• mihaly kormos'un (bernhard - palinka almaya gelen ziyaretçi)'nin konuşması filmdeki en can alıcı yerlerden birisidir. satantango'daki irimias'ın nutuğundan sonra bir kez daha yıktı bizleri tarr. yıllar evvelinin nostalghia'nın domenico'su gelir aklıma hep. işte o postapokaliptik konuşma :

    her şey mahvoluyor. her şey değersizleşti. fakat şunu söyleyebilirim ki, onlar mahvetti ve değersizleştirdi her şeyi. çünkü sözde masumane insani yardımla gelen bir çeşit afet değil bu. tam tersine insanın kendi kararlarıyla ilgili bu, kendi kararlarının kendisinin önüne geçmesiyle. tabii ki bunda tanrı'nın da eli var. hatta bana kalırsa, büyük bir payı var. ve bu pay ne olursa olsun, hayal edebileceğin en korkunç yaratılışa sahip. çünkü görüyorsun sen de, dünya bayağılaştı. benim ne söylediğimin bir önemi de yok, çünkü her şey satın alınarak değersizleştirildi. sinsi, alçakça bir savaşla ele geçirdiklerinden beri, her şeyi adileştirdiler. her neye dokundularsa, ki her şeye dokundular, onu değersizleştirdiler. işte bu nihai zafere kadar giden yoldu. muzaffer bir sona doğru giden. ele geçir, değersizleştir. değersizleştir, ele geçir. ya da istersen farklı şekilde de ifade edeyim: dokun, değersizleştir ve dolayısıyla ele geçir. ya da; dokun, ele geçir ve dolayısıyla değersizleştir. durum bu şekilde yüzyıllardır devam ediyor. yüzyıldan yüzyıla, her çağda. bazen sinsice, bazen kabaca, bazen kibarca, bazen acımasızca, ama durmaksızın devam ediyor. değişmeyen tek şey ise şekli, pusudaki bir sıçan saldırısı gibi. çünkü bu mükemmel zafer, diğer taraf için de aynı şekilde gerekliydi. mükemmel, bir şekilde önemli ve asil olan her şey, böylesi bir savaştan kaçınmalı. herhangi bir mücadeleye girmemeli, bu sadece bir tarafın aniden mükemmelliğini, büyüklüğünü ve asilliğini kaybetmesi demek. şimdi kurdukları pusudan yönettikleri dünyaya saldırıyor bu kazanan galipler ve birilerinin onlardan bir şey saklayabileceği küçük bir köşe dahi yok. ellerini attıkları her şey zaten onların çünkü. ulaşamayacaklarını düşündüğümüz şeyler bile, ki onlar her yere ulaşır, onların. çünkü gökyüzü şimdiden onların, düşlerimizin olduğu gibi. onların zaman, doğa ve sonsuz sessizlik. hatta ahlaksızlık bile onların, anladın mı? her şey ama her şey sonsuza dek kayboldu! ve o asil, önemli ve mükemmel pek çok şey orada kaldı, bilmem izah edebildim mi? o noktada çark ettiler, durup anlamaya başladılar, ve kabul etmek zorunda kaldılar, ne tanrının ne de tanrıların olmadığını. mükemmel, önemli ve asil olanın ise bu doğruyu en başından beri anlayıp kabul etmesi gerekiyordu. tabii onlar bunu anlamaktan oldukça yoksundu. inanmış ve kabul etmişlerse de, bunu anlamamışlardı. şaşkın ama boyun eğmemiş bir şekilde orada dururlarken bir şey oldu ve, beyinlerinde çakan bir kıvılcım, sonunda onları aydınlattı. ve birden ne tanrının ne de tanrıların olmadığını fark ettiler. birden ne iyinin ne de kötünün olmadığını gördüler. akabinde görüp anladılar ki, eğer öyleyse aslında kendileri de yoktular! söndüler, yanıp kül oldular dediğimiz an bunlar olmuş olabilir sanıyorum. çayırda cayır cayır yanmaya bırakılan bir ateş gibi söndü ve yanıp kül oldu. biri daimi kaybedendi, diğeri doğuştan kazanan. mağlubiyet, galibiyet. mağlubiyet, galibiyet, ve bir gün, yine bu civarlarda fark etmek zorunda kaldığım ve sonunda fark ettiğim bir şey oldu, ben hatalıydım. şu dünyada herhangi bir değişimin asla olmamış olduğunu, ve asla olamayacak oluşunu düşünürken gerçekten de hatalıydım. çünkü, inan bana, artık biliyorum ki, bu değişim aslında gerçekleşti.

