476 entry daha
  • ancak çok uzun yıllar sonra arkasından yazabildiğim dostum.

    ***

    hasret ile tanışıklığım, 1986 yılına dayanıyor.

    o yıl, kadıköy anadolu lisesi'nde lise 1. sınıfı, 4-d şubesinde birlikte okuduk.
    yılın büyük bölümünü de aynı sırada, yanyana oturarak geçirdik.
    okulda sınıflar her yıl değişirdi, karışırdı. o yıl şans beni hasret ile aynı sınıfa düşürdü. hasret daha önce 1 yıl kaybetmişti; bizden 1 yaş büyüktü o yüzden.
    açıkçası lisedeki tüm sınıflarım içinde en sıradan insanlardan kurulu sınıfımdı.
    o nedenle o yılı düşündüğümde, hasret dışında pek bir şey hatırlamıyorum diyebilirim. yani hayatımın o yılından kalan bir tek hasret oldu.

    hasret, her sabah sınıfa bağlamasıyla birlikte gelirdi.
    bağlaması, her zaman tüm sınıfın karşısında, öğretmen masasının arkasında,
    duvara dayalı dururdu. yani tüm sınıf bir öğretmene bakardık, bir de bağlamaya.
    zira hasret her gün okul çıkışı mutlaka ya stüdyoya giderdi, ya bir yerlerde birileriyle bağlama çalardı. o yüzden bağlamasından hiç ayrılmazdı. belki bağlaması olmadan okula geldiği olmuştur bir kaç kez, ama inanın hatırlamıyorum. her zaman orada, sınıfta, karşımızda dururdu bağlama. bağlama orada yoksa, hasret de sınıfa gelmedi demekti bu.

    çoook güzel bir bağlaması vardı. özel yapım, özel bir tınısı olan, üzerinde de işlemeler olan bir bağlamaydı.
    sanki o işlemelerin yurtdışında bir yerde yapıldığıyla ilgili bir şeyler anlatmıştı, belki japonya; ama buna emin değilim.
    o zamanlar sınıfta arada top falan da oynanırdı, çocuk yaşta öğrenciler sonuçta. her seferinde hasret sınıftakileri uyarır, "aman bağlamaya dikkat edin" derdi.
    oldukça değerli bir bağlamaydı.

    solcu bir aileden geliyordum. ailemin solcu geçmişi, elbette hasret ile daha yakın ilişkiler kurmamıza neden oldu.
    hasret'in hem yaşça büyük olması (o zamanlar 1 yaş bile önemli farktı), hem de sanatçı kimliği ve ondan gelen gücü, kendimi o dönemde daha az yalnız hissetmemi sağlamıştı.
    sonuçta sohbet edecek, birlikte bir şeyler paylaşabileceğim, içindeki sıkıntıları anlayabilecek bir insan buluyorsun. o yıllarda hele, bu bayağı bir zordu.

    hasret ile politika konuşurduk zaman zaman.
    çok teorik konuşmalar değildi bunlar, memleketin o günkü halini konuşurduk genelde. anap iktidardaydı o yıllarda. ortak tepkimiz de 12 eylül ve onun devamı niteliğindeki anap iktidarına karşıydı.

    o yıllarda arif sağ da shp milletvekili idi. hasret de arif sağ ile görüşür, onla saz çalar, sohbet ederdi. onun hakkında hep överek konuştuğunu, onunla yaptığı sohbetleri heyecanla aktardığını iyi hatırlıyorum.

    örneğin bir rakı masasında, arif sağ'ın istanbul'a, “istoş” demesi çok hoşuna gitmişti, onu anlatmıştı. sık sık “istoş” derdi istanbul’a...

    bir de mecliste arif sağ'ın sağcı milletvekillerine meydan okuması, ağzına çok yakışan küfürler savurmasını keyifle anlatırdı hep.

    sınıfta gerek boş geçen derslerde, gerekse de teneffüslerde hasret ile sohbet ederdik. genellikle sınıftan bazı insanlar da katılırdı bize.
    hasret dolu dolu sohbet eden biriydi. bizim 15 yaşımızın yüzeyselliğine karşın, onun hem hayat deneyimi, hem sanat deneyimi çok dolu doluydu. o nedenle genelde o anlatır, biz dinlerdik.

