• uçak denilen o büyük demir kütle ile birlikte ilk defa havalanıyor olmak çoğu insan için ayrıcalıklı ve unutulmaz bir deneyimdir sanırım. benim ilk uçakla tanışmam beleş bir yolculukla oldu. hem de sizin, annenizin, babanızın verdiğiniz vergilerle, sizin paranız sayesinde! ama sorun bakalım neden?

    efendim; biz üniversitedeyken atatürk barajına su toplayan havzaların ağaçlandırılması ve dolayısıyla erozyonla mücadele için üniversite (ağırlıkla istanbul üniversiteleri) öğrencilerinin gönüllü olarak katıldığı büyük bir ağaçlandırma kampı organze edildi. (bkz: yesil öncü gap ağaçlandırma kampı) organizasyona sponsor olan çeşitli firmalar son anda su koyuverince iş askeriyeye ve başbakanlığa kaldı.

    başlangıçta yolculuklar otobüsle planlanmıştı. hatta biz gitsek mi gitmesek mi kararsızlığı içinde ve biraz da o dönemki termodinamik dersinin kastırması sebebiyle gitmeme yönünde bir eylemsizlik gösterip son günün sabahı giden arkadaşları ellerinde bavullarla, hele bir de ulusoy’un çift katlılarının kendileri için tahsis edildiğini görünce, derin bir kedere gark olduk. fakat gelin görün ki o da nesiydi? otobüs gidişleri iptal olmuş, son dakikada uçaklar tahsis edilmiş ve yolculuk bir gün sonrasına kalmıştı. yani pişman olmuş biz ağaçlandırma gönüllülerine gün doğmuştu! “uçakla gidiliyomuş olum, atlayalım gidelim anasını satayım, süper işte” türü sefil ve materyalist muhabbetlerimizi bu safhada kendime saklamayı uygun buluyorum.

    benim gibi birçok arkadaşımın ilk uçak yolculuğu bu organizasyon sayesinde mesut babanın kıyağıyla olmuştur sonuçta. (aslında kendisini günahım kadar sevmememe rağmen bu olayda mesut yılmaz'ın hakkını teslim etmem gerekir. hoş kendi cebinden vermemiş başbakanlık bütçesiyle thy’den kiralamıştır uçakları ama yine de biz teşekkürümüzü iletelim.)

    uçağımız (sanırım md-80 tipi) mcdonnell douglas idi. şimdilerde mesleğim icabı çok sık uçak seyahati yapar oldum ama o ilk kalkıştaki koltuğa yapıştıran kalkış ivmesini artık hiçbir uçuşta hissedemiyorum. o ilk uçuşta, pilot amca “bu gençlerin çoğu uçağa ilk defa biniyor, dur şunların bir aklını alayım” diyerek önce gaza yüklenip sonra mı frenleri bıraktı yoksa o uçakların özelliği miydi bilemiyorum. “ilk kez uçtuğundan sana öyle gelmiştir, olmaz öyle koltuğa yapışma filan, ferrari mi kullanıyorsun hemşerim” diyenlerinizi de duyar gibiyim. o da olabilir tabi, takılmayalım o zaman bu koltuğa yapışma mevzusuna!

    ilk uçuşta yalnız olmak güzel bir şey olmasa gerek sanırım. yanınızda uçaktan gelen sesleri analiz edip yorumlayabileceğiniz, “nasıl havalanıyor bu koskoca şey be, vay anasını!” muhabbeti yapabileceğiniz bir arkadaşınızın olması çok daha keyifli oluyor. tabi bir de, siz de hafiften tırstığınız fakat hissettirmediğiniz haldeyken yanınızda korkusunu saklayamayan arkadaşınızla daşşak geçmenin zevki var ki, bambaşka.

