• müstesna bir örneğiyle karşılaştım bugün. sözlükteki tanımı için daha iyi bir örnek bulamazsınız demiyorum çünkü yaşadığımız ülke bu konuda her gün kendini aşıyor.

    hatırlamayanlar için öncelikle (bkz: 8 temmuz 2018 çorlu tren kazası)

    kazanın ardından inceleme yapılması için görevlendirilen bilirkişi prof. dr. sıddık yarman raporunda ulaştırma bakanlığı ve tcdd'yi suçsuz bulmuştu. buraya kadar bir şey diyemeyiz. uzman olduğunu kabul ediyorsak raporuna da saygı duyar, doğruluğunu kabul ederiz. ama bunu ideal bir ülkede yapabiliriz, yaşadığımız coğrafyada her şeye ama her şeye şüphe ile yaklaşmamız gerekiyor.

    çünkü bu sabah facianın yaşandığı hat için (uzunköprü-halkalı) ihale yapıldı ve bu ihaleye katılıp teklif veren firmalardan biri savronik. bilin bakalım yönetim kurulunda kim var? ben söyleyeyim, prof. dr. sıddık yarman. ihale sonucunu önümüzdeki hafta öğreniriz muhtemelen. memleketimize şimdiden hayırlı olsun.
    aslında etikten bahsedecektim ama komik duruma düşmemek için susuyorum. bu kokuşmuşluğun, yozluğun, çöküşün içinde kim takar ahlaki değerleri.
  • binlerce yıldan beri onlarca medeniyet yaşamış bu yamuk dörtgenin içinde. eteklerindeki zenginlikleri döküp gitmişler, giderlerken. bilmeden kullandığımız deyimlerde, bakmadan ezdiğimiz kilimlerin desenlerin, renklerinde, yazmaların oyalarında, halk hikayelerinde, nedenini bilmeden inandığımız batıl inançlarımızda izleri var o kültürlerin. o izler de siliniyor artık. üstlerinden loğ taşı geçmiş gibi düzlenip yok oldular.

    televizyondaki müzik kanallarına şöyle bir takılın, bakın en çok kimler dinleniyor. sesinin dört oktav olduğu söylenen adam türkü söylemiyor; "bebeğimmmm, seni senden çok sevdimm bebegimmmm" diyerek gırtlak nameleri yapıyor. millet, "bas bas paraları leyla'ya, bi daha mı gelcez dünyaya?" ile kendinden geçiyor; "sende kaldı bende kaldı" diyen yarı çıplak hatunun detone sesinden, gözleri bacak arasına odaklanmış olarak, bilmem neresinin kimde kaldığını anlamaya çalışıyor.

    halkımın korkutucu bir çoğunluğu "bana bulaşmayan yılan bin yaşasın" sözünü düstur edinmiş. televizyonda en çok izlenen programların başında show haber geliyor. iştahla küçük kızlara tecavüz eden öğretmenlerin, hastasına sarkan doktorların, çocuğunu zincire bağlamış, annesini pislik içinde yatıran ailelerin, vahşice öldürülen hayvanların kanlı görüntülerini seyrediyor.
    iş yerinde her gün kapıda, asansörde karşılaştığım insanlar bir "günaydın"ı esirgiyorlar. ben dediğimde ise, yüzüme dikilen bakışlardan kendimi ayıp bir şey söylemiş gibi hissediyorum. sifonu asla çekmek gibi bir alışkanlığımız olmadığı ve kendimizden sonra gelen, önümüzden giden insanlara karşı hiç saygımız olmadığı için, hacetimizin kalınlığı konusunda da bayağı bir fikir sahibi oldum.

