• 6. nesil yazar oluyor kendisi.
    (bkz: efsun)
    (bkz: su)
  • eski bir not ediş bu: elinde koca bir ayva, cebinde tuzluk, ağzını kocaman açmış diğer ayvadaki fare kemirişlerine gülüyorsun.
    bu bizi hiçbir yere götürmüyor. tercih zamanı geldiğinde uzun zamandır içinde eskimeye terk ettiğin cümleye nihayet bir ses ikram ettin: “ben aslı falanca. acımıyor bugün içim, çünkü dün bolca ilaç içtim.” tercihlerinin güzelliği tam da o anda tetiği düşmüş süsü verebilmenden gelir. bunu anlamak için kimseyle yarışmaya lüzum yok. biraz nefesini çalsan insanın, azıcık zorda bıraksan lutfeder gibi, kapılar çalmaya telefonlar susmaya başlar. ankara’dan haber gelir, alanya’dan selam gelir. istanbul’a ben gelirim. ezberden konuşurum, “yaa evet söyledi, çok özlemiş”. ya da “yanlış anlamışsın, öyle değildir.” her türlü sözleşmeden habersiz, altın suyuna bandırılmış bir samimiyet.
    bakalım: yirmili yaşlarında beyaz tenli uzun sayılır. futboldan hazzetmez ama gerçeğe ve gerekliliğe ilişkin katıdan da katı bir inancı vardır. bu inanç üstüne başını kesen bir adamla aynı hedefe tükürdü. gözünün göremediği seçeneği işaretledi. memnun. diyor ki: yirmi doğrunuz benim bir yanlışım edemez. çünkü o yanlıştaki doğruluk sizin “doğru dediklerim” ile “doğrularım” arasında bocalamaya tahammül edemeyeceğiniz ipincecik çizgide bile burayı işaret ediyordu. resimlerin fotoğrafların şarkıların arkasındaki koddan korkmamayı ama uzak durmayı hatırlatandır o yanlış.
  • ayva dediğin tuzla yenir, koca ısırklarla. koca ısırıklar zamanın azlığını anlatır, tuz zevk almayı. kemirenlere de saygımız sonsuz, ama hayata bu temkin bu boğulma endişesi kadere de ters ene ye de.
    kendinden anlatıyor sanıyorsun bu hikayeleri ama bak ki bazen erkek bazen kadın oluyor bazen cani bazen cömert oluyor. de ki, onun değil bu hikayeler yaşanmış bile değil belkide uyduruyor,adını söylüyor önce tanıtıyor kendini " ben yasir falanca çok korkuyorum ama hep bakıyorum karanlığa" şiir olur öbek öbek bana şirler okuyor ama en başta hep kendini tanıtarak."ben aslı falanca acımıyor bu gün içim çünkü dün bolca ilaç içtim" bir hikayedeki adamın diğeriyle muhakkak ilgisi vardı, bunu iki hikaye ve arından gelecek ve geçmiş tüm hikayeler. altın suyuna bandırılmış samimyet dediğin yerde o sana kaç ayar olduğunu hesaplayamayacağını andırıyor, suu değil diyor kendisi diyor bu samimiyet, samimiyeti zedeleyen hikayeler benim değil diyor, görmüyorsun yinede.. "ben elif falanca içimde sakladıklarımla bir kedinin karnı doyar anca"
  • her gün yanlış numarayı arayan, caniyim ama cömertim, hayır yok bu sensin, bocalamasına maruz bırakan, bu fikirden keyf alan, en parlak fikirleri arasına sokmayan. bu ben değilim. keyfiliğinin gölgesi ayağındaki zincirden alıyor kuvvetini, tebrikler. on gün önce, yok, on sene önce baktığım yer bile bu kekre güneşten daha sefil değildi. kekre diyorum, gül. güneş diyorum, gülme. düşünsene, kaç kişi sadece ciğerleri yakmaya yetecek bir zehri yastığının altına koymaya cesaret eder. bu cesaret işi, aptallık işi değil. insanın son duyduğu ses celladınınki olmamalı. ama yeni yetme de değiliz artık dinlemiyoruz kendimizi pek fazla. bu yüzden hadi yeni icatlara kucak açalım, eski mırıltılara rüzgar diyelim. beni kesmez. hoş seni de kesmez ya uzaktaki tufana yeğ tutar panjurları çekmeye de vakit bulursun. sütlü kahve soğur (zaten hiç içemedin ki) yağmur cama pıtırdar (ha! güleyim bari!) sen seyre dalarsın.
    peki bu loşlukta avuçlarını izliyor süsü verip pip hesabı yapan kim olacak. figüranlar kahvesinden mi seçeceğiz celladımızı?