    uçak işin bahanesi oldu tabi. netice itibariyle kendi adıma 10 günlük kamp suresince bir sürü fidan dikip meşe palamudu ekerek en azından, “kedi olalı bir fare tuttum” hissiyatıyla eve döndüm. fidan zaten hazır olarak dikiliyor da peki meşe palamutları nasıl ekiliyor? her çukura üç meşe palamudu tohumu üçgen şekilde yerleştirilip toprak öyle kapatılıyor ki, tohumlardan birisinin mutlaka tutma şansı olsun. her çukura üç tohumu bir ekim saymayıp, misal 500 çukura attığı 1500 tane tohumu “1500 ağaç diktim” olarak telaffuz eden arkadaşları da tanıdık bu gezide tabi. ama onları da sevdik, hoş gördük. zira matematikleri zayıf olsa da doğa sevgileri evlaydı bizler için.

    termocu* da gap gezisine gidenlere kıyak yaptı bu arada, cillop gibi geçtik termodan da.

    biraz ‘bu da böyle bir anımdı’ tadında oldu ama, idare ediverin artık.
  • yıllarca uçağa binmek isteyip de bir türlü denk getirememiş birisi olarak, bugün itibariyle zevk içinde başıma gelendir.

    ankara dönüşü otobüsle 6-7 saat yol çekmek çok zor geliyordu ve artık buna bir dur demeliydim. sakarya caddesi'nin başına çıktığımda tabelayı gördüm ve gazı da alıp girdim direk uçak biletçisine. sordum, x lira, ver dedim, ver, ver sabahlar olmasın. son parammış zerre önemi yok, binecem kardeşim nedir yani ama.

    2 gün geçti, kızılay'da otururken, arkadaş az önce ne dediğimin farkında olup olmadığımı sordu. "uçağımı kaçırcam, çabuk olalım" demişim. peh. laflara kes.

    uzatmayayım, geldim havaalanına. zaten iyice geç kalmışım. sevgili polis kardeşlerimiz otobüsü durdurup tek tek kimlikleri topladılar. onları kontrol ettiler. canlarım benim. hemen girdim içeri. havayollarının metro turizm'i pegasus ile gideceğim. en ucuz o elbet. pegasus'un dattirisini ararken fransız filmlerinden fırlamış bi kız geldi;

    -nasılsınız? ben biletinizi halledeyim hemen.
    +bence geç kaldım ben.
    -kalmadınız ama kalmak üzeresiniz.
    +o zaman cam kenarı istiyorum desem artık bi anlamı yoktur.
    -biliyorum, zaten cam kenarı, bakın.
    +oa ne güzel!

    böyle mutlu mutlu girdim havaalanına. bu sefer hayatı tuhaflaştıran vapur değil uçaklar. "10 min delayed" oldu bizim uçak. sonra bindik. bu arada istendiğinde uçağa kaynak yaparak girmenin tribüne girmekten daha kolay olduğunu farkettim. bi' ara denerim.

    oturdum, sol taraf önden 4. sıra, cam kenarı. önüme bakıyorum acil durumda yapılması gerekenler bilgisi. saliseler içerisinde dövüş kulübü ve chuck palahniuk geliyor aklıma. ama hafiften tırsma durumları başlamış minik minik. hostes kaza olduğunda n'apılacağını gösteriyor. zaten kafamdan tek geçen düşersek nasıl öleceğim, zevkli olsun bari. hani uçaklar %50 düşüyolar zaten gibi geliyor bana. sonra geri geri gitmeye başlıyor uçak sollu sollu. o sırada insanlar "ahaha yolumuz da çok uzun" geyikleri yapıyolar. bernard'ım black'im gibi bakıyorum onlara. bu arada istanbul'a gidiyorum belirteyim. yarım saatçik.

    sonra pozisyonu alıp veriyor gazı pilot. hmm diyorum sadece. hmm. derken başlıyoruz havalanmaya, 5-10 saniye içerisinde her şey küçülmeye başlıyor. minicikleşiyor. koca koca yollar kayboluyor sanki. yeşilliklere bakıyorum yollar arasında kare kare kalmışlar, amerikan filmlerindeki gibi. iyice kalkıyor uçak, ısrarla yükseliyor. gözümü kırpmadan izliyorum her tarafı.