    yolda yürürken nereye bakacağımı bilemiyorum. aşağı baksam "harrkkk tuu!" diyerek sallanan balgam parçaları. karşıya baksam apış arasını avuçlayarak gelen adamlar.
    etobur bir milletiz. ister iki ayaklı ister dört ayaklı olsun iştah aynı iştah değişmiyor.
    adil miyiz, dürüst müyüz, vicdan sahibi miyiz, erdemli miyiz? ikinci dünya savaşı'nı ve özellikle de musevilere karşı yapılan soykırımı anlatan filmlerde, yıllardır yan yana evlerde yaşadıkları komşularını almanlara ihbar eden, sonra da komşularının mallarını yağmalayan insanları izlerken, geçmişi tertemiz bir ırkın ahvadı olmanın vurdum duymaz tavrını takınıyoruz.

    oysa ki, geçtim gayri müslüm komşularını ihbar edenleri, mal satmayanları (ben bunlara tanık olmadım) mahallede hangi komşusuna hangi gazeteyi dağıttığını, belli bir görüşün adamı olan bayiye jurnalleyip, çocukken birlikte üç tekerlekli bisiklet arkasından koşturduğu, aynı sırayı paylaştığı arkadaşlarının, ilkokul öğretmeninin dövülmesine hatta bir kısmından bir daha haber alınamamasına neden olan insanları biliyorum.

    nerdeyse 30 yıldır aynı mahallede komşuluk yapan insanların, çocukları çocuklarıyla oynayan komşularını sırf alevî oldukları için, evde yasak yayın saklıyorlar diye ihbar edenleri biliyorum.
    sana'nın, tüp gazın, şekerin bizleri kuyruğa dizdiği yıllarda, kendi kırk yıllık bakkalımız değil miydi stok yapıp, iki kat fiyatla bize satan. ikinci dünya savaşı yıllarında stokculuktan köşeyi dönen şark kurnazları kimlerdi?

    insanların hangi müziği dinlemeleri, hangi resmin karşısında kendinden geçmeleri, hangi kitapları okumaları, neleri seçerlerse beyazlaşıp, nelere gönül kaydırırlarsa kararacakları, bir çoğumuzun farkında, bir kısmımızında farkında olmadığı eğitim propagandası ile zihinlerimize mıhlanmış olabilir. bunların dışında, erdem sahibi, sevecen ve iyi niyetli bir insan olarak yetişmemizde, nasıl bir maya çalınmış ki hamurumuza ekşiyip bozulmuşuz.

    ben arabesk dinlemiyorum, zorla değil ya bana hitap etmiyor. ama dinleyene de yan gözle bakmıyorum. tahammül edemediğim, ben geceleri kimseyi rahatsız etmemek için kulaklıkla müzik dinlerken ya da pencereyi açtığımda radyonun sesini kısarken, alt kattan, üst kattan, yan komşudan sesi sonuna kadar açılmış müzik setinden değil sadece ankaralı turgut'un, kibariye'nin, deep purple'ın, lenny kravitz'in, mozart'ın da, dalga dalga gelip odamı işgal ederek, keyfimi iğfal etmesi. bu terbiyesizliği çankaya'da oturan da yapıyor, cebeci'de oturan da, keçiören'de oturan da.

    trafikte yol kesen, yol kapan, hiç bir kurala uymamayı zekâsal özür değil, bilâkis marifetten sayan, bu kadar tembel bir millet olmamıza rağmen nedense direksiyon başında tez canlı kesilen, kendi yaşamından başka hiç bir canlının yaşamına saygısı olmayan bu insanlara tahammül edemiyorum.

    insana yatırım yapmayan, yetiştirdiği insanların emeğine saygı duymayan, düşünen ve üreten insanlar yerine, her söylenene biat eden insanların yükseldiği bir ülke oldu çıktı burası? hep mi böyleydi, ben mi yeni açtım gözlerimi dünyaya? tüm bu çirkinlikler hangi sokma akıl eğitimle öğretildi bize? ben de bu yumurtanın içinden çıktım, şimdi dönüp kabuğumu mu beğenmiyorum?
    çıktığım yeri kabullenmek zorunda hissetmiyorum işte kendimi. bu kabuğun değişeceğini sanmıyorum. bizim kabuk, şu diş macunu reklamındaki iki yumurtadan kalsiyumla korunmamış olanınkine benziyor. gün geçtikce inceliyor.