    http://www.youtube.com/watch?v=gptootxqps4
  • bela tarr filmden sonra anti-genesis falan dedi, saf sinemaya niyetlendiğinden dem vurdu. cansiperane bir "what was that all about"tan sonra da varolmanın dayanılmaz ağırlığı diye işin içinden çıktı. ben aslında o saf sinemanın ne anlama geldiğini merak ettim ama geçkin teyze anlamı o kadar merak etti ki eminim filmin son 1 saatini o bir dakikalık çıkışı yapmak için bekledi. ancak filmin ne hakkında olduğuyla ilgili sorunun esas mesele olduğundan çok emin değilim.

    bu noktada tavır önemli. benim gördüğüm kadarıyla bela tarr her sorana filmiyle ilgili bir cevap vermek istedi, geçiştirmedi, herkesin kafasında oluşan filmin ne hakkında olduğuyla ilgili soru işaretlerini azaltmaya çalıştı; zaten filmi de basit döngülerle epizodik kurgulamıştı. verdiği cevaplarla seyircinin kafasındaki anlam huzursuzluğunu azaltmasından ben şunu anladım: bir bela tarr filminin gücü filmi sonuna kadar bekleyip insanda bu film ne hakkındaydı sorusunu sorabilme motivasyonu oluşturmasında yatıyor. zaten filmin başında kendisi filmi gözleriniz ve kalbinizle izleyin demişti, yani beyni siktir edin. madem o kadar takıldın; al sana işte anti-genesis, altı günde katip bartleby gibi yaşamamayı seçen varlıkların hikayesi.

    peki o ata ne oldu, işte bence filmin en can alıcı yeri bu çıkış noktası, varoluş düzleminde algının anlamsızlığı. çünkü herkesin merak ettiği ve 'bildiği' nietzsche'nin, kurtardığı o attan çok farkı yok. her ikisi de film boyu esen rüzgardaki toz gibi. bu "yokoluş" herkes için aynı. ancak bir nokta kafamı kurcalıyor. genesis ile birlikte yaratılan tanrı bir sürenin sonunda "ölüyor", bu film de o adamın kurtardığı atın hikayesini anlatıyor ama bir yokoluşu anlatan bu filmde tanrının olmaması beklenir. ancak kuyuların içi taş doluyor, insanoğlu cezalandırılıyor. sanki tanrı hiç ölmemiş ve insanoğlu bunun farkına vardığında yaşamaktan vazgeçiyor, yemeliyiz diye inlese de eller tabaklara gitmiyor.

    ***

    sinema bir önceki gün keşfedilmişçesine film çeken bir adam varsa sinema tarihinde o da dreyer'dir bana göre; üslupları, yaklaşımları farklı olsa da, ve bela tarr hiçbir zaman dreyer klasında olamayacak olsa da, şu an aynı hissiyatı veren başka bir yönetmen de yok sanırım. bir atın dakikalarca koşmasını izlemek, perdedeki "ağırlığı" deneyimlemek; sanırım bela tarr'ın saf dediği böyle bir şey.
  • insanın saklanacak küçücük bir köşesinin dahi kalmadığını, gidecek yerinin olmadığını anlatan bir tükeniş hikayesi.

    başrolde rüzgar oynuyor, tüm ihtişamıyla. öyle ki sadece onun çığlıkları dört nala koşuyor, öyle ki 58 yıldır ses çıkardığı söylenen tahtakuruları bile sözü ona devretmişcesine sessizleşiyor. rüzgar öfkeli, rüzgar tükenen tüm sesleri üzerinde taşıyor. insan susuyor, rüzgar konuşuyor. rüzgar konuştukça tükeniş de başlıyor.

    arttıkça rüzgarın sesi, daha da sessizleşen insan, pencerenin önüne geçip sadece onu izleyebiliyor, onu dinleyebiliyor ancak ve daha da hissizleşiyor. ya tekrar hissedebilmek için ya da artık zaten hissedemediği için elleri ve ağzı yana yana haşlanmış patates yiyor. rüzgar konuştukça, tükeniş devam ediyor, su tükeniyor. o konuşmaya devam ettikçe, atın gücü de tükeniyor. atın gücü tükendikçe insan da tükeniyor. insan, torino atının kaderini yaşıyor.

    gidemeyen, saklanamayan insandan geriye, bir tek olan biteni öylece izleyen insan kaldığı vakit, ışık da tükeniyor. insan artık bakamıyor, izleyemiyor, artık göremiyor. artık elleri ve ağzı yanmıyor, yiyemiyor, içemiyor. ve artık rüzgar da susuyor.