    bu arada hasret her gün okula sadece bağlamasını değil, bir de cumhuriyet gazetesini getirirdi. liseye gazete getirmek, hele dönemin en solcu gazetesini getirmek bile bir kendine güvenin ispatı ve meydan okumaydı o zaman.
    hasret ile her günün cumhuriyet'ini birlikte okuduğumuzu, haberlere yorumlar yaptığımız hatırlıyorum.

    kadıköy anadolu lisesi, çok baskıcı ve sağcı bilinen bir okul olmamıştır hiç bir zaman. hatta 1980 öncesi solun kale okullarından biri olarak bilinirmiş.
    bizim dönemizde de organize bir baskı olmadı sol eğilimli öğrencilere karşı.
    ama dönemin ruhunda baskı vardı.
    buna rağmen hasret sağlam duruşuyla hep güven verirdi bize.

    okulda hasret'e özel bir saygı gösterildiğini de biliyorum.
    öğretmenler, yöneticiler, onun özel bir yetenek olduğunu bilir ve başarılarından okulu haberdar eder, onu onore ederlerdi.

    birlikte sigara da içerdik diye hatırlıyorum ama çok net değil bu anım.
    o yıllarda ben de başlamıştım sigaraya, o da içiyordu yanlış hatırlamıyorsam.
    okulun tenha köşeleride birlikte sigara içtiğimizi hatırlıyorum.

    hasret, tabi ki bağlama da çalardı bize.
    bir kaç kez tüm okulun bir arada olduğu organizasyonlarda bağlama çaldığını hatırlıyorum. ama biz daha şanslıydık, çünkü hasret bizim sınıfımızdaydı.
    çok sık değil, ama bazen çalardı.
    benim babam da bağlama çaldığı için, çocukluktan daha aşinalığım vardı bağlamaya ve halk müziğine.

    hasret'in bağlama çalması, tek kelime ile büyüleyiciydi.
    işte o zamanlar kaç yaşındaydı? 16 falan olmalı. o yaşında bir virtüöz kabiliyeti vardı.
    bağlama çalarken, bağlamayı yücelttiğini, ona büyük değer verdiğini anlardınız.
    benzer bir duyguyu sonralarda tanıştığım erdal erzincan'ı dinlerken de hissettim mesela. ama hasret bambaşkaydı. bir insanın çaldığı enstrüman ile bir olduğunu ilk onda gördüm ben. sonra da pek göremedim zaten.

    hasret bize bağlama çalarken, çok fazla türkü söylemezdi, genelde enstrümantal çalardı. bazen, yeni bir beste yaptıysa ancak, "bu türkü nasıl olmuş?" diye sorar ve dinletirdi. o nedenle bugün hasret’in vokalinden çok, bağlamasını hatırlıyorum.

    ben trakyalı olduğum için, bizim halk müziği ve bağlama kültürümüz farklıdır.
    benim dinleyerek büyüdüğüm bağlama, hasret'in anadolu tarzından farklıydı.
    hasret ile en anadolu halk müziğini tanımaya başladım. hele şelpe tekniğini falan hiç duymamıştım. hoş, o zamanlar kimse bilmezdi zaten.
    yanılmıyorsam hasret bu şelpe tekniğini kitlelere tanıtan ilk isimdi.

    o yıllarda alevi/sünni ayrımını bilmezdik pek. hasret'in alevi olduğunu bilip bilmediğimi bile hatırlamıyorum mesela. önemli olan ne olduğu değil, ne düşündüğü, ne yaptığıydı. fikirleri, dobralığı, sanatı daha önemliydi.
    aynı şekilde türk-kürt kimliği üzerine konuştuğumuzu, onun herhangi bir vurguda bulunduğunu da hatırlamıyorum.

    hasret, ilk kasetini o yıl çıkardı (gün olaydı).
    o zamanki moda sinemasında bir de resital vermişti.
    biz de oradaydık.
    insan 15 yaşında, sıra arkadaşını bir sürü insanın önünde, sahnede görünce gurur duyuyor tabi ki.

    konserden hatırımda kalan, hasret'in daha ziyade türkü söylemesiydi.
    ne yalan söyleyeyim, ben hasret'in sadece bağlama çalmasını o kadar çok seviyordum ki, türkü söylemesi bağlamayı arka plana ittiği için çok hoşuma gitmiyordu.
    bize çaldığı zaman arkada vurmalılar, elektronik altyapılar falan olmazdı. yani eski tarz, yüzlerce yıldır çalındığı gibi çalar, nadiren de söylerdi.