    evet barbarlık ve uygarlık kimsenin tekelinde değil. hiç bir ülke, insan hakları, soykırım, kültür emperyalizmi, devamını siz getirin, hiç bir konuda bir diğerine ders verecek kadar sütten çıkmış ak kaşık değil. herkesin saklayacak çok ayıbı var.

    ama yine de masum değiliz. yozlaşıyoruz işte muntazaman.
  • cehaletle kol kola gezerler ve ülkedeki her şeye, her yere sirayet etmiştir.. en basitinden; ekşi sözlük'teki yeni ve eski entrylere bakın, kabak gibi ortadadır durum. misal tanrının varlığının ispatı başlığına bakalım, başlığın açıldığı tarihe ve ilk entrylerine. sonra da bu başlık 2014 yılında açılmış olsaydı neler yazılırdı acaba diye bi hayal edelim. başka sözüm yok hakim bey.
  • bu entryi aslında çok daha kapsamlı ve uzun bir şekilde yaklaşık 45 dakikadır geleceğe dair beslenen umutsuzluk duygusu başlığına yazıyordum. sonra vazgeçtim. parçalara ayırdım. ve bu entrye düşen payda, bugüne kadar adaletine ve özgürlüğüne en çok güvendiğim mecra olan akademi hakkındaki son 3 ayda yaşadığım güven kırılması ve çöküş üzerine odaklanacağım. toplumun her alanında olduğu gibi, çürümüş insan, elini attığı her yerdeki değerleri çürütüyor.

    "yozlaşma" kelimesinin ingilizce karşılığı, aynı zamanda 'çökme, yıkılma, çürüme' gibi kelimelerle de eş anlamlıdır. yozlaşmanın kendimce en güzel tanımı, değerlerin çöküşüdür. burada kilit nokta, her tanımda olduğu gibi, 'değer' kelimesine yüklediğimiz anlamdır. örneğin 'ahlak' ve 'din'i özdeşleştiren insanlardan nasıl nefret ediyorsam, 'toplumsal değer' kavramını bu kadar tek-tipleştirip namusa indirgeyen kişilerden de o kadar nefret ediyorum. 'akademik yozlaşma' gibi bir başlık bulamadım. fakat gelin size bir de akademik yozlaşma örneklerinden bahsedeyim.

    öncelikle, akademik değerler nedir? akademi etiğidir en başta mesela. peki akademi etiği nedir? intihal yapmamaktır örneğin. daha büyük bir idea uğruna çaba sarf etmektir birbirinin kuyusunu kazmak yerine. dayanışmadır. toplumu yönlendiren fikirlerin piştiği bir mutfak gibi düşünün akademiyi, her türlü zehirden korunması gerekir. bu nedenle kanımca akademi, en özgür ve en adaletli olması gereken mecradır.

    akademisyenlik bende ana mesleği. çocukken annemin anket data girişlerine yardım ederdim. akademi, tek başına ayakları üzerinde durabilmiş iki çocuk annesi bir kadının parladığı, şahlandığı bir mecraydı benim gözümde. büyüyüp işin içine girince de insanı ne kadar geliştirdiğine, daha da önemlisi nasıl kümülatif bir değer olduğuna, akademideki kişilerin nasıl birbirlerini desteklediklerine ve fikir dayanışmalarına şahit oldukça daha da çok sevdim. meğersem tamamen okuduğum okulun kültürüymüş bu akademik etik kavramı, meğersem akademi hiç öyle bir yer değilmiş.