    beklediğim an geliyor, bulutlar! evet bulutlardayız. her taraf bembeyaz oldu. n'olcak şimdi. pilot nasıl görüyor lan önünü. oh bi' de hafif titriyor uçak. mikrofon açılıp kapanma sesi geliyor ve sola doğru, yani ben aşağı bakacak şekilde, iyice yatıyoruz. tamam diyorum, buraya kadarmış bu hayat. kısfmet. sonra bi' bakıyorum, bulutların üstüne çıkıyoruz!

    oh bebek, işte hayatımda en zevk aldığım manzaralardan birisi daha gerçekleşiyor, bak! böyle bembeyaz karlı bir günde, yüksek bir yerden izlersiniz ya, her taraf bembeyazdır. pamuklu beyaz havlulardan serilmiş sanki bütün semaya. yok artık, böyle güzel bir görüntü olamaz. işte bunun gibi mesela: http://tinyurl.com/2bvn74m

    derken iki tane hafif gri bulutun çarpışmasına tanık oluyorum sanırım. o manzara karşısında azcık olan korkum da tamamen gitmiş. pilot açıyor mikrofonu, diyor ki; gecikme için kusura bakmayın. diyor ki; 283 km/h ile gidiyoruz ve 15-16 bin feet'teyiz. dışarısı şu an -29 derece. niye ya diyorum, niye -29 derece. kaza yapsak zaten havada donarmışız kasmaya gerek yokmuş.

    uçağa bineli olmuş 10 dk. falan hemen hemen. diyor ki hoparlördeki ses, aşağısı eskişehir, inişe geçiyoruz. ne demek inişe geçiyoruz kardeşim. eskişehir'den inişe mi geçilir. derken bir bakıyorum deniz, göl, su, öyle bir şeyler. oha ne güzel dememe kalmıyor, 5-10 dk içerisinde altımdaki şeyin heybeliada olduğunu farkediyorum. derken sahil falan, apartmanların hemen üstünden geçiyoruz ve hooop iniyoruz. hani nerde alkışlar, ahaha alkış patlatmak istiyodum lan ben, birisi başlatsa direk üçlüyü girecektim. pilotcağız ya alkış bekliyorsa, şimdi üzüldüyse. derken reklamlar başlıyor uçakta hoparlörden. burda da mı be.

    geldik lan. az önce ankara'ya tam da daha çok alışmaya başlamıştım. zaten çok hoşuma giden bir yer. sabiha gökçen'de sigaramı içip bi otobüse biniyorum. istanbul trafiği, sonra metrobüs trafiği, sonra otobüste herkesin kavga etmesi, birbirini yemesi. ankara'yı neden sevdiğimi anlıyorum, onu da ankara başlığına yazayım en iyisi. yarım saatlik uçak yolculuğum 3 saatlik ev yolculuğuyla noktalanıyor.

    özetle herkese tavsiye ediyorum uçak yolculuğunu. bulun bi' uçak binin valla çok güzel.

    en çok üzüldüğüm ise şu bestenin benim için bundan sonra daha az anlam ifade edecek olması oluyor:

    "hayatımız otobüste, trenlerde geldi geçti
    bu taraftar bir gün olsun, hiç uçağa binemedi
    yılmaz başkan! duy bu sesi
    uçak kaldııır uçur bizi
    oo o o oooooo..."

    o değil de bulutlar çok güzeldi ya.

    düzeltme: prologue'nin uyarısına göre hızımız 283 km/h değil 683 veya 783 km/h imiş büyük ihtimalle. ayrıca inişe geçiyoruz değil, iniş için alçalmaya başlıyoruz dermiş pilot bey amcalar. bizimki işte fazla basınçtan (bunun doğrusu da düşük basınç olabilir) öyle hatırlıyoruz demek ki hehe.
  • 34-35 yaşlarındaki arkadaşım hayatında ilk kez uçağa biner.
    yanında da 4-5 yaşlarındaki oğlu.
    baba gayet heyecanlıdır, olup biteni anlamaya çalışır.
    cam kenarındaki çocuk babasına döner ve