  • ne caniyim nede kurguları ben başlatıyorum, hep bir hamim oldu benim görmekten kaçındığım.. sen beni o yüce dağın başında gördün sevdin, ama güzelim dağ yüce, ben cüceyim. tam bir yıl elime kalem almayacağım, tahammül işi bu ama dediğimi yaparım, kaderse öyle şekillenir, ölümse buyursun erkenden geliverir.sen şu zehir semberek işlevliğime iycee bi bak, ne ezeli bir zehir var nede zayıf ben var karşında. ama cellat işi de değil bu ölüm o da tahammül işi direnebileceksem gömülürüm, gömülebileceksem sukut eder pip hesabında parite hesabında gönül eylerim.elide türlü türlü aynalar var hepsi beni biryerimden gösteriyor, anca öyle varabiliyorum farkıma zahmetli iş, sen bak uzakta durda gör her açıdan celladımı, sonra sufle ver bana..
  • masanın üstünde sinek kıvranıyor. yorgun düşene kadar bekliyorsun. bu da bir anı. hatırlamayı hoşlanmadıklarımdan değil. onca güzel, parlak, kötü ya da kahredicisi dururken neden böyle saçma, önemsiz hafızanın inat mahsulü bir anı, ikinci yeniden fırlamış da gelmiş gibi hoppaa tepeme biner bilmem. pirim vermediğin bir göl kıyısındayız. beyaz plastik tozlu masalarda çay bardaklarının halka lekelerine bakıp sineğin yorgun düşeceği anı bekliyorsun. belki de uçup gidecek ama konu bu değil. sineğe bakıyorsun. o sana bakmıyor. sen bana bakmıyorsun. bir sinekle de had bildirme bilgisi paylaşılmış seninle ne mutlu bana. ben falanca filanca bugün bir sinek düştü payıma.
    yüce dağ başı diye bir şey yok. anlatamayacağını kabullenişin aldatabileceğine fit olmayı öğretiyor. bunu ben öğreniyorum, benden daha akıllılar öğreniyor. sen "hıı" diyorsun. inadına da hayranım hayranlığın ölümcüllüğüne de. gün gelir kolaya kaçar yastığımın altına bir bedeni komple eritecek bir ecza koymayı da öğrenirim. aldatabileceğimize fit olmak öğrenebileceğimiz bir şey. sen zorsun, ben kolay.
    kısa cümleler. düzgün cümleler. bağlantısını sonradan kurabileceğim kopuk anılar. anlattığın hikayeler. "fırına kapadılar adamı. kırk sopa verdiler." yedi yıl geçiyor anca bir kan bağı bulabiliyorum fırına kapatılmakla, adamla, marangozla, dedemle, otların çalının dikenin bürüdüğü cinlerin düğün yaptığı yeşil tepeyle. "bana bir cümle kur, düzgün bir cümle" kaybolacağım yolları bile ezberlemişken artık cümle kurmanı istemekten vazgeçmek içimden gelmiyor. dağ başında değilsin ama bilmediğim bir kavşakta yolumu keseceksin. aynaya mı tutkunsun, aynayı tutan ele mi? düşünmedim bile. buralarda ikisi de aynı yola çıkıyor aynayı tutan elsen. bir yerden sonra hem aynasın, hem el. bir de parçalı bölmeli bir görüntüye ram olmuş küskün bir şeysin. ya küseceksin ya da görmezden gelecek kadar güzellik biriktireceksin. seni bilmek sahte bir gülüşe güzel gözlere nereye varacağını binde bin bildiğim elini taş altına sokmalara sahip olmaktan daha zor. çünkü sen istemeksin. istemediğinde bilinmezsin.
  • "onun yüz dili vardır, her dilinde yüz lugat, hilesi riyası anlatılamaz ki!!" al sana bölük pörçük anıları şak diye kesebilecek bir düzgün cümle. evet yüce dağ var onunda kırk başı var kırkbaşında kırkbir gözü kırkbir gözünde kırkbinbir ışık var, ben gördüm ılıdı için bu ışıkla, kaynama noktasına yaklaşamadım, bunun bedeli olur biliyorum, kısa cümlelerim yetmez azık olsa yanıma. derme çatma anılar, çocukluk edinimleri, aile öngörüleri, ikimizin dedesi de marongoz mesela kereste sevdaları, yok sa önden görem değil önden yaşamış en fazla.. ama yüce dağ başı başka.. orda huzur var vahşi bir aykırılıktan başka..
    "ben tankut falanca kilitli kaldım el kapılarında haftalarca" hiç vazgeçmezsek efsunsu kavgasında adımı unutup ben falancalarla kalacağım. üzecek seni sonra bu, burda anışmanın atışmaya döndüğünü görürsem heder olacam, içime bir baykuş oturup o tuhaf guklamasını yapacak, sen yine saldıracağımı sanacaksın, yumurta kazları gibi, hırsız kazlar ısıııııııııırırlar.