    geçtiğimiz sene yüksek lisans için iki üniversiteye başvurdum, biri ret biri kabul. reddedildiğim üniversiteye yazdığım tez önerisi, hali hazırda dünya'da çalışılmamış bir konu. hayır dünyayı filan kurtarmıyorum elbette ama çalışılmamış, ne yapayım? yanlış anlaşılmasın, zaten akademik çalışmanın tam olarak böyle bir şey olması gerekiyor kopyala yapıştır tezlerle diploma alanların aksine. fakat çok güvendiğim, gönülden inandığım ve önemli olduğunu düşündüğüm bir konu. mülakat sırasında ne cv'me ne de tez önerime bakmadığı ayan beyan ortada bir profesör bey, mülakat sırasında 'bu soruyu şu an bana gerçekten soruyor musun?' tepkisini verdiğim anlamsız sorular ile resmen bana ayrılan vakti öldürüp karşımda aptal aptal sırıttı. mülakattan çıktığımda söylediğim ilk cümle şu oldu, 'kabul edilmeyeceğim ve bunun sebebi bizzat x hoca'. şimdi aranızda 'ya malmazel sen de kendi başarısızlığını hocaya yıkıyorsun, tipik öğrencisin haa' diyecek zekiler olacaktır. dinleyin dinleyin iş daha da güzelleşiyor. mayıs ayında ne öğrendim, biliyor musunuz? bu x hoca, kendi doktora öğrencisinin doktora yeterliliğinde reddedilen konusunu değiştirmesi için benim master tez önerimdeki konuyu ona vermiş. hayır, yanlış okumadınız, bu olay şu an gerçekten yaşanıyor, o kadın benim öneri tez konum üzerinden doktorasını yapıyor. peki ben bunu nasıl öğrendim? o okulda hala öğrenimine devam eden arkadaşlarımdan, farklı zamanlarda ayrı ayrı haberi geldi bana 'inanamıyoruz, nasıl olur lan?' şeklinde.

    fakat bu durum beni çok sarsmadı, gülüp geçtim. hatta dalga geçerek anlatıyorum şu an bu olayı zira o x hocanın ne kadar iğrenç bir mahluk olduğunu gösterdi bu olay. ha tabi o x hoca yüzünden ben şu an pek de memnun olmadığım bir üniversite okuyor, maddi desteğim olmadığı için nefret ettiğim bir işte çalışıyor ve kendimi tamamen akademik performansıma adayamadığım için olabileceğinden daha kötü bir performans sergiliyorum. ha bir de tabi yurt dışında kabul edilen makalelerimi filan sunmaya gidemiyorum okuduğum üniversitede araştırma fonu olmadığı için (reddedildiğimde sular seller kadar fon var), o nedenle günahıma girmiş oldu mevzu bahis hoca, lakin olan olmuş artık ne yapalım.

    esas akademik darbeyi, birlikte yüksek lisans eğitimi aldığım arkadaşımdan yedim. yedik daha doğrusu, üç kişiyiz bölümde zaten. proje yapıldı, herkes kendi datasını topladı ve dönem sonunda bu datalardan ortak bir makale çıkacak. dönem içerisinde hoca ile grup toplantıları yapılıyor, toplanan datalar paylaşılıyor ve sigara molalarında sürekli beyin fırtınası ile çıkarımlar karşılaştırılıyor. velhasıl hepimiz güzel bir çözümleme yaptık, makale güzel olacak, hüloğ modunda takılırken, nedense hoca bir anda (adına ali diyelim) ali'yi parlatıyor. ali yapar, ali eder, abstracti ali yükselin, sunumu ali yapsın, ali ne güzel yorumlar yapıyor, ali aşağı ali yukarı. detaya girmeyeceğim, lakin günün sonunda ali bizim hangi konferansa hangi makaleyi göndereceğimizden tutun da makalelerin konularına kadar her şeye kendisi karar verir oluyor bizim itirazlarımıza rağmen, ama hoca ali'nin yanında. anlamlandıramıyoruz. bizse ' şu dönem bitsin, lanet olsun, bir daha ortak makale çıkaranı sevsinler' şeklinde hayatta kalmaya çalışıyoruz.