    çocuk- baba çok mutluyuum, hayatımda ilk kez uçağa biniyorum.
    baba- (iç ses) allah belanı !!!
  • askere giderken deneyimlenirse hiç bir şey anlaşılmayan şeydir. neye gerileceğini bilemezsin, van erciş'e gittiğine mi yoksa uçağın neden sallandığına mı. ikincisi ise dönüş yolculuğudur yine binbir sevinç içerisinde bir şey anlamazsın sadece uzun gelir. şahsen uçaktan, uçmaktan korktuğumu 3.yolculuktan sonra anladım, halen korkmaya devam ediyorum. o yüzdendir hosteslere sapık gibi bakmam, yüzlerinde her şeyin iyi gittiğine dair ifadeler ararım hep.
  • nereye gidildigi onemlidir. eger gidilen yerde uzun bir sure kalinip sevilmediyse "ulan binmeseydim ucaga, eksik kalsaydim" gibisine seyler soylenilebilir. ilk ucak yolculugu lanetlerle, kotu kelimelerle anilir. ilk opusme gibi. boyle bir heyecan falan filan olur ondan sonra sonsuza kadar beraber olacaginizi falan sanirsin, ama olmayinca olmaz. bittigi zaman da belki tiksinerek belki kotu anilarla belki pismanliklarla anarsin ilk opucugunu. evet bence de, ilk opusmenin ilk ucak yolculuguyla bayaaaaaaaaaa bir baglantisi varmis.
  • 8000 km mesafe giderek daha ilk seferden ucak arsizi olmami saglamis aktivite.

    -make izmirdeki ofise kurulum yapilacak, gitmen gerekebilir. otobus bileti bakiyoruz simdi, sen de ayarla kendini ona gore.
    +ucak baksak ?

    tabii insan lost yuzunden tirsmiyor degil.
  • ilk kez, işe başladığımda eğitim için başka bir şehre gitmek üzere uçağa binmiştim. kalkıştan kısa süre başlayıp inene kadar devam eden bir sallantı başladı. uçakta kusanlar ve yüksek sesle bu ne ya noluyo diye konuşmaya başlayanları da görünce ben de iyice panik olmaya başladım. neyseki yanımda oturan iş arkadaşım- ki sonradan en iyi dostlarımdan biri oldu- bana "hiç bişey yok bunlarda ilk kez biniyor heralde ondan korktular, sen rahat ol uçak dediğin böyle bişey, bu sallantı yine iyi normalde daha çok sallanır" dedi. ben de yolculuğu bu inançla gayet rahat bişekilde tamamladım. indiğimizde gerçeğin hiç de öyle olmadığını anlamıştım ama sonraki uçak yolculuklarımın hiçbiri ilki kadar kötü geçmediğinden artık her duruma hazırdım. gerçi sonrasında antalya üzerinde 45 dakika dönüp, panik olmayın ama iniş takımlarımız açılmıyor ondan inemiyoruz açılıcak inşallah sayın yolcular diye anons yapan bir pilotla da yolculuk yaptım ama hiçbiri ilki kadar iz bırakmadı.
  • kanat hizası ve koridordan bilet alınırsa, uçağın kanadına çakılmış levhalar ve puntolarını yeryüzü şekilleri zannettirebilecek kadar gergin bir uçuştur.
    ilk uçucuya tavsiye, koltuğunuzu ilk on sıra cam kenarı isteyin check-in esnasında.
  • eğer çok küçükseniz (örneğin üç buçuk yaşında) ve ilk binişinizde yemekler servis edilirken türbülansa girmişse ve yemek boyunca sürekli sallanıp durduysanız, ikinci binişinizde yine yemek servisi başladığında, "aha yine sallanmaya başlıyacaz" dersiniz. (bkz: kızım)
hesabın var mı? giriş yap