  • bir kasım günü seçtiğim duvar kağıdından pay kapmaya çalışarak eylük kasım arasında gidip geliyoruz.
    benden istediğin ve tutması en kolay ama yükü en ağır sözü hiç bir kağıda not düşmeyeceğim. söylemek aklımdan bile geçmez. arkadaş sohbetinde adım geçiyor "o mu, bir garip. deli o deli." bu dengesizlik beni yedi bitirdi. senin bir doğum kusuru gibi kendiliğinden kütleşmiş sivri yanların karşısında beni bütün bir dünyaya karşı savunman, sürekli ve sürekli anlatma derdin yordu beni. her şeye karşı bir cevabın var ve gece yarısı gönülden kesilmiş fazla mesailerle yarattığın ikilemden çıkmak mümkün değil: verdiğin cevapları buldun mu, yoksa cevaplandırmak üzere mi sormuştun soruları.
    dolmabahçe, maçka, yıldız. birden önümde yolun iki yanına dizilmiş ağaçlar bitiveriyor. hiç dudak bükmedim o yüzden itiraf değil bunlar ama yine de "demek ağaçları görebiliyorsun" diye sevinişin yanaklarımı kızartıyor. eylülü anavatanı bilmiş birinin ağzından çıktığında ne kadar itiraf gibi bu sözler.
  • kavuran bir yaz günü işlevinden çok sesi olan bir vantilatör önünde iki kitap vede bir çekmece dolusu ıvır zıvır öylece oturuyorken içinde bu günün diğer yaz günlerinden farklı bir gerçekliği olmalı diye geçirdi. elindeki elmadan bir ısırık aldı.çekmeceden eline geçirdiği vergi iade beyannamesini şöylece bir evirip çevirdikten sonrra ait olduğu dönem de yazan tarih dikkatini çekekti 8 temmuz 1994. kerem çiftçi adına emekli sigorta sicil numarası. döneme ait net gelir(üç aylık maaş toplamı) eşi, çocukları ve bakmakla yükümlü olduğu kimseler tek tek özenle yazılmış.
    dedesi kerem çifçi temmuz 1994 de ölmüştü bunu hatırladı birden.. ve dedesinin büyükada da ki kalma ısrarlarını.. annesinin ona yalvarışlarını, dedesinin ölümünden sonra birdaha görmedikleri kedi gaybiye yi, evin arkasındaki at ağılını üskatındaki yemliği ve atların bağlandığı hinto yu düşündü.yazları bu eve gelmek ve burda 1 ay kalmak kerem dedenin homurur gibi konuşmalarını dinlemek diktatör babasından bir an olsun uzaklaşmak 1994 e kadar onun için ayakkabılarını tokuşturup oz ülkesine gitmek gibi birşeydi. 1994 ten sonra da defalarca buraya gelip kalmıştı ama hiç bir zaman bu büyüyü bozan sinyali keşefedememişti.çekmecenin içinde bir kaç manat,bir pusula , hadra yeşilinde bir cüzdan(içi boş) ve birçok not kağıtları vardı.. tek tek hepsini incelemek istemesi bir yana buna vakti de vardı.ama yapmadı..
  • elindeki ekşi yeşil elmadan koca bir ısırık daha aldı ve sundurmaya açılan kapının önüne gidip yarıya kadar çekilmiş pnjurların aralığından bahçeye baktı. yabani dikenlerin sardığı bahçe zakkum çiçeklerinin açmasıyla renklenmiş kerem dedenin özenle kırptığı şimşirler şekillerini kaybetmiş ve çiti andıran görüntülerinin yerini aylak bir çalı topluluğuna bırakmış. sundurmaya açılan kapıyı eliyle yoklayayıp kilitli olduğunu teyid ettikten sonra kapının arkasında menteşe yenında çakılı duran bir çiviyi ve ona uzun bir misinayla bağlanmış olan anahtarıi gördüğünde aldığı tadı, gizlice buluştukları yerdeki ağaca isimlerini kazıyan iki sevgiliden terkedilmiş olanının yıllar sonra orda isimlerini gördüğündeki tad anlatamaz. kerem çifçi’nin müşkülpesentliğinin ince izlerinin takibi onun oyun alanında önemli bir yerindeydi. dedesinin misinalarla kurduğu görünmez kurallar babasının görünen cebri karmaşasının yanında daha zarif ve daha uygulanabilir ve daha katlanırdı. kerem dedenin emir kipinde hiç konuşmamasına ramen onun temkinli havasından ve de insanlar üzerindeki etkisinden hiç bir azalma görünmüüüyordu.
hesabın var mı? giriş yap