    dönem bitiyor. ali mağduru diğer arkadaşa bir gün bir telefon geliyor (ben ali ile iletişimi açık ve net bir şekilde kestiğim için beni aramaya götü yemiyor arkadaşın). ali başlıyor dökülmeye, ayan beyan, evet ben hocayı manipüle ettim, evet sizin onayınız olmadan konuları değiştirdim. bilmemne bilmemne. ortaya çıkıyor ki bizim üç öğrenci kendi aramızda yaptığımız beyin fırtınalarında çıkan sonuçları ali hocaya gidip birebir ofis görüşmelerinde kendi çıkarımları gibi anlatmış. bakın, bu intihaldir. işin kötüsü, ispat edilemeyeceği için mide bulandırıcı bir intihaldir. bir önceki olayda okulun yüksek lisans başvurularında hala 'proposal' dosyam kayıtlı olduğu için ben o tez konusu muhabbetini çok kolay ispatlayabilirim mesela, lakin burada yapabileceğiniz pek bir şey yok. hocaya gidip anlatamıyorsunuz da olay tazeyken, ali şu an bölümün yükselen yıldızı olduğu için 'mızmızlanmak' gibi algılanır diye çekinip gitmedik. ben, herkes kadar emek verdiğim makalemde random bir şekilde üçüncü isim oldum, olaya sinirlenip kendi datamla makale çıkarmak istediğimde (üstelik yine ilginç bir şekilde türkiye'de çalışılmamış bir konu, onu da türk akademisinin hantallığına bağlıyorum) hoca 'yapamazsın'a getirdi bir önceki tecrübesinden ötürü. zira ali'siz yapamayacağımı düşündü. onu da anlıyorum, kadın ne bilsin bu olanları. netice? akademik olarak götümde patladı olay. üstelik doktora başvurularımı etkileyecek bir durum ne yazık ki.

    şimdi ben senelerdir akademisyen olma hayali kurarken, asistan alımlarında hatır gönülün, torpilin, kan bağının; emeğiyle dişiyle tırnağıyla bir yere gelen insanların önüne geçtiklerine birebir tanıklık ederken akademiye olan güvenim sıfırlanmış durumda. buna akademik yozlaşma diyebilir miyiz? diyebiliriz bence.
  • "ben bir frapcuccino istiyorum, şugırı ılat olsun"
  • bir kitabı kopyalarken , bazı bölümlerin çıkarılması ya da eklenmesi (matbaacılıkta).
  • kapitalizmin körüklediği durum. sadece kapitalizm neden olmaz ama kapitalizm çok hızlandırdı.
  • yozlasma, insanin bulundugu her yerde olan diger butun kavramlar gibi var olan bir kavramdir. kotuye gidisin, bilimsellikten uzaklasmanin, dogmatizme yol almanin, genelgecer olumlu gorunen insan ozelliklerinin-durustluk, fedakarlik, insancillik- gerilemesinin bulundugu her noktada yozlasma da vardir.

    toplumun belli bir devinimle surekli degistigi gercegi elbette yadsinamaz ve bu durdurulamaz bir surectir, buna kimse karsi da cikamaz; ancak devinimlerin ve degisimin ozellikleri tamamen bir fikir birligi ile nitelendirilemese de, belli noktalar olumsuz ve olumlu olarak tum bireyler tarafindan kabul edilir.

    yozlasma olumsuz bir kavramdir. her degisimin bir gelisim olmayacagi aciktir. oznellik bir tarafa birakilirsa da bu boyledir, gelisimin icinde yozlasma yoktur. cagin bakis acisina gore yozlasma olarak gorulen bir kavramin, zit anlamda sonuclar doguracak bir gucu ya da ozelligi yoktur. bir insani aldatmak ya da oldurmek vb kavramlar, yuzbin yil sonra da, iki milyon yil sonra da "kotu" kavrami icinde yer alacaktir.