    varoluşun tükenişi sadece altı günde gözünüzün önünden akıp geçiyor. "rahip, cemaate şöyle buyurur: tanrı sizinle! gün geceye döner. ve gece biter." cümlesine inat, gece bitmiyor. her şey tükenirken ve hiçleşirken, gece daha yeni başlıyor.
  • hayatın anlamından çok anlamsızlığı üzerine bir filmmiş gibi geldi bana. izlerken sıkılmadım mı? sıkıldım tabi sıkılmaz mıyım? zaten olay da bu: çok sıkıldığımız, bunaldığımız anların sonunda hep bir ışık vardır ya, işte bu filmden sonra da o ışığı gördüm, ama karanlık bir ışıktı bu seferki. film bitince izlediğime değdiğini anladım ama ruhani bir huzur olmadı bünyede, sadece flu bir aydınlanma; dünyanın, yaşamın anlam(sızlığ)ı üzerine.

    sürekli esen rüzgar ve filmin başından sonuna dek hep aynı müzik. kasvetli, iç bunaltıcı bir ortam, bunalıyorsun hepsinden, yine de kendini o tuhaf müziğe ve o insanların rutinlerine kaptırmaktan geri alamıyorsun. yönetmen iki kişinin nasıl yaşadıklarına bakarken aslında çok farklı bir soruyu cevaplıyor: insan niçin yaşar? ıssızlığın ortasında yaşayan iki insandan yola çıkarak evrensel bir mesaj veriyor tarr. yaşam tarzları bizimkinden çok farklı ama niçin yaşadıkları konusunda varılan cevap pek farklı değil.

    kız uyanıyor, sobayı yakıyor, baba kalkıyor, kız babasını giydiriyor, az biraz içki içiyorlar, atı ve arabayı çıkarıyorlar, at direniyor, gerisin geri ahıra gönderiyorlar atı, sonra kız babasına ev kıyafetlerini giydiriyor, patates haşlıyor, yana yakıla yiyorlar o patatesleri, sonra camdan dışarıya uzun uzun bakılıyor. yemek bitiyor, su bitiyor, hayatın anlamı bitiyor. kaçmaya çalışılıyor, kaçılamıyor. yaşamak için manevi bir sebep yok, maddi olan da bırakılıyor, bilinçli bir şekilde. yememiz lazım deniliyor ama yenmiyor o patates. bu anlamsızlığı daha fazla sürdürmenin anlamsızlığı farkediliyor.

    biz ne yapıyoruz bu arada? nasıl yaşıyoruz? kalkıyoruz, giyiniyoruz, hiçbir anlamı olmayan işlerimize gidiyoruz, midemiz kazınıyor, yemek yiyoruz, bir şeyler içiyoruz belki bazı boşlukları doldurur diye, eve dönüyoruz, son model telefonlarımızda oyunlar oynayıp belki televizyonda bir şeyler izleyip yatıyoruz - ertesi gün aynı hiçliğe uyanmak için. belki kaçacak yerimiz var ama biz de kaçmıyoruz, kendimizden kaçamayacağımızı bildiğimizden. işte böyle yaşıyoruz, o zaman niçin yaşıyoruz?

    bu niçin'e olumlu bir cevap vermek için ya dine vuracaksın kendini, manevi değerlere bağlanıp hayatın boktanlığını unutacaksın, (din toplumların afyonuydu zaten değil mi?) ya gerçekliği olduğu gibi kabul edip yaşayacaksın, ya da yaşamayı bırakacaksın. (ölmeden önce ölmek desem filmdeki nihilizmden uzaklaşmış mı olurum?) tanrıyı daha filmin en başında öldüren tarr'ın salık verdiği de bu üçüncüsü sanırım. bu anlamda da kendisi tanrılığa soyunmuş olmuyor mu? gerçek bilgeliği de aslında önce ata atfetmiyor mu?

    filmdeki ıssızlıkta yapılabilecek en iyi şey yaşamaktan vazgeçmekti, bakın intihar etmek demiyorum, yaşamayı bırakmak, sanki yaşıyormuş gibi yapınca çok mu anlamlı yaşıyoruz dercesine. bundan bir kaç gün önce izlediğim başka bir film de aynı şeyi diyordu, ki o buradaki gibi ıssızlığın ortasında da geçmiyordu. (bkz: persona) ikisini üstüste izlemem bir tesadüf mü yoksa hayatın bana mesaj iletme yolu mu acaba?

    bir de patates yedikleri sahnelerde van gogh'un "the potato eaters" tablosu geldi aklıma; aynı soluk ışık, aynı hüzünlü yüzler. evet, film o kadar uzun ve sessizdi ki düşünecek çok vaktim oldu.

