hesabın var mı? giriş yap

  • kimisi saflığın göstergesi olan yorumlardır.

    adam "dinamo kiev maçını nereden izliyorsunuz arkadaşlar? " diye soruyor,
    bir kişi cevap vermiş "erzurum yildizkent'te iddaa bayisinde izliyorum"

  • sıkıcı bir konu ama, yazan olmamış sanırım, üretim alanı ile ilgili 19. yüzyıla ait bir "fair play" mottosudur sadece; sokaktaki sıradan insan avant-garde şairlerle, jodorowsky'nin sürreal filmleriyle, yani "ağır" yapımlarla ilgilenmez, çünkü bunlar sembolik sermayesi için satılan yüksek kültür metalarıdır, hatta okuyucusu\izleyicisi de yine yazar ve yönetmenler olur pek çok zaman. ama best-seller olan ahmet ümit, elif şafak metinlerini sokaktaki herkes okuyabilir, okuma-yazma dışında bir eğitime ihtiyaç duymadan alınır bu metalar ve yirmi otuz baskı yapabilirler rahatlıkla. kuyumcu soymuş gibi para kazandırır. haliyle bu iki meta arasındaki, yani sembolik sermaye ile ekonomik sermaye arasındaki kaçınılmaz muharebe de böyle yanıltıcı bir soruya dönüşüyor, sanki birbirlerine çarpıştırsanız evrenin hikmetini elde edeceksiniz.

    edebiyatta\sanatta bol para kazanıyor iseniz, herkese satabilmek için kaliteyi düşüren sanat düşmanısınız, az ya da çok böyle. eğer yapıtlarınızı çok az kişi alıyor ve anlayabiliyorsa, eğitimli beğenilere hitap ediyorsa ve çok az kazandırıyorsa sembolik değeriniz artar. sizi önemli çevreler tanır, ama misal berber fuat abi enseyi alırken bu eserlerden bahsetmez, haberi yoktur. yüksek kültür için üretirsiniz ve paradan çok sembolik değer kazanırsınız, yüksek kültür gardiyanları olan edebiyat tarihçileri adınızdan bahseder ve ders olarak okutulursunuz, trt'de adınıza kültür belgeseli yapılır (ama best-seller yapıtlara aldırış eden pek olmaz, onlar da ekonomik sermaye elde ettikleri için zaten voliyi vurarak kazanç elde ederler, pazarda herkesin yüzü gülüyor biraz.)

    yüksek statüdeki profesörün golf oynamayı seçerken, meb öğretmeninin ise halı saha maçına çıkmasındaki tüketim farkının sanat\edebiyat alanındaki karşılığıdır bu özetle; tarihsellikten ve sosyal ilişkiler bağlamından çıkarıp düz kalıp haline getirince meslek lisesi edebiyat dersi sınav sorusuna döner işte ancak. bazen de montaigne'in "insanlar bir solucan bile meydana getiremez, ama düzinelerce tanrı yaratır" deyişi gibi mistik, metafizik yönü ağır bir meseleye döner bu görece daha basit bahis.

    elbette bir zamanlar yüksek sanat görülen şey, daha sonra bayağı olarak algılanmaya da başlayabilir. enteresan bir örnek vereyim; walter benjamin, dedektif romanlarının ilk ortaya çıktığı dönem ile eşzamanlı olarak mobilyalarda bir devrim olduğunu, ev eşyalarının çoğaldığını yazar meşhur eserinde*. endüstrinin güçlenmesiyle ortaya çıkan mobilya devrimi öncesinde dedektif romanı da yoktur. dedektif romanında mobilyanın kenarında kan izi ararsınız, halının altında saklı çatlaklar bulursunuz, koltuk arasına sıkışmış cinayet aletini keşfedersiniz; ev eşyalarıyla oyun gibidir dedektif romanları. bu kadar mobilya ancak burjuva evlerinde bulunduğu için de ilk dedektif romanlarında katil ve maktuller genelde burjuvalardır. aynı zamanda bu romanların ilk okuyucuları da yüksek kültüre dahildir. ancak gel zaman git zaman, ortalama kitleye de ulaşır bütün bunlar, okunmaya başlanır, bu edebiyat alanının da sembolik değeri düşerken ekonomik değeri yükselir. yüksek kültür ise kendine psikolojik roman gibi yeni tarzlar bularak dedektif romanı sektöründen çekilir.

  • antep fıstığı diyen bir iki dallama gördüm. inşallah kalabalığı yara yara giderken yanlışlıkla birinin sikine dıştan ellersiniz.