    toplumsal evrimin bir uyum saglama ve gelisim noktasinda degerlendirilmesi gibi bir bakis acisi olsa da, bu "yozlasma" kavramini barindirmaz. biyolojik evrimin getirdigi uyumun, bireylere sagladigi yasama gucu ve avantajinin, toplum devinimlerine birebir nasil uygulanabilecegi muglaktir. toplum kendini bir biyolojik birey gibi gereken sekilde evrimleserek koruyamaz. bu hipotez dogru olsa idi toplumlar ve ulkeler yikilmaz, belli sekillerde degiserek sonsuza kadar varliklarini surdururlerdi. uyum saglayamayan bireylerin elenmesi gibi, yozlasmanin oldugu bir toplumun da cagin kosullarina ayak uyduramayarak cokmesi ya da gucsuzlesmesi kacinilmazdir.

    sonuc olarak kotu ya da iyi olarak farkli oznelliklerde degerlendirilen ve bu nedenle saglikli gibi gorunmeyen degisimin, aslen tamamen yararli ve dogru yollarda sekillenen bir surec olmasi fikri, hem cok iyimserdir, hem de yasam kosullarina bireysel ve toplumsal acidan uymaz. degisim ancak nesnel acidan gelisim noktasinda bulunursa, bulundugu ortama olumlu ozellikler saglar.
  • türk dil kurumu sözlüğünde “yoz” kelimesi için karşılık olarak dört anlam çıkar karşımıza:
    1 . doğada olduğu gibi kalarak işlenmemiş olan:
    "yoz toprak. yoz bitki."-
    2 . mecazi kaba, adi, bayağı:
    "yoz adam."- .
    3 . mecazi soysuz, yozlaşmış, dejenere.
    4 . halkdili kısır.

    isimsiz bir filmin isimsiz bir sahnesinde ise yüksek dereceli devlet görevlisi bir diğerine sert ve heyecanlı bir şekilde şöyle söyler: en büyük gücümüz “yozlaşma”, ne kadar “yoz” olurlarsa o kadar boyun eğerler, o kadar sorgulamazlar, o kadar sürüleşirler.

    hangi çağdaydık biz? bilgi çağı diyende var henüz modernizmin tamamlanmamış olduğunu ileri sürerek post-endüstriyel çağda olduğumuzu da. ekonomi ile ilgilenenler artık sosyoloji ile de haşır neşir. fazlası eksiği önemli mi. meta hazırlamak kolay değil. kıvamı iyi olmalı. kesinlikle çıkıntı bir yanı olmamalı oval olmalı. globalizasyon dendiğinde kafasında soru işareti belirlenmemeli. dünyanın üzerinde dönen ekonomik hasılanın üçte birine sahip olanın jandarmalığını fazla yadırgamamalı.

    soru sormanın ve eleştiri kültürünün olmadığı bir yaşam bizimkisi. etrafımızda gezen onlarca duyarsız mikroorganizmanın içinde bir şeyleri yanlış öğrenme ve yanlış eylemlere karışma çağı bu. bu çağın hastalığı yozlaşma.

    peki bu yozlaşmanın tedavisi yok mudur? nasıl olmuşta gelmiş bulmuştur insanoğlunu? belki de hiç bırakmadı yakamızı. tek umut uygarlığı daha yüksek inşa edebilmekti. daha yüksek çıtanın üzerinden geçemezdi yozlaşma takılır düşer ve parçalarına ayrılırdı. olmadı. gücün kendisini yeniden yaratmasına enerji sağlayabilecek dinamikler izin vermedi. vermesi söz konusu olamazdı. kim yaptıklarından ötürü sorgulanmak ister ki. kim hükümranlığın düşüşüne göz yumabilir.