    ve son bir tanım: deist olan beni nihilizme yakınlaştıran film olmuştur. acilen kendimi toparlayıp her şeye rağmen hayatıma bir anlam bulmam gerektiğini de hatırlatmıştır.
  • kimisi çok sıkıldığı için, kimisi hayatındaki en temposuz filmi gördüğü için, kimi bir şiirin filmini seyrettiği için, kimi konuşmadan ağlamadan acının nasıl aktarıldığını gördüğü için unutamayacakdır bu filmi. neticede her koşulda unutulmazlığı garanti bir filmdir.
  • bela tarr'ın çekeceği son filmi olacakmış.

    hikayesi ise kısaca şöyle: nietzsche torino'da dolaşırken bir atın kırbaçlandığını görür, ata sarılır sonra da yere kapaklanır. bu olayın ertesinde ise akli dengesini yitirir ve ölene kadar 11 yıl boyunca konuşmadan ve yatalak yaşar. bela tarr ise bu atın ve atın sahibinin hikayesini anlatır filmde.

    hayırlısı. inşallah bela tarr'a yaraşır bir son film olur.
  • ruhu mahveden bir film. toparlanınca bir iki kelam daha edebilirim zira şu an dağılmış haldeyim.

    --- spoiler ---

    "ye... yemek zorundayız..."

    --- spoiler ---
  • "bela tarr'dan at filmi" desem dalga geçiyormuşum gibi olacak.
    röportajında da demiş ya üçünün de (at, baba, kız) yaşamı birbirine bağlı diye. doğru ama hepsi sanki ata biraz daha fazla bağlı.
    tarr "anlam çıkarmaya da zorlamayın" demiş de ulan 2,5 saatlik filmi ölmüş dedenin ruhuna değsin diye mi çektin? bir mesajın elbette var. zorlamasak da var.

    --- spoiler ---

    yalnızlıktan ve yoksulluktan gebermek üzere olan baba ve kızın bir coşkuyla gelen "çingeneleri" sopayla, nacakla kovalamasında da mı mesaj yok? tek eğlencesi çorak ve rüzgarlı araziye bakan pencerenin önünde birkaç dakika oturmak olan iki sessiz, neşesiz kişi. güle oynaya gelen çingeneleri düşman gibi def ettiler.
    --- spoiler ---

    film bilerek, isteyerek izleyicinin sabrına karşı bir imtihan. "uzun planlar (long take) çekeyim de festivale okuturum" kurnazlığı değil elbette. döngü var hikayede. ne yaparlarsa yapsınlar her şey başladığı yere dönüyor.
    adam bu yaşam biçimi kendilerini tüketecek gibi olsa bile alıştığından vazgeçmiyor. herkesin yürüyerek gittiği yeri atla bile gidemiyor. (niye babalık niye? kendini tükettin, bari kızın kurtulsaymış.)

    filmdeki teknik ustalık ayrı bir olağanüstülük. filmden sonra iki gün boyunca akla geldikçe sanki hala izliyormuş gibi canımdan bezdiren o görüntüleri, kadrajı, planı, müziği bana unutturmayan da bu teknik beceri. bir bildiği varmış meğer. adam dersini iyice belleten hoca gibi çekmiş. (o pencere önüne oturmaları geldi gene aklıma. tahtalara gelesice...nasıl hayat lan o? atı ayrı küsmüş, kızı ayrı, adamı ayrı.)

    edit: entel yorumları bırakalı oluyor birkaç sene. "insanlığın kıyametine yazılmış bir tragedya. niçevari bir okuma. tarkovskiyen lügate referansla yaratılmış ilginç bir gramer" (tısısısısııssıı...ne alaka lan? :)))))))))))
  • filmi izlerken devamlı üstad tarkovski aklıma geldi. çekimler çok kaliteli, diyalog çok sınırlı, ama aynı olayları o kadar az diyalogla, kısıtlı mekanda ve her yönüyle öyle bir anlatmış ki, sanki üçüncü sandalyede siz oturuyormuşsunuz hissi verir. bela tarr'ın diğer filmlerini izlemek artık farz oldu.

    kısacası, çok az şey başyapıttır, bu da onlardan biridir gözümde.
  • filmde ohlsdorfer'in kızının okuduğu incil değildir. laszlo krasznahorkai'nin kendisi yazmıştır. ayrıca agnes hranitzky'nin emeklerini de unutmamak gerek. (fred kelemen dahil) tarr, onunla çekti bu filmi. ama biz hain adam mihaly vig'e hayvanca bağıralım. öyle müzikler yapmasın bu film için. irimias öper.
hesabın var mı? giriş yap