77 entry daha
  • bir süre önce hipnotize olmuş şekilde instagram keşfette takılırken bir yüzük resmine denk geldim. bir tektaş resmi, ama taşı minicik. yani gerçekten minicik. öyle yapılmış, yani minimalist ve sade olsun diye özellikle küçücük seçilmiş taşı. çok zarif buldum, resmi paylaşan hesabın diğer resimlerine de bakmak istedim. danimarkalı bir kuyumcunun instagram hesabıymış. adamların envanterindeki bütün tektaş yüzüklerin taşı minicik. en büyüğü 0,25 karat falandı ve bu bile gerçekten çok çok büyüktü diğerleriyle kıyaslandığında.

    yorumlara baktım, danimarkalı kadınlar kendi dillerinde "fiyatı ne kadar", "online alışveriş mümkün mü", "dükkanınız nerede" gibi sorular sormuşlar. sonra başka bir şey daha gördüm. benim gibi resmi keşfet'te gören amerikalı kadınlar hesaba üşüşmüşler. yazdıkları yorumlar şu şekilde:

    "ahaha kim böyle bir yüzüğe evet der ki"
    "şaka gibi, bununla biri bana evlenme teklif etse kıçına tekmeyi basarım"
    "hangi zavallı kadın bunu kendine yedirebilir" (kahkaha atan smayli)
    "çok şükür bu kadar umutsuz değilim" (şeytan smayli)

    ve bazıları arkadaşlarını etiketleyip şöyle yazmışlar:

    "andrea, bir de kendininkine küçük diyordun, şuna bak taşı görmek için mikroskop lazım ahahaha" (kahkaha atan smayli)

    bütün bu yorumlara rağmen (ülkelerindeki şahane eğitim sistemi sayesinde ana dilleri gibi ingilizce bilen) danimarkalı kadınlar da, hesabın danimarkalı sahibi de tenezzül edip bu saçma yorumlara cevap yazmamış.

    amerika bu işte. her şeyin daha iyisini, daha büyüğünü hakediyorsun. bir şeyin daha büyüğünü alabileceksen mutlaka almalısın, almıyorsan enayisin. bilenler bilir, amerika'da bu ablaların normal kabul ettiği büyüklükteki tektaşlar minimum 1 karattan başlar. bunun altında bir yüzükle evlenme teklif edildiyse mutlaka ama mutlaka ilerki yıllarda o tektaş upgrade edilmelidir. (tiffany gibi firmaların böyle upgrade olanakları vardır mesela. ) elmas da türkiye'deki ve avrupa'daki kadar pahalı bir şey değildir.

    neyse. konumuz tektaş değildi, çok açıldık.

    the little book of lykke diye bir kitap okumaya başladım geçenlerde. kopenhag'daki mutluluk enstitüsü tarafından basılmış. toplumlar nasıl mutlu olur, kollektif mutluluğa erişmek için neler yapabiliriz sorularına cevap arayan bir kitap. belki çoktan türkçesi çıkmıştir bile, bir bakın isterseniz. yazarı meik wiking. kitabın yazılma sebebi ise danimarka'nın dünyanın en mutlu ülkeleri sıralamasında hep birinci çıkması. adam kendi ülkesinden örnekler vererek danimarkalıların neden genel olarak daha mutlu ve huzurlu olduğunu anlatıyor.

    kitabın bir bölümü danimarkalıların alışverişe ve paraya yaklaşımlarına ayrılmış. çok detay vermeyeceğim, ama adam şöyle yazmış: danimarka'da conspicuous consumption yani çarpıcı, belirgin, göze batan harcamalar ayıplanır. bir insan ne kadar zengin olursa olsun çok pahalı olduğu dışardan belli olan şeyler giyiyor, yapıyor ve takıyorsa toplum tarafından dışlanır. hatta şöyle bir şey de diyor:

    danimarka'da çok çok pahalı bir araba satın alıp plakasına da "success" yani başarı yazdırırsanız insanların arabanızı anahtarla çizmelerini garantilemiş olursunuz.

    oysa amerika'da kazandığın parayla, arabanla, gittiğin tatille övünmek o kadar normal bir şey ki. kadınlar otobüste, mağazalarda falan birbirlerinin tektaşlarına bakıp "wow, ne kadar da büyük, çok güzelmiş, şanslı bir kadınsın" diye birbirlerine iltifat ediyorlar. çok normal bunlar. tekrar tektaşa döndük, ama baştaki hikaye aslında bu yaklaşım farkını çok güzel açıklıyor. amerikalı kadınların taktığı kadar büyük tektaşlar danimarka'da yok. danimarkalıların parası olmadığı için değil. öyle şeyler takmadıkları, takmak istemedikleri için yok. bu kadar basit.

    ve danimarkalılar mutlu. amerikalılar mutsuz.

    yanlış anlaşılmasın, amerikalılardan çok şey öğrendim ben. 27 yaşıma kadar türkiye'de öğrenemediğim şeyleri özellikle. rahat olmayı ve davranmayı mesela. başardıklarımdan güven duymayı, kendimi eksik görmemeyi, daha çok çalışmayı öğrendim. doğal olmayı öğrendim, kasmamayı, içimden geldiği gibi davranmayı ve yaşamayı öğrendim. sürekli yüzüm asık gezmemem gerektiğini, sokakta tanımadığım insanlara gülümsemenin, sohbet etmenin gayet normal (hatta beklenilen) bir şey olduğunu öğrendim. kurallara uymanın, dürüstlüğün önemini öğrendim. sınav yaparken öğrencilerimi sınıfta 20 dakika yalnız bıraksam bile asla kopya çekmeyeceklerini öğrendim mesela.

    bir de, paranın mutluluk getirmediğini öğrendim. hayattaki başarıyı kazanılan parayla ölçmenin anlamsızlığını öğrendim. hep daha fazlasını istemenin ve kıyasıya rekabetin tatminsizlikten başka bir şey getirmediğini öğrendim. amerikan rüyasından öğrenebileceğimiz çok şey var, yeter ki bakmayı, görmeyi bilelim.
42 entry daha
hesabın var mı? giriş yap