    iktidar kendisini meşru kılacak yığınları oluştururken bu zehri enjekte eder kitlelere. yozlaştırır. milliyetçilik olur bazen, bazen saçma sapan gündem maddeleri. çoğu zaman televizyondur başında “1984” insanları. diğer tarafta brazil ve şato karışımı bir dünya bürokrasisinin içinde kayıp bir biçimde karanlığı tarayan bizler kalırız. bu karanlığı taramanın uyuşmuş bir zihin ve böceklerle dolu bir vücut olduğunu bile bile etrafımızda oluşmuş kirli yozlaşmaya bulanırız her yerimizle. tüketerek eğlenerek ve hükümetin saçma sapan hareketlerini olumlu bir bahane bulup kendisini kandıran; büyük bir işletmenin baş aşçısı “osman usta” olur yanımızdaki. yada deniz yollarından emekli “mesut amca” sistem neyi istiyorsa ona dönüştürür kendini ve kahvede farklı bir şarkıyı söylemeye başlar.

    kim olduğu ve ne kadar içimizde olduğu; iyi insan olduklarından kuşkumuz yoktur. kuzenimiz muhafazakar bir partinin gençlik kolundan “oradaki adamlar beş para etmez” dedikten sonra ayrıldığında bir rahatsızlık duymayız. zihin uyuşukluğuna alışan bizler bu yozlaşmanın sistematiği karşısında sadece ve sadece çaresiz kalırız. kitle, yığın, güruh fark etmeksizin; şiddetle, tüketimle ve içi boş rüyalarla büyüyen bir gençliğin omurgası olduğu bir toplumda çıkıp gerçekleri söylemek ne kadar kolay olabilir. susmak yozlaşmanın neresinde kalır ve eylemsiz bir ideolojiyi savunmak için “ben işin teori kısmındayım” demek ne kadar doğrudur.

    kandıralım kendimizi. hiç durmadan kandıralım yozlaşma yok diyelim, hiç olmadı bilelim yozlaşmayı rahat ettirelim zihnimizi; vicdanımızı. çıkalım dışarı güneşe bakarak derin bir nefes alalım. bitsin bu kısa süreli arıza ve zihnimizden aksın zehir. keyifle yozlaşalım…
  • yozlaşma, ahlaksız davranışın artık kültürel bir fenomen olması ve yadorganmaması anlamına gelir. yani memurların rüşvet alması ahlaksızlıktır, ama halkın bunu kabullenmiş olması ve garipsememesi yozlaşmadır.

    dünyada geri kalmış tüm ülkeler ve gelişmiş ülkelerin yüksek suç oranına sahip bölgeleri yozlaşmıştır. amerika'nın bilmem ne gettosunda doğan zenci, okumaz, çetelere katılır, uyuşturucu satıcısı ve kullanıcısı olur, cinayet işler ve hapise girer. lakin ailesi ve arkadaşları için bu gayet normal bir hadisedir.

    bir ülkenin başbakanının milyon-dolar serveti vardır ve düğün hediyesi diyebilmektedir. tüm birinci derece akrabaları zengindir. isveçte banka hesabı ortaya çıkmıştır. ama sorgulandığında hazır cevaplıkla çıkabilmektedir işin içinden.

    hukuk, eğitim, güvenlik cart curt herşey bu adamların elindedir, ama yozlaşma bu davranışların garipsenmemesidir işte. insanlar yola dökülmez, kan dökmez, yadırgamaz.

    gayri safi milli hasılasının 3'te biri kara para aklamaktan gelen bir ülkeye (bu bir milyar dolar ve para aktarımlarının %7'sinin hizmet bedeli olarak alındığından 12 milyar doların aklanıdığı varsayylabilen bir ülke burası.) halk bir olup para yollar. üstelik yolsuzluk geçmişi bilinen dernekler aracılığıyla.

    bilinçli misin? devlet karşıtı mısın? amına koyayım değilsin işte. biz de yozlaşmışız. hapisten kork, cop yemekten kork. kork da kork. hiç bir şey yapmamak. bunu pasifizm adına bile yapmamak bizim suçumuz. benim suçum. artık devrim yapacak yaşı geçtim. iki yüzlülük dışında bir istikrar yok hayatımda. hiç bir şey için geç değil. ama eğer beyin işleme biçimi değiştiyse, neye güvenebiliriz? probleme isim koymaya mı? çözüm üretmeye mi?
hesabın var mı? giriş yap