bu sirra dayanir. nesnenin iç ufkunu tarayan bakisim ve onu dis ufkundan seyreden varsayimsal tüm bakislar sanki o seyin derinliginde birlesir, onun "tözü" olurlar. merleau-ponty¹nin "rengi ayakta tutan bakisimdir" gibi ifadeleri sanki bakislardan menkul bir substratum¹u tarif eder.

    bir nesneyi o nesne olarak algilayabilem için her simdi aninda duyularima belli bir perspektiften verileni, sonraki anlarda verilenle baglamam gerekir. geçmis simdilerin verilerinin tutulmadigi bir durumda bir nesne de beliremez. simdiki an, pesinde koca bir kuyrukla dolasir ve kuyrugunu keserseniz onda bir izlenimin ya da herhangi bir yasantinin olmasi ihtimalini de yok edersiniz. öyleyse saf bir izlenim, yalitilmis bir simdi, bir baslangiç noktasi yoktur. hatirlanmak için olmak, bilinçte belirmek gerekir; tutulmaya baglidir bu da. ayni iliski gelecekle iliskili olarak beklemeyle simdi arasinda da kurulabilir. tutulmayla bekleme bakisin zamansalliginin temel yapisidir. bu yapi sayesinde, kendinde-sey, kendini baskalarina dagitarak zamanin her yerinde konumlayabilecegini farzeden bir beden tarafindan, belli bir zamandan görülen sey degil, her zamandan görülebilecek sey haline gelir.

    her simdinin geçmise göndermesi ve gelecegi beklemesi sayesinde, algi içeriginin ebediligi zamana gömülüdür. nesnel zaman, kendinde-seyin bu gömülü zamansalligidir. zamanin ufuksal yapisi sayesinde algim uçup giden, olgusal bir simdi olmaktan çikar ve nesnel zamanin sabit ve özdeslige sahip bir noktasi haline gelir.

    merleau-ponty bu mekânsal ve zamansal betimleme sayesinde belirsizlikten belirlilige geçisi, yani nesnel deneyimi de aydinlatmis sayar kendisini. sey tarafindan çagrilmis, kiskirtilmis olarak, onun üzerinde yogunlasir ve nesnenin iç ufkunu mümkün tüm zamansal ve mekânsal perspektiflerden kesfederim. baskalarinin perspektiflerini elde etmem de zamanin ve dilin bir rol oynadigi da tartismasiz dogrudur. buna ragmen nesnenin kendi dolulugu içinde elde edildigini de söyleyemeyiz çünkü bu ufuklarin sentezi ancak farzedilen bir sentezdir. sonuç olarak ufuklar sonsuzdur. bu sonsuza açilisla birlikte nesnenin tözselligi de elden kayip gitmektedir. bir yandan öne sürülen nesne bir kendinde-sey olarak, mutlak bir töz olarak ele alinmayi talep eder. ama mutlak olabilmesi için sonsuz sayida perspektifin onda birlikte bulunmasi ve mümkün tüm bakislarin karsisinda mevcut olmasi gerekir. merleau-ponty nesnel düsüncenin bu zorlugu ya da tikanikligi "özellik" kavraminin kesfi sayesinde astigini ima etmekte. evi yalnizca bir yanindan görmeme ragmen, ev "kendinde ev olarak düsünülebilmek için bir özellikler setine dönüstürülmeyi talep eder, ve bu özellikler hiçbir yerden kaynaklanmayan bir bakisin karsisinda mevcut olan seyler gibi düsünülürler. perspektiflerin özelliklere dönüstürülmesi bize "simdiki" algimizi unutturur. öyleyse, "kendinde-sey" saplantisidir nesnelerin özelliklerinin ve nesneler arasindaki iliskilerin arastirilmasi anlaminda bilimin yolunu açan sey."

    zeynep direk'in merleau-ponty'de görme adlı yazısından alınmıştır.
  • (bkz: ding an sich)
  • bilinçten, özneden ve deneyden bağımsız şey. aristo'nun tözle ve kant'ın numen'le ifade ettiği aynı zamanda.
  • kendisine mesaj yollanamayan yazar.
  • (bkz: numen)
  • kant'a göre bu dünyada gördüğümüz, deneyimlediğimiz şeyler bizim zihnimizden bağımsız bir varlığa sahip değildirler. maruz kaldığımız kaotik duyu verisi selini ağaç, sandalye, vapur olarak yorumlayan bizim zihnimizdir. zihnimiz duyu verilerini alır, onları zaman ve mekan içinde ve nedensellik, tekillik gibi kategorilere (kategoriler: anlamlı düşüncelerin uymaları gereken yapılar) uygun olarak yorumlar. bu yorumlanmış dış dünyadaki nesnelere fenomen (görüngü) der kant. fenomenler birer görünümdür yani, ama o görünümlere neden olan bizim zihnimizin dışında bir şeyler de vardır. fakat bu şeyleri asla algılayamayız, çünkü algılananlar sadece fenomenlerdir. fenomenlerin zihnimizin dışındaki nedenleri olan bu şeyler, zihnimizin yapısından kaynaklanan zaman ve mekan gibi kalıplardan bağımsızdır, haklarında hiçbir şey bilinemez. işte bu şeyler "kendinde şey"lerdir kant'a göre.

    fakat burada çok bariz bir hata gözünüze çarpmış olabilir şimdiden. nedensellik de bir kategoridir, yani zihnimizin yapısından kaynaklanır. o halde kendinde şey ile fenomen arasında nedensellik ilişkisi olamaz, çünkü bunu iddia etmek kendinde şey'i fenomenler dünyasına çekmek olur. (ki kant prolegomena'da açıkça kendinde şey'lerin fenomenlere neden olduklarını söylüyor.) eğer nedensellik ilişkisi değilse nasıl bir ilişkidir bu? bu ilişki hakkında hiçbir şey söyleyemeyiz, çünkü ne söylersek aslında kendinde şeyler hakkında bir şey söylemiş oluruz, fakat tanım gereği kendinde şeyler haklarında hiçbir şey söylenemeyen şeylerdir. ve fakat, o aradaki ilişki hakkında bir şey söyleyemiyorsak, kendinde şeyleri varsaymanın gereği nedir? bir de schopenhauer'ın eleştirisi var, "kendinde şeyler hakkında hiçbir şey bilmiyorsan birden fazla olduklarını nereden biliyorsun?" şeklinde. ki schopenhauer'daki irade kavramı aslında tekil bir kendinde şey'e denk düşüyor diyebiliriz.
  • it is what it is.
    neyse ne olan.
  • bir şeyin nedeninin değişik başka bir şeyde olduğunu anladığımızda, onun varoluş nedeninin yittiğini görür görmez o şey yok olacaktır.
    ama bir şeyin nedeninin bizzat kendinde olduğunu anladığımız zaman, onun sonsuza dek sürmesi sağlanmış demektir,

    der (bkz: ibn hazm).
  • ben-siz şey.

    hegel'in ifadesiyle bir şeyi kendinde olduğu haliyle görmek için şeyin "arkasından dolanıp" onu apansız yakalayamayız. bu anlamda kendinde şey ne zaman düşünceye konu edilse daima benim-için-şey olarak düşünülmek zorundadır.
hesabın var mı? giriş yap