    benzer duyguları erdal erzincan için de taşıyorum diyebilirim. erdal da ne zaman (kendisinin de sevdiği gibi) sadece bağlama çalsa, bambaşka şeyler çıkıyor ortaya.
    ama genel halk müziği dinleyen kitlenin de türkü sözleri ve vokal duymak istediğini iyi biliyorum)

    sonuç olarak ben hasret'i, sadece kendi istediği gibi müzik yaparken dinlemiş/izlemiş olduğum için onun o müziğini çok özel ve farklı bulmuştum.

    albüm, hasret dünyasının ancak küçük bir bölümünü yansıtıyor gibi gelmişti bana. onun o albümden çok daha fazlası olduğunu düşünüyordum.
    bugün de, yaptığı tüm albümlerin bile, tüm hasret gültekin'in ancak küçük bir bölümü olduğunu düşünüyorum ve onun verebileceklerinin eksik kalmasına ayrıca üzülüyorum.

    bu ilk albümde benim en beğendiğim yorumu, "dersim dört dağ içinde" türküsüydü.
    bu türküyü de ilk defa ondan dinlemiştim zaten. başka yorumu da keyif vermedi sonra...

    hasret'in dersleri pek iyi sayılmazdı. okulla, derslerle bağı oldukça zayıftı. o kendini müziğe adamıştı.
    hatırladığım kadarıyla o yıl sınıfı geçemedi ve ertesi yıl da okulda olmadı bu nedenle.
    sanırım kadıköy anadolu lisesi'ndeki son yılıydı birlikte geçirdiğimiz.
    bir sonraki sene onun yokluğunu hissettiğimi, okuldan ayrılmış olmasına üzüldüğümü iyi hatırlıyorum.

    biz o yıldan sonra hasret ile görüşemedik bir daha.
    basından ve yeni albümlerinden takip ediyordum yalnızca.

    sonra o kara gün yaşandı.
    sivas'ta olaylar olduğunda, evde televizyon izliyordum.
    sivas'ta olaylar çıktığı haberlerinden sonra, ilk altbant yazısı geçti:
    olaylarda ölenler: hasret gültekin.
    ilk onun ismi geçti.
    zaten başta bir kaç kişinin ismi ancak geçiyordu.
    başımdan aşağı kaynar sular döküldüğünü hatırlıyorum.
    sadece o gün değil, çok uzun zaman üzerimdeki etkisi sürdü.
    benim için ve bir çok kişi için, o gün hayatın akışının değiştiği bir gündü.
    belki önceki kuşaklar maraş'ı, çorum'u, malatya'yı yaşadığı için bu travmayı biliyorlardı.
    ama bizim kuşağımız için sivas, ardından da gazi mahallesi, yaşadığımız coğrafyanın gerçekleriyle yüzleşme oldu.

    öfkenin dizginlenmesi gerektiğine inanırım genelde, bir çok zaman, en azından bir süre geçtikten sonra, bunu başarabiliyorum.
    ancak sivas ve hasret aklıma geldikçe, halen bastıramadığım bir öfke var içimde, itiraf edeyim.
    bunun nedeninin sadece hasret'i tanımış olmak olduğunu da sanmıyorum.
    belki de bir insanın ötesinde; duruşuyla, sanatıyla bir örnek teşkil etmesinden dolayıydı bu.
    yani bir insanın yok edilmesinin ötesinde; bu kadar değerli bir örneğin yok edilmiş olması bu öfkeyi canlı tutan.

    hasret o yıllarda işçi partisi ile birlikte hareket ediyordu. kaybından bir kaç yıl sonra, partinin onun anısına bir kitap hazırladığını okumuştum. bir gün beyoğlu’ndaki parti merkezine gitmiştim kitabı almak için. o gün kitabı gördüm, ancak alamadım; çünkü o kadar para yoktu cebimde. öğrencilik yılları...
    kitabı orada okumuştum mümkün olduğunca. o kitapta hasret ile çekilmiş bir fotoğrafımız da vardı: okulda, bir sırada (en arka sıra) üç kişiydik. ikimiz ve yanımızda ibrahim diye bir arkadaşımız...

    hasret’ten geriye bir çok anı, bir çok tını ve bir de bu fotoğraf kaldı işte:
    https://twitter.com/…gi_/status/1410720725527302147
89 entry daha
hesabın var mı? giriş yap