  • mebpersoneli.com.tr adlı süpersonik siteden bir haber başlığı. gezi eylemlerine katılan bir kızın ropörtajını içeriyor güya. şiddetle okumanızı tavsiye ediyorum, baya komik.

    ibretlik haber

    "gezi parkına başından beri destek veren sevgi isimli 18 yaşındaki genç kızın anlattıkları akıllara durgunluk veriyor... kasımpaşa'da oturan sevgi evin tek çocuğu... taksim'de çiçekçilerin olduğu bölgede başından geçenleri talha akyürek'e anlatmış sevgi...

    kendi ağzından dinleyelim

    "abi bu olaylar bizim için bir eğlenceydi, kendimize heyecaln, aksiyon arıyorduk. ne devrimi, ne parkı, ne başbakanı, biz işin heyecan kısmındaydık. ne bileyim öyle tomaların su sıkması, gaz geliyor diye arkadaşların bağırması, taş atmak falan bize acayip heyecan veriyordu. oradakilerin çoğu zaten liseli çocuklardı, üniversitelilerde çoktu. hem niye katılmayayım ki, para veriyorlar, bira ve içki sınırsız, yemekte veriyorlar, her gece çadırımıza erkekler geliyordu ama almıyorduk, abi geceleri zina fuhuşın haddi hesabı yoktu, kim kime belli değildi geceleri, e hal böyleyken nasıl katılmayalım. şimdi akıllandım artık gitmiyorum."

    ahahah çok iyi ya..

  • avrupanın da birçok ülkesinde aynı uygulama var. isviçre'de şehrin merkezinde iyi sayılabilecek bir apartmanda otururken, tüm apartman ortak kullanırdı makineyi. üstelik de tam bir isviçreli planlaması ile. elindeki kartı makinenin üstündeki switch'e sokardın ve kullanılan elektrik senin dairenin sayacını çalıştırırdı. böylece kimsenin hakkı geçmezdi.
    10 dairelik apartmanda, hiçbir zaman da sıra olmazdı. giderdin, yıkardın. o kadar.
    işe ekonomik açıdan baktığımızda türkiye'yi düşünelim. koca bir makine ve pek de ucuz sayılmaz. haftada max 3 kere çalışır ve toprağın değerli olduğu bir ülkede, dairenin kullanım alanından çalar. isviçrede çoğu evin, oda kapılarının sürgülü olduğunu, böylece daire kullanım alanlarını arttırdığını da ekleyelim. çamaşır makinesinden nereye geldik amk. sonuç israfın önüne geçmektedir :)

  • sonuna kadar katıldığım, fikret orman'ın açıklaması.

    "‘statta bira serbest olsun’

    her zaman söylüyorum statlarda hafif içki satılmalı. biz statlarımızı taraftarı çekebilecek yerler haline getirmeliyiz. bizim taraftarımız maç öncesi çarşı’da içiyor stada öyle geliyor. aynı şey f.bahçe ve g.saray için de geçerli. oysa taraftarımıza stadımızda light bira satabilsek istenmeyen olaylar da olmaz. istanbul’daki şampiyonlar ligi finali’nde bira serbestti ve hiçbir olay yaşanmadı."

    kaynak

  • burada helal olsun denilecek tek şey (o da tartışılır) 153 kilo birinin masada kalma pahasına bile olsa bu ameliyatı olma cesaretini göstermiş olmasıdır. kilo vermesi ameliyatın doğal bir sonucu. ameliyat sonrası zaten zoraki diyettesin, istesen de yiyemiyosun.
    mutluysa ne güzel. eklemek lazım şişmanken de hayat enerjisi ve özgüveni ile moral ve mutluluk veriyordu.

  • kimsenin inkar dahi edemeyeceği efsane olay.

    maliyeti 20 lirayı geçmeyen 2 kişilik masaya bakıyorsun 110 lira fiyat biçmiş adamlar. 110 liralık kahvaltıya bakıyorsun sucuklu yumurta fiyata dahil değil, menemen dahil değil, portakal suyu dahil değil. bir de bunlardan dünyanın en kolay yapılan yemeği olan sucuklu yumurtayı eklersen oluyor toplamda 135 lira. beyaz yakalı dallamalar düdüklenmeye doyamadığı için fiyat sürekli artıyor. ben hayatımda serpme kahvaltı falan yapmadım bu fiyatlara yapmam da zaten ama alt tarafı kahvaltı yani ne kadar pahalı olabilir ki?

    yorumu gidip bildiğimden değil, işletmelerin instagram üzerinde verdikleri fiyat bilgileri doğrultusunda yaptım. ben her gün evde kahvaltımı yapar öyle çıkarım dışarıya.

    evde kahvaltı maliyetim; (toptan fiyatı)
    100 gram peynir - 2.25 lira (1 kg ekici 22 lira)
    1 yumurta 0.5 lira (1 koli keskinoğlu 15 lira)
    1 salatalık 0.25 lira (1 kg cumartesi pazarı 2 lira)
    1 domates 0.50 lira (1 kg cumartesi pazarı 3 lira)
    50 gram zeytin 1 lira (1 kg marmarabirlik 20 lira)
    100 gram tahin pekmez 2 lira (700 gram seyidoğlu 14 lira)
    1 dilim ekmek 0.25 lira (20li uno tava ekmek 5 lira)
    1 sallama çay 0.25 lira (20li doğuş sallama çay 5 lira)

    günde 7 liraya, haftada 49 liraya, ayda 210 liraya hayvan gibi kahvaltı yaparak doyuyorum. serpme kahvaltı enayi mıknatısıdır.